Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılışı ve Yapısı Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılışı ve Yapısı
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılma süreci, birbiriyle bağlantılı birçok olayın meydana gelmesiyle ilişkilidir. Bu olayları görmeden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını anlamak mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri’nin yanında girmesi o sırada iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi’nin doğrudan etkisiyle olmuştu. Osmanlı Devleti bu savaştan yenilgi ile ayrılmış, kendisine Mondros Mütarekesi gibi ağır bir antlaşma imzalatılmıştı. Mütarekenin maddeleri İtilaf Devletleri’nin niyetlerini de ortaya koyuyordu.[1] Bu mütarekeye dayanan İtilaf Devletleri Anadolu’nun değişik bölgelerini işgale başladılar. İşgaller karşısında Anadolu’nun değişik bölgelerinde, daha sonra Kuva-i Milliye olarak adlandırılacak yerel direniş örgütleri kurulmuştu.[2] Bu örgütler Mustafa Kemâl’in Samsun’a çıkışı ve sonrasında yapılan kongrelerle bir araya getirilmiş ve millî bir yapıya kavuşmuştur. Erzurum ve Sivas Kongreleriyle oluşturulan Temsil Hey’eti, Millî Mücadele’nin temsilcisi haline gelmiş ve İstanbul Hükûmetleriyle yapılan görüşmelerde Anadolu’nun temsilcisi sıfatıyla hareket etmiştir. Mustafa Kemâl de Hey’et-i Temsiliye’nin başkanı sıfatıyla İstanbul Hükûmeti’yle görüşmelere katılmıştır. Yazışmaların birçoğunda “Hey’et-i Temsiliye adına” unvanını kullanmaktadır.[3] Sivas Kongresi sonrasında, alınan kararların padişaha ulaştırılmasına Damat Ferit Hükûmeti’nin engel olması dolayısıyla Mustafa Kemâl, ülke geneline gönderdiği haberlerle İstanbul Hükûmeti’yle bütün haberleşme ve yazışmaların kesilmesi emrini vermiş, buna büyük oranda uyulmuştur. Anadolu’ya sözünü geçiremeyen Damat Ferit Hükûmeti daha fazla dayanamayarak istifa etmiş, yerine Ali Rıza Paşa Kabinesi kurulmuştur.[4] Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin kurulmasından sonra, İstanbul ile ilişkiler düzelmeye başlamıştır. Bu gelişme Amasya Görüşmelerinin ortamını hazırlamıştır. Amasya Görüşmelerine İstanbul Hükûmeti adına Bahriye Nâzırı Salih Paşa, Hey’et-i Temsiliye (Sivas Kongresi) adına Mustafa Kemâl katılmıştır. Bu görüşmelerin yapılması İstanbul Hükûmeti tarafından Hey’et-i Temsiliye’nin tanındığını gösterir. Bu görüşmelerden çıkan en önemli sonuç Meclis-i Mebusan’ın toplanması olmuştur.[5] 21 Aralık 1918 tarihinde padişah tarafından kapatılan Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920’de toplandı.[6] Mustafa Kemâl Paşa’nın başkan olması hakkındaki nabız yoklamaları, mecliste hazır bulunamayacak bir başkan düşünülemeyeceği gerekçesiyle olumsuz sonuç verdi.[7] Felâh-ı Vatan (Vatanın Kurtuluşu) adıyla bir grub kuruldu. Mustafa Kemâl, Felah-ı Vatan grubunun Misak-ı Millî sonrası İstanbul’un işgaliyle gelişen olayları Ankara’dan izliyordu.[8] Sivas Kongresi kararlarını onaylamak konusu ortaya çıkınca, bütün milletvekilleri bu konuda birleşti. Erzurum ve Sivas kongrelerinde kararlaştırılmış olan ilkeler siyasî bir metne dönüştürülerek, meclisin 28 Ocak 1920 tarihli gizli toplantısında “ Ahd-ı Millî ” adı ile kabul edildi. [9] Misak-ı Millî bu şekilde kabul edilmiş oldu.[10] Meclis-i Mebusan’dan böyle bir kararın çıkmasını beklemeyen İtilaf Devletleri 16 Mart 1920 de İstanbul’u resmen işgal etmiş, Şehzadebaşı Karakolu katliamı yapılmış ve bu durumları telgrafçı Hamdi Bey, Ankara'ya bildirmiştir.[11] Bazı milletvekilleri tutuklanmış, bazıları da Malta adasına sürülmüştür. İtilaf Devletleri işgalin geçici olduğunu; ancak bir taşkınlık olursa sürekli olabileceğini belirtmişlerdir. İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemâl işgali protesto etmiştir. İstanbul Hükûmeti ile haberleşme ve yazışmaların kesilmesi, Anadolu’da bulunan İtilaf Devletleri subaylarının tutuklanması, Eskişehir’de bulunan işgal kuvvetlerinin çıkarılması emrini de vermiş; ayrıca Geyve ve Ulukışla demiryollarının tahribini istemiştir.[12] 18 Mart günü Meclis-i Mebusan son oturumda, Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey ve arkadaşalarının takririyle meclis çalışmaları tehir edildi[13]. 11 Nisan tarihinde de pâdişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtma emri Meclis İkinci Başkan Vekili Abdülaziz Mecdi Efendi’ye sunulmuştu.[14] Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması üzerine, parlamentonun Mustafa Kemâl’in istediği biçimde çalışması zorunlu olmuştu. Mustafa Kemâl Paşa, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının artık sona erdiği kanısında idi. Mustafa Kemâl Paşa yeni meclisin bir "Meclis-i Müessisan” olmasını tasarlamıştı. 17 Mart 1920’de vilâyetlere ve kolordu komutanlıklarına meclisin bir "Meclis-i Müessisan” olacağını bildirdi. 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa ve 3. Kolordu Komutanı Albay Salâhaddin Bey, kurucu meclis fikrine taraftar olmadıklarını ifade ettiler. Kâzım Karabekir Pasa, bu hususta; “halin aleyhimize kolayca tahrike vesile olacağını, Anayasa’nın ve Seçim Kanunu’nun açık hükümleri karşısında bir Kurucu Meclis toplanamayacağını, Meclis-i Millî’nin toplanmasının uygun olacağını” belirtti.[15] Komutanların direnmeleri karşısında “Kurucu Meclis” deyiminden vazgeçen Mustafa Kemâl Paşa, "selahiyet-i fevkalâdeye malîk bir meclis” deyimini kullanmak suretiyle 19 Mart tarihinde seçimlerin yapılmasını her tarafa tamim etti.[16] Mustafa Kemâl Paşa, kolordu komutanlıklarına, 61.Tümen komutanlığına, Refet Bey’e, bütün valiliklere, mutasarrıflıklara, müdafaa-i hukuk merkez hey’etine, belediye başkanlıklarına vatanın istiklâli, hilâfet ve saltanat makamlarının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan günü, Cuma namazından sonra açılacağını bildirmiştir.[17] Yeni seçilen milletvekilleri ile Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın Ankara’ya gelen üyeleri birleştiler, 23 Nisan 1920’de toplandılar. Mebusan Meclisi’nden çağrıya uyanlar ile yeni seçilen milletvekillerinin birçoğu 10 Nisan 1920’de Ankara’da toplandı. Bu milletvekillerine yatakhane olarak Muallim Mektebi binası tahsis edildi. Böylece 23 Nisan 1920’de meclisin toplanması için gerekli işlemler tamamlanmış oldu. Diğer taraftan meclisin açılış günü, düşman işgali altında bulunmayan kısımlarda büyük ölçüde millî ve dinî törenler yapılması kararlaştırılmıştı. Mustafa Kemâl’in yayınlamış olduğu bu beyannâme yurdun her tarafına hızlı bir şekilde yayılmıştı. 23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınan Cuma namazının ardından kurbanlar kesildikten sonra okunan dualarla kalabalık bir halk topluluğunun katılımıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu söylev ve meclisin açılısı ertesi günkü gazetelerde geniş yer almıştı. Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde “Tarihi Bir Vakıa: Büyük Millet Meclisi” başlığıyla çıkan yazıda Ankara’nın bu olağanüstü gününden “…harikalarla dolu olan tarihimizde, milletin yasama kabiliyetini ispat edici delillerin belki en yükseği…” olarak söz ediliyordu.[18] 23 Nisan Cuma günü yapılan törenlerden sonra Meclis-i Mebusân iç tüzüğüne uygun olarak, en yaşlı mebus Şerif Bey’in başkanlığında saat 13.45’te ilk toplantı yapılmıştır. Meclis Başkanı Şerif Bey’in Meclis’i açış nutkundan sonra söz alan Mustafa Kemâl Paşa oluşturulan bu meclisin olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilen mebuslar ile daha önce seçilmiş mebuslardan oluştuğunu ve bütün mebusların aynı yetkilere sahip olarak çalışacaklarını açıklamıştır.[19] Türkiye Büyük Millet Meclisi, başkanlığa Mustafa Kemâl’i seçti. Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk günlerinde şu kararları almıştı: Meclis’te toplanan ulusal iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde hiçbir kuvvet yoktur. Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Meclis’ten seçilecek bir kurul hükûmet işlerini görür. Meclis başkanı hükûmetinde başıdır. (Buna Meclis Hükûmeti sistemi diyoruz) Padişah ve halife altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği esaslar içerisinde yerini alır. Türkiye Büyük Millet Meclisi aldığı bu kararlarla, yeni bir devletin kurulduğunu hissettirmektedir. Kendisinden daha güçlü bir otorite tanımamaktadır. Padişah ve halifeye açıkça cephe alınmamıştır. Bunun sebebi ise hassas bir dönemde bulunulmasındandır. Meclis, kuvvetler birliği ilkesini kabul etmiş; yasama, yürütme ve daha sonra da yargı yetkilerini kendisinde toplamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk kabul ettiği kanun hayvan vergisinin artırılması ile ilgilidir. Daha sonra Hıyanet-i Vataniye kanunu kabul edilmiştir. Bu kanuna göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hukuka uygunluğuna karşı ayaklanmak biçiminde görülen, sözle bile olsa her türlü hareketi yapanlar vatan haini sayılacak ve ölümle cezalandırılacaktı. Arkasından, İstanbul Hükûmeti ile bütün resmi haberleşmelerin kesilmesi ve terfilerin ve işlemlerin yok sayılması kabul edildi. [20] Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstanbul’dan gelebilen Meclis-i Mebusan üyeleri ile yeni seçilen milletvekillerinden oluşuyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kaç kişiden oluştuğu öteden beri tartışmalı bir konu olagelmiştir. Değişik kaynaklarda farklı sayılardan söz edilmektedir. Birinci meclis üyelerinden Ali Fuat Cebesoy bu sayının 337 olduğunu öne sürerken, bir başka mebus, Mazhar Müfit Kansu, meclise 399 mebusun katıldığını, meclise katılmayan 38 mebusla birlikte toplam sayının 437’ye ulaştığını söylemiştir. Mersin Mebusu Salâhaddin Bey, 339 kişi olduğunu ifade etmektedir.[21] Adana Mebusu Damar (Arıkoğlu) Bey de, hatıralarında toplam sayının 414 olduğunu, ölen ve istifa edenler sayılmazsa, Ankara’da toplanan mebus sayısının 381’i bulduğunu belirtir.[22] Tunaya ise meclisi teşkil eden mebusları üç grupta toplamaktadır: İstanbul’dan Meclis-i Mebusân’dan gelen 92 mebus, Birisi Yunanistan olmak üzere, diğerleri Malta’dan gelen 14 mebus, 19 Mart 1920 tebliğine göre seçilmiş 232 mebus. Bu şekilde Birinci Büyük Millet Meclisi, 66 seçim çevresinden seçilen 337 mebustan meydana gelmiştir.[23] Mustafa Kemâl 1 Mart 1921’de ikinci toplantı yılını açarken Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden yaptığı konuşmada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci yıla 12’si Malta’da tutuklu, 68’i İstanbul Meclis-i Mebusanı’ndan gelen, 270’i de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üye olarak seçilen toplam 350 üyeyle başladığını belirtmektedir.[24] Ancak hiçbir zaman bu kadar milletvekili Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunmamıştır. Bunun nedeni bazı milletvekillerinin istifaları, bazılarının memurluk kabul ederek ayrılmaları, devamsızlık yüzünden gelemeyenlerin ve ölenlerin bulunmasıdır. 23 Nisan 1920 günü 120 milletvekili toplanmış, ama bu sayı günden güne artmıştır. İlk günler, gerçek milletvekili sayısı kesinlikle bilinmiyordu. Bu nedenle Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin karar çoğunluğu zaman zaman değişmiştir.[25] Büyük güçlükler içerisinde Millî Mücadele'yi başarıyla neticelendirmiş olan Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Türk tarihinde son derece önemli bir yeri vardır. Bir taraftan işgalci düşmana ve diğer taraftan iç isyanlara karşı mücadele yürüten, zaman zaman çok zor anlar geçiren bu meclis; makamı, mevkii, rahatı, huzuru bir kenara iterek vatan ve milletin kurtuluşu için mücadeleye atılan üyelerden oluşmaktaydı.[26] Türkiye Büyük Millet Meclisi, millet iradesine dayandığı, millî egemenlik ilkesini esas aldığı için demokratik karakterde bir meclis idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi zabıtlarını incelediğimizde bunu çok rahatlıkla görebiliriz. Bu zabıtlarda birçok konunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde özgürce tartışıldığını görüyoruz. Demokratik yapısına bir diğer kanıtın da çoğulcu yapısı olduğu söylenebilir.[27] Çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi farklı yapıdaki siyasî gruplardan meydana geliyordu.[28] Olağanüstü şartlarda açılmış bu Meclis, Mustafa Kemâl’in deyimiyle , “selahiyet-i fevkaladeyi haiz” bir Meclis’tir. Meclis söyleminde gayesini, “Hilafet ve saltanatı vatan ve milleti, millî hâkimiyet prensibinin gerektirdiği esaslar dâhilinde kurtarmak” olarak tanımlayarak, ilk aşamada Osmanlı Devleti’nin temel unsuru olan hilafet ve saltanata karşı açık bir cephe almamıştır.[29] Zaman zaman, Osmanlı Devleti’ni ve padişah- halifeye bağlılık ve kurtarmaktan söz etmesi, sırf vakitsiz ve mücadeleyi zayıflatabilecek yersiz tartışmaları önlemek içindir.[30] Millet adına ülkenin kaderine el koyan Birinci Büyük Millet Meclisi (1920-1923), bir yandan işgalci güçlere karşı ulusal direniş hareketini yöneterek başarıya ulaştırmış, bir yandan da çeşitli yasal düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır. Bu meclis üyelerinin tümü bir amaç, ülkeyi yabancı işgalinden kurtarmak amacı etrafında tek vücut olarak hareket etmiştir.[31] Birinci Büyük Millet Meclisi döneminin hükûmet sistemi, görünüşte taşıdığı meclis hükûmeti niteliklerine rağmen, uygulamada parlamenter mantığına ve kurallarına uygun biçimde işlediği söylenebilir.[32] Kemâl Karpat, 1919-1923 dönemindeki devrimci önderlerin düşüncelerinde psikolojik ve toplumsal olarak İslam’da kök salmış bir milliyetçiliğin baskın olduğunu, söz konusu dönemde çok sık kullanılan millet ve millî terimleri ile asıl kastedilenin, belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve birbirine dinsel bağlarla bağlanmış olan ulusal bir topluluk olduğunu, bu topluluğun bağlılık duyduğu kurumun, padişah değil, kendi seçtiği Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu, Kurtuluş Savaşı’nda ortaya çıkan bu “milletin” ne klasik İslam’daki “millet” ile aynı özellikleri taşıdığını ne de konvansiyonel Avrupa modeliyle uyuştuğunu ifade etmiştir.[33] Samet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin özelliği için söyle demektedir:
Bütün dünya tarihinde millet meclisleri arasında, milletin kaderine en küçük noktasına kadar, bu kadar hâkimiyet ve iktidara el koymuş başka bir meclis gösterilemez. Ona bu yetki yalnız birinci esas kanununda yazılı olan –Türkiye Büyük Millet Meclisi millet kaderine kayıtsız şartsız hâkimdir- hükmünden gelmiyordu. Çünkü bu meclisin kullandığı yetki yazılı hükümlerle ilgisi olmayan bir kaynaktan doğuyordu. İşte o kaynak Kuva-i Milliye ruhu idi. Sonraki yıllardaki siyasî gelişmeler, ulusal ve tam bağımsız devlet ilke ve temeli buranın üzerine oturmuştur.[34]
Hükûmetin kurulmasının zorunlu olduğu bir dönemde milletvekilleri de yeni bir yapılanma doğrultusunda adımlar atmaya başlamışlardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde önce 25 Nisan 1920’de Tokat Milletvekili Nâzım Bey ve 24 arkadaşının verdiği önerge tartışılmış; bu arada Celâleddin Arif Bey’in on beş kişilik bir lâyiha encümeninin kurulması ve icra vekillerinin seçimi için yapılacak yasanın meclisçe onaylanmasına kadar beş veya altı kişilik geçici bir “İcra Encümeni” teşkiliyle ilgili verdiği önerge okunmuş ve yapılan tartışmalardan sonra Mustafa Kemâl Paşa’nın da desteklemesiyle kabul edilmiştir.[35] Seçim sonucuna göre, Muvakkat İcra Encümeni’nin reisliğini Mustafa Kemâl Paşa, üyeliklerini ise Celâleddin Arif Bey, Câmi Bey, Bekir Sâmi Bey, Hamdullah Suphi Bey, Hakkı Behiç Bey ve İsmet Bey yapacaklardı.[36] İcra Vekiller Hey’eti’ndeki vekil adı verilen hükûmet üyelerinin, Osmanlı sistemindeki atama usûlünden farklı bir şekilde seçimle tespit edildiği görülmektedir. Meclis Hükûmeti modeli dediğimiz bu yapılanmayla birlikte bazı milletvekilleri “nâzır” terimi yerine “vekil” terimini kullanmaya başlamışlardı. Saltanatçı anlayışa göre bu “vekil” teriminden anlaşılması gereken padişah veya İstanbul’daki nâzırların vekili; inkılâpçılara göre ise Anadolu halkının vekilidir. Tokat Milletvekili Nâzım Bey, İstanbul’daki nâzırlarla karışmasın diye, nâzırların geçici olarak vazifesini yapacak olan vekillerin oluşturulduğunu iddia etmiştir. [37] Ergun Özbudun, Meclis Hükûmeti Modeli’nin özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır:
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birinci döneminde Muvakkat İcra Encümeni’ni hariç tutacak olursak, Mustafa Kemâl Paşa, Fevzi Paşa (II. ve III. İcra Vekilleri Hey’eti), Hüseyin Rauf Bey ve Ali Fethi Bey tarafından olmak üzere toplam beş hükûmet kurulmuştur.[39] Türkiye Büyük Millet Meclisi yapısı ve kararları itibariyle gerçekten de olağanüstü yetkilere sahip bir meclis durumundaydı. Bir başbakan tarafından kurulan bir kabine, bir hükûmet yoktur. Bu yetki ve görev meclisin kendisindedir. Bakanlar kurulu, meclis tarafından seçilir ve meclis adına iş görür. Meclis Başkanı hem hükûmet, hem de devlet başkanıdır. Bu şekilde, meclis yasama yetkisinin yanı sıra yürütme yetkisini de elinde bulundurmaktaydı. İstiklâl mahkemelerinin kurulmasıyla birlikte yargı görevi de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplandı. Böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi kuvvetler birliği esasına dayanan bir meclis niteliğine bürünmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülkenin o günlerde içinde bulunduğu şartlar dikkate alındığında, genel olarak eğitim düzeyi yüksek kişilerden oluşmaktadır. Çiftçi, tüccar, avukat, gazeteci, bankacı, memur, asker, tarikat şeyhi, belediye başkanı, aşiret lideri, mühendis, doktor, işçi, v.b. gibi çeşitli toplumsal tabakaları temsil milletvekillerinin bir arada oturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk eğitimini tamamlamamış milletvekilleri olduğu gibi, birden fazla yüksekokul bitiren, yurt dışında eğitimini tamamlayan gerek doğu gerekse batı dillerinin birkaçını bilen milletvekillerine rastlanmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm eğitim kurumlarından yetişen milletvekillerine rastlanmaktadır. Her vekil, meclis tarafından, kendi üyeleri arasından ve ayrı ayrı seçiliyordu. Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisi de bizzât meclisçe seçilmiş ve vekiller hey’etine dâhil edilmiştir. Bu suretle meclis, ordu üzerindeki hâkimiyetini Erkân-ı Harbiye Reisi vasıtasıyla hayata geçirmiş oluyordu. Mecliste ayrıca 25 Encümen (Komisyon) oluşturuldu.[40] Encümenler, Teşkilât- Esasiye Kanunu mucibince meclise teklif edilen layiha ve kanun tekliflerini incelemekle görevlidir. Encümen, önce teklif veya layihanın Teşkilât-ı Esasiye Kanununa uygun olup olmadığını tetkîk ederdi. Eğer kanuna aykırı bir hüküm içeriyorsa başkanlığa iade edilir. Encümen gerekli gördüğü takdirde, tetkik etmekte olduğu bir kanunu diğer bir encümene gönderebilirdi.[41] Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin faaliyetlerini; yasama, yürütme ve denetim olmak üzere başlıca üç kısımda değerlendirebiliriz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birinci döneminde kanunlar, sadece kanun tasarısı ve kanun teklifi olarak oluşmamış, bu iki yolun dışında İcra Vekilleri Hey’eti ya da bu hey’ete dâhil vekillerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na gönderdikleri tezkere veya sair evrakın genel kurul veya komisyonlarda görüşülmesi sırasında konunun bir kanun halinde düzenlenmesinin karar altına alınmasıyla da kanunlar oluşturulmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin denetim faaliyetleri ise; istizâh (gensoru), soru önergesi ve konuşmalar olmak üzere başlıca üç kısma ayrılır. Dönem içerisinde mebuslar tarafından toplam 78 gensoru önergesi verilmiş; bunlardan birisi sahibi tarafından geri çekilmiş, 10’u reddedilmiştir. Kalan 67 önerge ise kabul edilerek görüşülmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birinci döneminde toplam 625 soru önergesi verilmiştir. En fazla soru önergesi verenler arasında 50 önerge ile Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey gelmektedir. En fazla hakkında önerge verilen vekâletler arasında ise 147 önerge ile Dâhiliye Vekâleti gelmektedir. Birinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev süresi kısa olmasına rağmen, Türk parlamento tarihinde milletvekillerin söz alarak, kürsüde en çok konuştukları dönemlerden biri olmuştur. Konuşma sayısı 2027’si gizli oturumda olmak üzere 13.000’e ulaşmaktadır. En fazla konuşan milletvekili 408 kez söz hakkı alan Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey’dir. Ant içme dışında kürsüye hiç çıkmayan milletvekili sayısı ise 119 kişi olarak tespit edilmiştir.[42] Meclis’teki işlerin aksamaması için 14 Mayıs 1920 tarihli kararla, bir yönetim kadrosu oluşturulmuştu. İdari yapılanmayla birlikte âsâyiş ve düzene büyük bir önem verilmiş; 1922’de ilk etapta İcra Vekiller Hey’eti Riyaseti’nde çalışan 12 memur için giriş kartları tanzim edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin idarî yapılanması çerçevesinde Meclis Başkâtipliğine Recep Bey (Peker) atanmış, İdare Amirliğine ise Sivas Mebusu Rasim Bey getirilmiştir.[43] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi değişik gruplardan meydana geliyordu. Ali Fethi Okyar, bu gruplar arasında sert tartışmaların olduğunu, fakat hepsinin, bir noktada mutlak birlik halinde olduklarını; vatanın kurtarılması, Millî Misak sınırları içinde müstakil, haysiyetli, her varlığa sahip devletin kurulması... Devletin şekli üzerinde de ayrı ayrı görüntüler sıralanabileceğini, o günlerde herkesin, bu iç dünyasını zaferin sonuna saklamak ihtiyâtını da elden bırakmadıklarını, Mustafa Kemâl’in farkında olduğunu bu ayrılıktan sık sık söz ettiğini hatırladığını ifade etmektedir.[44] Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde içinde oluşan grupların başlıcaları; Tesanüt Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Zümresi idi.[45] Arıkoğlu, bu grupların içinde en önemlisinin gençlerin, yeni fikirlilerin, yani devrimcilerin oluşturduğu ve Mustafa Kemâl Paşa’nın gayri resmi grubu sayılan İstiklâl Grubu’nun olduğunu; diğer grupların ise ciddi fikrî olmayan, muhafazakâr kimselerin oluşturduğu gruplar olduğunu belirtmiştir.[46] Değişik eğilimli siyasî gruplaşmalar dolayısıyla zaman zaman yoğunlaşan çatışmalar oluyordu.[47] Hatta tokatlamağa, silah çekmeye kadar varan fikir ayrılıkları olmasına rağmen, halkın ve Millî Mücadele’nin menfaati söz konusu olunca birleşebiliyor ve kucaklaşabiliyorlardı. Birinci ve ikinci grup olarak ayrılmış Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Birinci Grup yenilikçi, İkinci Grup muhafazakârları temsil etmiş, ancak bu ayrılış hiçbir zaman düşman halini almamış, kendi görüşlerine uygun teklif ve kanunlarda beraber hareket etmekten çekinmemişlerdir. Gizli celselerde çekinmeden yapılan tartışmalar yaşanırken, açık celselerde çoğunlukla yekvücut hareket eden bir meclis görüntüsü sergilenmiştir. [48] Ulusal varlığı ve bağımsızlığı korumak için, ulusal bütünlüğün zorunlu olduğunu gören Mustafa Kemâl, 1921 baharına kadar izlediği gruplar üstü politikadan vazgeçerek, muhafazakâr güçlerle birlikte, açık çalışmaları durdurulan sol kesimi de denetim altında bulundurabilmek ve bunun için ihtiyaç duyduğu yasaları meclisten çıkarabilmek için, kendi düşüncesine uygun gördüğü mebuslarıyla birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında bir grup kurmuştu.[49] Birinci Grup’un kuruluşuna karşı ilk tepkisel hareket Muhâfaza-ı Mukaddesat Cemiyeti’nin kurulması şeklinde ortaya çıkacaktır. [50] Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yöneticiliğinden istifa etmiş olanlar, eski başkan ve eski mebus Hoca Rauf Efendi’nin öncülüğünde Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında teşkilâtlandılar. Böylece 85 sayılı anayasa ile geleceği sanılan ve gelmesinden korkulan komünizme karşı savunmayı amaç edindikleri Sivas Kongresi kararlarının çalışmalarında esas alınacağını belirtmişlerdir. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti giriştikleri bu hareketi çeşitli beyannâmeler yayınlayarak şark vilâyetleri başta olmak üzere diğer vilâyetlere yaymaya çalışmışlardır. Parlamento dışında kurulmuş hükûmete muhalif ilk siyasal fırka olan cemiyetin çalışmalarından haberdar olan Mustafa Kemâl Paşa, Kâzım Karabekir Paşa’ya bir telgraf çekerek, 85 sayılı Anayasa’nın devlet düzenine herhangi bir değişiklik getirmediğini bildirerek, Erzurumluların bu teşebbüslerinden vazgeçmelerini istemiştir.[51] 10 Mayıs 1921’de Mustafa Kemâl Paşa’nın başkanlığında kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu, ilk kurulan grup olduğu için daha çok “Birinci Grup” şeklinde anılmıştı. Grubun kurulmasıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti milleti içine alan bir dernek olmaktan çıkıyor, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki grubun siyasî partisi durumuna giriyordu. Bu durumda, grubun dışında kalan mebuslar Millî Mücadele’ye karşıymış gibi bir duruma düşüyorlardı. Grup üyeleri ile dışındakiler gerek iç olaylar gerekse dış ilişkilerle ilgili sık sık karşı karşıya geliyorlardı. Bütün bunlar olurken Birinci Grup dışında kalmış mebuslar Ali Şükrü, Hüseyin Avni, Emin, Albay Salâhaddin Beylerin önderliğinde bir araya gelerek yeni bir grup kurdular. Onlarda kuruluşlarını resmen meclis başkanlığına bildirdiler ve ikinci kurulan grup olmalarından dolayı, “İkinci Grup” diye anıldılar. [52] Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki fikrî mücadele özellikle Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanan Birinci ve İkinci Müdafa-i Hukuk grupları arasında meydana gelmiştir. Bu iki grup arasında ulusal bağımsızlık konusunda tam bir görüş birliği olmasına rağmen, iç politika konularında önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Başlangıçta bir bütün olarak hareket eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, zamanla Birinci ve İkinci Müdafa-i Hukuk grupları olmak üzere iki parçaya ayrılmış; bu ayrılık oluşmakta olan yeni rejimin temel özellikleriyle ilgili konulardan kaynaklanmıştır.[53]
1.1 İkinci Grup ve Salâhaddin Bey
Birinci Grup dışında kalmış olan mebuslarda bir derlenip toparlanma, birbirlerine yanaşma ve sokulma başladığı görüldü. Trabzon Mebusu Ali Şükrü, Mersin Mebusu Salâhaddin, Samsun Mebusu Emin, Kayseri Mebusu Ahmet Beylerin önderliklerinde bir araya gelen bu mebuslar da başka bir grup kurdular, onlar da kuruluşlarını resmen meclis başkanlığına bildirdiler ve sıraya göre ikinci kurulan grup olduklarından İkinci Grup diye anıldılar.[54] İkinci Grup’un sayısı ve kuruluşu ile ilgili değişik tarihler ifade edilmişse de özellikle bu grubun kurucuları arasında yer alan Hüseyin Avni Bey esas alındığında grubun başlangıçta 67 kişiden oluştuğunu, daha sonra ayrılanlardan dolayı bu sayının 63’e düştüğünü görüyoruz.[55] Damar Arıkoğlu, Hatıralarım adlı kitabında İkinci Grup azası erkânından eski Adliye Vekili Rifat Çalıkoğlu ile beraber 67 kişi tespit ettiklerini, ancak sayının 120 kadar olduğunu ifade etmektedir. [56] Yine Hüseyin Avni Bey’i ve Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden Damar Arıkoğlu’nu esas aldığımızda kuruluşunun 1921 ortaları veya sonları olduğunu görüyoruz. Grubun kurucuları arasında yer alan Salâhaddin Bey, grubun 1922 Temmuz’unda oluştuğunu ifade etmektedir.[57] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hükûmete karşı muhalefet görevini yapan İkinci Grup bir süre isimsiz olarak çalıştıktan sonra; “...biz de Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine mensubuz. Biz de o cemiyet tarafından intihab olunduk. Bizimde ismimiz aynı, fakat iki numaralı grubuz” diyerek kendilerine “İkinci Grup” adını takmışlardır. [58] Salâhaddin Bey de İkinci Grup’un kurucuları arasında yer alan bir milletvekiliydi.[59] Rauf Orbay, Hüseyin Avni, (Çolak) Salâhaddin ve bilhassa Kara Vâsıf Beylerin hem kendisinin hem de Mustafa Kemâl’in arkadaşları olduğunu, bunların başlıca muhalefetlerinin; "Devlet ve hükûmet işlerinin meclis murakabesinden sıyrılarak, tek elden idare edilmeğe doğru gittiği" kanâatlerinden doğup, bunu önlemeğe dönük olduğunu belirtmektedir.[60] Belki Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Hüseyin Avni Bey’den sonra İkinci Grup’un en aktif milletvekilinin Salâhaddin Bey olduğu söylenebilir. Birinci Dönem Adana Mebusu olan Damar Arıkoğlu, “Hatıralarım” adlı kitabında, Salâhaddin Bey’le ilgili düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir:
Salâhaddin Bey tenkitlerini gayet güzel yapardı. Sesi ahenkli, kulakları tırmalamaz, her hangi bir mesele üzerinde fikirlerini muhtelif cepheden mebusların gözünün önüne seren kuvvetli bir hatipti; yalnız kat’i bir karara varmazdı, mütâlâalarından birisini meclisçe tercîhen kabûlünü isterdi. Sert bir asker tavrını hiç bir vakit bırakmadı. Atatürk’ü nedense sevmezdi. Yeni fikirlere pek taraftar değildi. Koyu bir muhafazakâr, hocalara ve din ûlemasına hürmetkâr bir adamdı.[61]
İkinci Grup, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde zaman zaman etkin olmuştur. Bu grubun kurucuları arasında yer alan Hüseyin Avni Bey ikinci kez Meclis Başkanvekilliği’ne seçilmeyi başaracaktır. Yapılan oylamada Hüseyin Avni Bey, 145 oy alırken, Birinci Grup’tan aday olarak giren Refik Saydam 110 oy alacaktır.[62] İkinci grup örgütlendikten sonra meclisin çalışma tarzı değişmiş ve daha disiplinli bir hal almıştır. İkinci Grup, meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanılış biçimi konusundaki titizliği sürdürmüş ve Meclis’e ait yetkilerin, Hey’et-i Vekile ya da Meclis Reisi’nce Meclis’in bilgisi dışında kullanılmasına sürekli tepki göstermişlerdir. Başkanlık Divanı’nın tarafsızlığı konusunda titizlik göstermişlerdir. Hukukun üstünlüğünü savunmuşlardır. İkinci Grup üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki tartışmalarda sürekli demokrasi ve hürriyet isteklerini ön plana çıkıyorlardı. Grubun siyasî tutumu daha ziyade, şahıs otokratlığına muhalif, şahıs hâkimiyeti yerine kanun hâkimiyeti şeklinde belirmekteydi. Devlet mekanizması, otoritesi ve İcra Vekilleri Hey’eti’nin yetkileri çevresinde odaklanan muhalefetleri verdikleri kanun teklifleri ve takrirlerle belirginleşmişti. Bu çerçevede temel endişelerinden birini, meclis reisinin diktatörlüğe gittiği yolundaki düşünce oluşturur. Tüm yetkilerin meclis başkanında toplanmasını önlemek amacıyla, 1921 yılında bakanlar kurulunun görev ve sorumluluğunu belirleyen kanun tasarısı hazırlanırken anayasaya kabine usûlünün sokulması yolunda çaba göstermişlerdi.[63] Samet Ağaoğlu, iki grubun, birçok konuda, örneğin saltanatın kaldırılması gibi önemli bir olay karşısında birleştiğini görünce şöyle bir uyarıda bulunma gereğini de hissetmiştir; "Birinci Grup'â mensup olanlar teceddütperverler (yenilik isteyenler), İkinci Grup'a mensup olanlar muhafazakârlardı. Fakat bu ayrılış hiçbir zaman iki düşman görünüşü almamış ve gruplar kendi görüşlerine uygun teklif ve kanunlarda birbirleriyle birleşmekten çekinmemişlerdir."[64] Bu konudaki en güzel örneklerden birisi Adliye Vekili seçiminde Birinci Grup’un adayı olan Ali Sururi Bey’in değil de Rifat Çalıkoğlu’nun seçilmesidir. Bu seçime Mustafa Kemâl de sesini çıkarmamış, Vekiller Hey’eti’nde kararlar oybirliğiyle alınmasına rağmen dokuz ay süren vekilliği döneminde Rifat Çalıkoğlu ile diğer vekiller arasında hiçbir problem yaşanmamıştır.[65] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (1920-1923) bir muhalefet grubu olarak ortaya çıkan İkinci Müdafa-i Hukuk Grubu görüşlerini açıklamak ve yaymak amacıyla 19 Ocak 1923’te, Ankara’da Tan adıyla bir gazete yayınlanmaya başlamıştır.[66] Tan Gazetesi toplam 68 sayı yayınlanmıştır. Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinden sonra yayınlanan 68.sayı ile birlikte sona ermiştir. Salâhaddin Bey de Tan Gazetesi’nde “Nasıl Yürümeliyiz” başlığıyla 1, 3, 4, 5, 6 ve 8. sayılarda yazılar yazmıştır.[67] İkinci Grup’un amacı ile ilgili değerlendirmeleri “Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup” adlı kitabında inceleyen Ahmet Demirel, bu değerlendirmelerin birçoğunun benzerlik gösterdiğini, bu değerlendirmelerin ortak yönünün de Mustafa Kemâl’in otoritesine karşı çıkan “dinci ve gerici” bir grup olarak görülmesi olduğunu, yetmiş yıl öncesinin birinci ve ikinci grupları arasındaki mücadelenin niteliği için öne sürülen bu klişeler, en genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir diyerek bu düşünceyi şu şekilde ifade etmektedir:
Birinci Grup, çökmüş Osmanlı kurumları ve kültürünü ortadan kaldırıp, yerine modern, laik, demokratik kurumlarla, rasyonel bir ideoloji ve mentalite getirme hedefiyle hareket eden ve sonunda bunu başaran lâik, devrimci, demokrat radikallerin grubuydu. Bunların karşısına dikilen İkinci Grup ise sıkıca sarıldığı Osmanlı kurumlarının muhafazasını amaçlamıştı ve esas olarak, meclisin şeriat yanlısı, dinci, muhafazakâr, gerici unsurları tarafından oluşturulmuştu. Bunlar lâik, modern bir devletin kurulmasına karşıydılar.[68]
İhsan Güneş, “Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923)” adlı eserinde, İkinci Grup oluşuncaya kadar mecliste iktidar muhalefet ayrımı olmadığını, bu ayrım olduktan sonra İkinci Grup’çuların fırsat düştükçe İcra Vekilleri Hey’eti içine kendi adamlarını yerleştirmeye çalıştıklarını, İkinci Grup oluştuğu sırada hükûmet üyelerinden görevinden ayrılanlar için tek tek meclis başkanı tarafından aday gösterildiğinden bu grup üyelerinin iktidara gelme olanağının olmadığını, zîra meclis başkanının haklı olarak İcra Vekilleri Hey’etine bunları aday göstermediğini ifade etmektedir.[69] İkinci Grup, hâkimiyet-i milliye ilkesinin tam olarak hayata geçirilmesini istemekte, kişi egemenliğine yol açacağını düşündüğü uygulamalara karşı çıkmaktadır. Ancak kişi egemenliği kurmakla suçlanan, meclisin başkanı ve dolayısıyla yürütmenin de başkanı olan Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkinci Grup’un muhalefeti olağan dönemler için anlaşılır bir muhalefettir. Güçler ayrılığını savunması, meclisin üzerinde herhangi bir gücün oluşmasını engellemek istemesi, ayrıca İttihat ve Terakki döneminin bilinen yöntemlerini çağrıştırabilecek uygulamalar ve sonunda yönetimin bir kaç kişinin eline geçmesi tehlikesi gibi konularda İkinci Grup gerçekten hassas davranmıştır. İkinci Grup mecliste liberal bir görüntü çizmiştir. Hemen her konuda meclisin bilgilendirilmesi, bazı gizli oturumların –örneğin Başkomutanlık Yasasının uzatılması konusunda olduğu gibi- açık yapılmasını istemesi, meclisten yetki alınmadıkça hiç kimsenin kendinî yetkili kılmaması ya da kılınmaması gibi bir takım talepleri, İkinci Grup’un liberal muhalefetinin örnekleri arasındadır. [70] İkinci Grup içerisinde yer alan mebusların tam bir fikir birliği içerisinde yer aldıkları söylenemez. Bazıları Mustafa Kemâl’e muhalif olduklarından, bazıları saltanat ve hilâfet bağlılıklarından, bazıları da yönetime muhalif olduklarından bu gruba katılmışlardır. Özellikle yönetici kadro hilafet ve saltanat yanlısı tavırlar sergileseler de millî egemenlik ve kişi özgürlüğü konusunda duyarlı hareket ettikleri söylenebilir. [71] Mustafa Kemâl, ise İkinci Grup’un kuruluşunu şu şekilde ifade eder :”Muhalefet düşüncesinin ana kaynağı, Müdafa-i Hukuk grubu tüzüğünün temel maddesindeki ikinci nokta idi. Yani hükûmet kuruluşunun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na uygun olarak yapılması meselesi.”[72] İkinci Grup’la ilgili meclis arşivinde yazılı bir doküman mevcut değildir. Ancak bir programlarının olduğunu Hüseyin Avni Bey, açıklamıştır.[73] Hüseyin Avni Bey’in 30 Nisan 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde ifade ettiği program şu şekildedir:
2. İdare-i hükûmet, milletin hâkimiyetini bilâvâsıta izhar eyleyebilmesi ve mukadderatını bilfiil elinde bulundurabilmek esasına müsteniddir. 3. Türkiye arazisi hayat, menfaat ve emelde müşterek ve yekvücût bir millete vatandır. Tecezzi kabul etmez. Hukuk-ı Umumiye:
Devlet Teşkilâtı:
Devletin teşrii ve icrai bütün salâhiyet ve kudreti münhasıran Millet Meclisi’nde temerküz eder. İşbu salâhiyet ve kudret hiçbir suretle tecezzi, terk, ferağ, vekâlet kabul etmez.
Millet Meclisi
Maarif:
Adliye:
Maliye:
Tekafilin ancak Millet Meclisi reyiyle vaz’ı, âdilâne tarh ve tevzii, bütçede gayr-i müsmir mesarıfın tenkisi ve memleketin menâbi-i tabiiyyesinden tamamiyle istifade olunması sağlanacaktır.
İktisat:
Memlekette iktisadî inkişaf hâkimiyet-i miliyeyi tevsik edecek çarelerden birisi olarak kabul edilmiştir. Müessesat-ı iktisadiyatımızı himaye, devlet muamelâtına vesatet etmek üzere bir devlet bankası kurulacaktır. Müstakil bir demiryolu siyaseti ittihâz olunacaktır. Memleketimiz bir ziraat memleketi olarak kabul olunmuştur. Ziraatın terakkisi için ilmî tetkikât icrası ve fennî alet celbi ve halkın bu yolda irşâdı ehemmiyet-i mahsusa ile takip olunacaktır.
Sıhhiye:
Türkiye Devleti'nin siyaset-i dâhiliyesinde teksir-i nüfus meselesi hayatî bir mesele addedilmiştir. Binaenaleyh ilmî tetkikata müstenit memleketin sıhhî bir haritası vücuda getirilecek, sâri hastalıklarda muzır-ı sıhhat olan şeylere karşı mücadele icra olunacaktır. Çocuk vefatına karşı mücadelât-ı sıhhiye en başlıca düşüncemizdir.[74]
İki Grup arasında Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan görüşmeler sırasında oldukça hararetli tartışmalar yaşanmıştır. İki grup arasındaki ilk sert ve önemli çatışma Refet Paşa’nın, Müdafaa-i Milliye Vekâleti’nden istifasında olacaktır. 4 Ocak 1922’ de yapılan gizli oturumda, Rauf ve Kara Vâsıf beylerle Refet Paşa askerî durumu eleştirecek, Bakanlar Kurulu Başkanlığı ile Genel Kurmay Başkanlığı’nın ayrılmasını, Bakanlar Kurulu’nun Ankara’da, Başkomutanın cephede bulunmasını isteyeceklerdir. Bu tartışmalardan sonra Müdafaa-i Milliye Vekili Refet Paşa, hastalık gerekçesiyle bakanlıktan istifa edecek, 45 mebus ortak bir önerge ile Refet Paşanın “Meclis Takdirnâmesi ile taltifini” isteyecekler, istek, çoğunlukla kabul edilecek ve fakat Mustafa Kemâl Paşa da hemen Meclis Başkanlığı’na bir tezkere göndererek; Meclis Takdirnâmesi’nin ancak başkomutanlıkça yâni kendisince meydan savaşında bulunanlar için istemesi halinde verilebileceğini, bu sebeble kanuna uygun olmayan meclis kararının sadece Refet Paşa’ya bir “teşekkür yazısı gönderilmesi” şeklinde yorumlandığını ve bu yoruma göre uygulama yapılacağını bildirecek, tezkerenin okunması sert tepkilere yol açacaktır. Özellikle İkinci Grup üyeleri meclis kararlarını hiç kimsenin değiştirmeye ya da yorumlamaya hakkı olmadığını ve kararın aynen uygulanması gerektiğini ileri sürecek, fakat toplantı başkanı Musa Kazım Efendi, birdenbire “kabul edilmiştir” diyerek tezkere üstündeki görüşmeleri kesecek ve gündeme geçecektir.[75] Başkumandanlık Kanunu görüşmelerinde de aynı tarzda tartışmalar yaşanmıştır. Cephede durumun kötüye gittiği bir anda Mustafa Kemâl Paşa, meclis yetkilerini kullanma hakkı ve olağanüstü yetkilerle donatılma hakkı tanınmasını istiyordu. Muhalif olan İkinci Grup bunu kabul etmiyor ayrıca Mustafa Kemâl Paşa’nın Başkomutanlığa getirilmesine karşı çıkıyorlardı. 5 Ağustos 1921’e gelindiğinde Türk ordusu cephede ağır yenilgiler almaya başlamış, ilerleyen Yunan harekâtı karşısında meclisin Kayseri’ye taşınması bile gündeme gelmiştir. İki Grup arasındaki bu çatışmalar 1922 yılında türlü fırsat ve sebplerle sürüp gidecektir. Meselâ, bazı mebusların iç politika ile ilgili olarak vatan görevine gönderileceklerini bildiren Başkomutanlık tezkereleri okunup da toplantıya başkanlık eden Rauf Bey, “Başkomutanlık kurulmasına dair kanunda verdiğiniz yetkiye dayanılmıştır” deyince, İkinci Grup mebusları itiraza başlayacak, Mersin Mebusu Salâhaddin Bey, “Meclis’in mahiyeti, vaziyeti, hâkimiyeti nerede kalıyor?” diye bağıracak, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey de “Kanunda böyle bir yetki yoktur” diyecek, bu yüzden tartışmalar olacaktır.[76] Birinci Grup’la İkinci Grup arasındaki sert tartışmalardan biri de Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ile yaşanmıştır. İkinci Grup’un önde gelenlerinden Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, 27 Mart 1923’te aniden ortadan kaldırılmış ve 2 Nisan 1923’te cesedi bulunmuş ve M. Kemâl Paşa’nın muhafız alayından Topal Osman tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmıştır.[77] Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolmasından iki gün geçmesi üzerine, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, Meclis kürsüsünden şu ünlü konuşmasını yapmıştır:
Efendiler; bu şerefli kürsü bugün elim bir vaziyete sahne oluyor. Bu şerefli milletin mebusları bugün kalpleri kan bağlamış bir zavallı, bîçare gibi birbirlerine bakıyorlar. Ey kabe-i millet! Sana da mı taarruz? Ey arayı millet (milletin oyları)! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesâtı! Sana da mı taarruz? Arkadaşlar! Efendiler! Asırlardan beri mahkûmiyetle saltanatlara ve onun etrafındaki yaldızlı üniformalı kahrolası haşerâtın ve onun esiri olan hainlerin mahvı ve Türk milletinin halası için bayrağı çektik. Milletin başarısı onun hâkimiyetidir. Hâkimiyeti demek, onun oyunu memleket içinde serbest kullanması demektir. Bir millet namusundan bir mebus koparır. O mebusun ağzı, kalemi o milletin namusudur. Bu namusa tecavüz eden eller kırılsın. Tecavüz arkadaşlarımıza değil milletin namusunadır. Böyle namussuzlar yaşamamalı. Efendiler, Ali Şükrü Bey iki günden beri kayıptır. Memleketin sahibi, azametli bir tarih sahibi, namusuna hâkim bir milletin mebusu kayboluyor, hükûmet bulamıyor. Allah’tan çok isterim ki, memleketin elim zamanlarında bu hal adi bir suç sonucu zuhur etsin. Ya siyasî ise efendiler. Demek ki bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir. Hiçbir zaman ölmez.[78]
Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinin yarattığı olumsuz havanın da etkisiyle, 1 Nisan 1923’te Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi kendisini feshedip yeni seçimlere karar vermiştir. [79] Birinci ve İkinci Grup’un ortak aldıkları seçim kararından sonra basında İkinci Grup hakkında değerlendirmeler de başlamıştır. İkinci Grup da kendi fikirlerini 19 Ocak 1923’te yayınlamaya başladıkları Tan Gazetesi’yle duyurmaya çalışmıştır. 5 Nisan tarihli Vatan Gazetesi’nde yer alan yazıda İkinci Grup içinde Kara Vâsıf ve Salâhaddin Beyler gibi değerli vatanperverlerin bulunduğu ve memleket açısından gördükleri hataları samimi olarak tenkit edelim derken yavaş yavaş kin ve infiâle kendilerini kaptırdıkları ve bir kısım azası şahsi emeller besleyen gayri mütecânis bir grup içine karıştıkları belirtilmiştir. Tanin’de İkinci Grup’un resmi bir teşkilâtı mevcut olmamakla birlikte bu grubun hararetli taraftarlarının da faaliyete başladığı yazmaktadır. İkinci Grup’un teşkilâtlanmasına dair olan bir haberde İkinci Grup’un İstanbul’da teşkilâtlanacağı hatta İstanbul’a gelen İkinci Grup mebuslarının bu konuda girişimlerde bulunduğu söylense de İkinci Grup’a ait bir faaliyet vukû bulmadığı belirtilmiştir. Grup mebuslarından Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey ile yapılan röportajda İkinci Grup’un seçimler esnasında program yayınlamamasının nedenini ülkenin içinde bulunduğu hal ve hadiseler olarak göstermiştir. Grup olarak herhangi bir namzet ve beyanname neşretmeyeceklerini yalnız kendilerini ve az çok bilinen kanâatlerini milletin takdirine bırakacaklarını söylemiştir. Ayrıca hükûmet ve hükûmetten kuvvet alan kimselerin herhangi bir baskısı olmadığı takdirde intihabâtı kazanacaklarını iddia etmiştir. Yusuf Ziya Bey’in bu iddiasına rağmen nisan ayının ortalarında Birinci Grup’a binlerce kişi aday olabilmek için başvururken, İkinci Grup’a hiçbir taraftan müracaat olmamıştır.[80] Yapılan seçimlerde İkinci Grup üyeleri milletvekili seçilememişlerdir. Daha sonra da 1926 Atatürk’e İzmir Suikastı dolayısıyla yargılanmışlar, beraat etmişler ve bundan sonra da tarih sahnesinden çekilmişlerdir.[81]
1.2 Salâhaddin Bey’in Hayatı
1.2.1 Askerî Safahat Belgesi’ne Göre Piyade Kurmay Albay Salâhaddin Köseoğlu
27 Kanun-i Evvel 1317 tarihinde Erkân-ı Harbiye Mektebinden Yüzbaşı rütbesiyle neşet etmiştir. • 05 Şubat 1317 tarihinde Atik 5’inci Orduya tayin edilmiştir. • 31 Mart 1318 tarihinde Süvari 28’inci Alay, 4’üncü Bölüğüne tayin edilmiştir. • 19 Şubat 1319 tarihinde Kıdemli Yüzbaşı rütbesine terfi etmiştir. • 18 Temmuz 1319 tarihinde Halep’te bulunan 30’uncu Topçu Alayı, 2’nci Bölüğe tayin edilmiştir. • 14 Haziran 1321 tarihinde Atik 3’üncü Orduya mensup Redif Aydın Fırkası Erkân-ı Harbiyesine tayin edilmiştir. • 08 Nisan 1322 tarihinde Dersaâdet Mekteb-i Harbiyesi muallim muavinliğine tayin edilmiştir. • 30 Temmuz 1323 tarihinde Edime, Manastır ve Şam Mekâtip-i Harbiyelerini teftiş etmek maksadıyla müfettiş sıfatıyla tayin edilmiştir. • 24 Eylül 1323 tarihinde Binbaşı rütbesine terfi etmiştir. • 08 Kanun-i Evvel 1324 tarihinde 3’üncü Ordu, 121’inci Redif Alayına tayin edilmiştir. • 27 Kanun-i Sani 1324 tarihinde Atina Sefareti Ataşe Militerliğine tayin edilmiştir. • 12 Temmuz 1325 tarihinde Petersburg Ataşe Militerliğine tayin edilmiştir. • 25 Temmuz 1325 tarihinde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye 3’üncü Şubeye tayin edilmiştir. • 01 Mart 1326 tarihinde Mavzer, Fişek Komisyonu üyeliğine tayin edilmiştir. • 22 Temmuz 1326 tarihinde Havran Kuvve-i Mürettebe Erkân-ı Harbiyesine tayin edilmiştir. • 1327 tarihinde Erkân-ı Harbiye Umumiye 2’nci Şubesine ve bilahare 3’üncü Şubeye tayin edilmiştir. • 16 Eylül 1328 tarihinde Şark Ordusu Erkân-ı Harbiyesine bilahare 3’üncü Kolordu Erkân-ı Harbiyesine tayin edilmiştir. • 06 Teşrin-i Sâni 1328 tarihinde 3’üncü Kolorduda görev yaparken Çatalca Muharebesinde yaralanmıştır. • 29 Kanun-i Evvel 1329 tarihinde Mekteb-i Harbiye muallimliğine tayin edilmiştir. • 17 Şubat 1329 tarihinde Mekteb-i Harbiye Müdür Muavinliğine tayin edilmiştir. • 21 Temmuz 1330 tarihinde 1’nci Ordu Menzil Müfettişliği Erkân-ı Harbiye Riyasetine tayin edilmiştir. • 16 Teşrin-i Sani 1330 tarihinde Yarbay rütbesine terfi etmiştir. • 26 Kanun-i Sani 1330 tarihinde 2’nci Kolordu Erkân-ı Harbiye Riyasetine tayin edilmiştir. • 26 Mayıs 1331 tarihinde Cenub Grubu Erkân-ı Harbiye Riyasetine tayin edilmiştir. • 12 Temmuz 1331 tarihinde 10’uncu Fırka’ya tayin edilmiştir. • 25 Ağustos 1332 tarihinde 5’inci Kafkas Fırkasına tayin edilmiştir. • 30 Haziran 1334 tarihinde 4’üncü Kolorduya tayin edilmiştir. • 01 Teşrin-i Sani 1334 tarihinde Menzil Müfettiş Umumiliğine tayin edilmiştir. • 12 Kanun-i Sani 1335 tarihinde Harbiye Dairesi Riyasetine tayin edilmiştir. • 13 Temmuz 1335 tarihinde 3’üncü Kolorduya tayin edilmiştir. • 1336-1339 tarihleri arasında 1’inci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mersin Mebusluğu yapmıştır. • 20 Eylül 1339 tarihinde, Balkan Harbi esnasında aldığı yaradan dolayı 6’ncı dereceden malulen emekli olmuştur.
Katıldığı Savaşlar
Balkan Harbi (03 Ekim 1328-16 Eylül 1329) Birinci Dünya Harbi (16 Ekim 1330-31 Ekim 1334) İstiklâl Harbi (25 Temmuz 1335-23 Ağustos 1339)
Aldığı Madalyalar
2’nci Dereceden Kılıçlı Mecidi Nişanı, 1.Sınıf Demir Salip Nişanı, 2’nci Sınıf Demir Salip Nişanı, Muharebe Gümüş Liyâkat Madalyası, Muharebe Altın Liyakat Madalyası, Harp Madalyası, Muharebe Gümüş İmtiyaz Madalyası.[82] 1.2.2 Salâhaddin Bey’in Hayatı
1882 (1298) yılında İstanbul’da doğdu. Ahmet Vehbi Bey’in oğludur. Annesinin adı Ayşe Sıdıka’dır. Çolak Salâhaddin de denir. İlk ve orta öğrenimini Nur-u Osmaniye ve Numune-i Terakki İbtidâi Mektepleri ve Kuleli Askerî İdadisinde tamamladıktan sonra 13 Mart 1896’da Harbiye Mektebi’ne girdi. 1 Ocak 1898’de Piyade Teğmen rütbesiyle mezun olarak Erkân-ı Harbiye (Kurmay) sınıfına ayrıldı. Erkân-ı Harbiye Mektebi (Harb Akademisi)’nde öğrenimde iken 1 Ocak 1899’da Üsteğmen oldu. 9 Ocak 1902’de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mektebi bitirerek 52. Ordu emrine verildi. Beyrut’ta 28. Süvari, Mersin’de 38. Piyade ve Halep’te 30. Sahra Topçu Alaylarında görevlendirildi. 9 Mart 1904’te Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı)’ lığa yükseltildi. 1904-1911 yıllan arasında 5. Kolordu Kurmayı’nda, Aydın Redif Fırkası’nda, Harbiye Mektebi Öğretmen Yardımcılığı’nda görev yaptı. 7 Ekim 1907’de Binbaşı olarak Serez 121. Redif Alayı Komutanlığı’na, 10 Şubat 1908’de Atina Elçiliği Askerî Ataşeliği’nde, 7 Ağustos 1909’da Genelkurmay 3. Şubede, 4 Ağustos 1910’da Havran Mürettep Kuvvetler Kurmayı’nda ve tekrar Genelkurmay’da bulundu. Balkan Savaşı Seferberliği’nde 29 Eylül 1912’de Şark Ordusu Kurmaylığı’na atandı. Sonradan nakledildiği 3. Kolordu Kurmaylığı’nda görevli iken katıldığı Çatalca Muharebesi’nde kolundan yaralanarak önce İstanbul'da tedavi edildi. 27 Nisan 1913’te Almanya’ya gönderilerek Wiesbaden Kaplıcalarında tedavi gördü. Balkan Savaşı’nda gösterdiği yararlılıktan dolayı iki yıl kıdem zammı aldı. 11 Ocak 1914’te Harbiye Mektebi Öğretmenliğine getirildi. 1 Mart 1914’te Müdür Yardımcısı oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda 3 Ağustos 1914’te 1. Ordu Menzil Müfettişliği Kurmay Başkanlığı’na tayin edildi. 29 Kasım 1914’te Yarbaylığa yükseltildi. Savaş boyunca 2. Kolordu Kurmay Başkanı, Cenup Grubu Kurmay Başkanı, 10. Fırka, 5. Kafkas Fırkası Komutanı, 13 Aralık 1915’te Albaylığa yükseltilerek 2. Kafkas Kolordu Komutan Vekili ve Komutanı, 4. Kolordu Komutanı olarak görev yaptı. Kafkas Muharebelerinde gösterdiği yararlılıktan dolayı Altın Muharebe Liyakat Madalyası ve Alman Savaş Madalyası’yla ödüllendirildi. Savaş sonu 1 Kasım 1918’de Menzil Genel Müfettişliğine, 12 Ocak 1919’da Harbiye Dairesi Başkanlığına, 13 Temmuz 1919’da Sivas’taki 3. Kolordu Komutanlığına atandı. Bu sıfatla Sivas Kongresi’nde bulundu. Sivas Kongresi’nin güvenlik içerisinde toplanması için gerekli tedbirleri de almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Birinci Dönem için yapılan seçimlerde Mersin’den Milletvekili oldu. Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mersin mebusu olarak görev almıştır. 15 Mayıs 1920 tarihinde mazbatası onaylanmıştır. Görevinden ayrılmaması nedeniyle ancak 8 Aralık 1920’de Meclise katılabildi. Bu arada “Kuvayı Milliye namı altında çıkarılan fitne ve fesadın hazırlayıcı ve teşvikçilerinden olduğu” iddiasıyla İstanbul 1. Örfi Divan-ı Harbi’nce ölüm cezasına mahkûmiyetine dair verilen karar, 25 Haziran 1920’de Padişah Vahdettin tarafından onaylandı. Mecliste Müdafaa-i Milliye, Hariciye, Bütçe ve Sayıştay komisyonlarında çalıştı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Grubu’nun kurulmasında muhalefetteki İkinci Grup’ta yer aldı. Mecliste her vesile ile söz alarak hükûmete eleştirilerde bulundu. Dönem içinde 64’ü gizli oturumlarda olmak üzere, kürsüde 190 konuşma yaptı. 2 soru önergesi verdi. Yaptığı 4 kanun önerisinden, Millî Müdafaa Bütçesinin Acil İhtiyaçlar için iki milyon lira avans verilmesi ve arkadaşları ile birlikte verdiği Kd. Yüzbaşı ve altındaki subaylarla memurlara giyecek ve Teçhizât Bedeli verilmesi hakkındakiler, 30 Ocak 1922 tarih ve 188 ve 14 Mart 1922 tarih ve 205 Sayılı Kanunlar olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Birinci Dönem mebuslarına verilen yeşil şeritli İstiklâl Madalyası’ndan yoksun bırakıldı. Milletvekilliği bu dönemde sona erince İstanbul’a yerleşti. 20 Eylül 1923’te Kolordu Kumandanlığında görevlendirilmesi mümkün olamayacağı gerekçesiyle askerlikten emekliye ayrıldı ve ticaretle meşgul olmaya başladı. 14 Haziran 1926’da meydana çıkarılan Atatürk’e suikast girişimi olayı ile ilgisi görülerek tutuklandı. Ankara İstiklâl Mahkemesinde yapılan yargılaması sonunda 26 Ağustos 1926’da beraatine karar verilerek serbest bırakıldı. 1 Ağustos 1928’de İstanbul Elektrik Şirketine memur olarak girdi. 1 Ocak 1930’da İETT’de Baş Puantör oldu. 25 Ağustos 1934’te İşletmenin Kontrol Dairesi Kalem Amirliğine getirildi. 1 Temmuz 1938’de Teftiş Dairesi Başkan Yardımcısı olarak görevlendirildi. 20 Temmuz 1939’da Teftiş ve Murakabe Dairesi Başkanlığına yükseltildi. İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasından sonra Salâhaddin Köseoğlu’na Milli Reasürans şirketinde idare hey’eti üyeliği verildi. Ayrıca Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı “Büyük Doğu” Dergisine millî mücadele anılarını yazdı. 14 Temmuz 1946’da yaş sınırından emekli oldu. 6 Ekim 1949’da öldü. Evli olup bir çocuk babası idi.[83]
BİRİNCİ BÖLÜM MECLİS EGEMENLİĞİ VE YETKİLERİ KONUSUNDAKİ HASSASİYETLERİ 1.3 Meclis Egemenliği Konusundaki Görüşleri Mersin’den milletvekili seçilen Salâhaddin Bey, mazbatasını 15 Mayıs 1920 tarihinde almıştır.[84] 3. Kolordu Komutanlığı’ndan ayrılamadığı için Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 8 Aralık 1920 tarihinde katılabilmiştir. 23 Nisan 1920 tarihinde başlayıp, 16 Nisan 1923 tarihine kadar devam eden Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde dört yasama döneminde de görev almıştır. Dört yasama döneminde 553 birleşim gerçekleşmiştir.[85] Salâhaddin Bey’in, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi görüşmelerinde ilk defa 20 Ocak 1921 tarihinde söz aldığını görüyoruz. O tarihe kadar Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi zabıtlarında adı geçmiyor.[86] Salâhaddin Bey’in Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki faaliyetlerinde en dikkati çeken nokta, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hukuku konusundaki hassâsiyetidir. Bu konuyu demokratik bir hak olarak görmüş, meclis görüşmelerinde özellikle bu konularda görüşlerini açıklıkla ifade etmiştir. Bunun yanında malî ve askerî eğitim, sağlık, bayındırlık vb. gibi konularda da görüşlerini sık sık ifade etmiştir. Sadece görüşlerini ifade etmemiş, bu konularda önerge de vermiştir. Ayrıca çeşitli komisyonlarda da görev almıştır. Salâhaddin Bey, yaklaşık üç yıl görev aldığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 127 defa söz almış, 14 defa önerge vermiş, 4 defa da teklif sunmuştur.[87] Yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi Salâhaddin Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin faal mebuslarından biridir. Salâhaddin Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İkinci Grup’un kurucuları arasında yer almıştır. Birinci Grup ile İkinci Grup arasında bazı konularda görüş ayrılıkları ve çatışmalar vardı. Bu çatışma konuları şu şekilde ifade edilebilir. Meclis üstünlüğü, hey’et-i vekilenin görev ve sorumlulukları, vekil seçimlerinde meclis başkanınca aday gösterilme, meclis başkanlık divanının tarafsızlığı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sorunlar, Başkumandanlık Kanunu’yla başkumandana verilen olağanüstü yetkiler, istiklâl mahkemeleri.[88] Bu başlıkların İkinci Grup’un programıyla da paralel olduğu söylenebilir.[89] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en önemli özelliklerinden birisi çoğulcu yapısıdır. Çok farklı fikirlerin ve grupların olduğu bir meclistir. Samet Ağaoğlu, “Kuva-i Milliye Ruhu” adlı eserinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin idareyi kontrol etmesini Kuva-i Milliye ruhunun muhteşem bir tecellisi olarak saymaktadır. Yine aynı eserde, meclisin hak ve hukukunu koruması şu şekilde ifade edilmiştir:
Millî iradeyi mutlak şekilde temsil etmekte bulunan Meclis bu temsilin kanunun ölü bir maddesi haline düşmesi ihtimalîne karşı daima dikkatli davranmış ve en büyük asabiyeti kendi hak ve salâhiyetlerine tecavüz addettiği hareketlerde göstermiştir. Büyük Meclis’in zabıtları bu dikkat ve itinasının sonsuz misalleri ile doludur.[90]
İkinci Grup’ta yer alan mebuslar kanunla yasama ve yürütme yetkisiyle donatılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, uygulamada zaman zaman devre dışında bırakılmasını ve görev ve sorumlulukları bir kanunla açıkça belirlenmemiş olan Hey’et-i Vekile’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bilgisi dışında bazı uygulamalar yapmasını, Meclis’in üstünlüğü ilkesinin ihlali olarak değerlendirmişlerdir.[91] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclis çalışmalarında Salâhaddin Bey’in de en hassas olduğu konuların başında meclis hukuku ve üstünlüğü olmuştur. Bu yönüyle baktığımızda demokratik hassasiyetinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda ifade edildiği gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi zabıtları Salâhaddin Bey’in bu konudaki hassasiyetlerinin misalleriyle doludur. 27 Ocak 1921’de Sadrazam Tevfik Paşa, İtilaf Devletleri’nin, Osmanlı Hükûmeti’nden, Londra’da toplanacak konferans için delege istediğini ve bu delegeler arasında Ankara temsilcisinin de bulunmasını şart koştuklarına dair bir telgrafı Mustafa Kemâl Paşa’ya yollamıştır. Mustafa Kemâl Paşa bu telgrafa karşılık 28 Ocak 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millî iradeye dayanarak Türkiye’nin kaderine el koyan tek meşru güç olduğunu; davetin doğrudan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yapılması gerektiğini bir telgraf ile bildirmiştir.[92] Bu şekilde karşılıklı telgraflar sürerken, durum 29 Ocak 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gündemine getirilmiştir. Burada Mustafa Kemâl Paşa Tevfik Paşa ile karşılıklı çekilen telgraflar hakkında mebuslara bilgi vermiştir.[93] Mustafa Kemâl Paşa 30 Ocak 1921’de Tevfik Paşa’ya anayasa metnini göndermiş ve hiç kimsenin meclisin koyduğu esaslar dışında hiçbir meseleyi halletmeye yetkili olmadığını, Meclis Başkanlığı’yla başlayan haberleşmenin takibini Hey’et-i Vekile’ye bıraktığını bildirmiştir.[94] Mustafa Kemâl Paşa 31 Ocak 1921’de konuyla ilgili Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı açıklamada İstanbul’la haberleşmeyi, Hey’et-i Vekile’ye devrettiğini söylemiştir. Bunun üzerine muhalif mebuslar, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu konuda tek yetkili makam olduğunu belirterek, Hey’et-i Vekile’nin Meclis’e haber vermeden İstanbul’la haberleşmesini şiddetle eleştirmiştir.[95] Bu konuda 15 mebus; Hey’et-i Vekile’nin, devlet ve milletin hayatî varlığıyla ilgili meseleleri halletmeye çalışması Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yürütme gücüyle çelişeceğinden, ayrıca Hey’et-i Vekile’ye böyle büyük bir sorumluluk verilemeyeceğinden, Londra’ya bir delegeler kurulu gönderilmesi konusunda İstanbul ile yapılan haberleşmelerin sonradan Genel Kurulun onayına sunulmak üzere önce özel komisyonda görüşülüp, karara bağlanması ve bunun Hey’et-i Vekile’ye duyurulmasını isteyen bir takrir vermişlerdir. Takrir veren mebuslar arasında Salâhaddin Bey de vardı.[96] Bu gelişmelerin ardından Mustafa Kemâl’in Meclis içerisinde hafiye olduğuna dair ifadeleri üzerine Salâhaddin Bey’le Mustafa Kemâl arasında sert tartışmalar yaşanmıştır. Salâhaddin Bey:
Efendiler; bu takrire vazıülimza olan (imza atan) zevât bir hisse tebaiyet etmiştir. Doğru veya yanlış, yanlış ta olabilir. Bu takrire vaziülimza olanlar şunu düşünmek istemişler ki- ben başkalarını bilmiyorum- şahsen şunu düşündüm ki: Şu Meclisin devam ve bekasını icap ettiren mesailin en mühimi bugün mevzu olmaktadır ve bugün yine çalışılıyor.
Mustafa Kemâl’in :”Çoktan mevzudur. Yeni vazolunmuyor. Gayrikabili tebeddül (değişme) ve tezelzül (sarsılma)’dür. Binâenaleyh yeni esaslar vazedecek değiliz. Bu Meclis’in temeli gayet sağlamdır.” cevabına karşı Salâhaddin Bey :”Hiçbir manalı söz söylemek istemiyorum. Gayet açık söylüyorum. Efendiler; ben bu memleketin 42 yaşına gelmiş, nüfûz ve haysiyetiyle yaşamış bir adamıyım. Kimseye dahletmek istediğim yoktur.” diye cevap vermiştir. Çorum Mebusu Ferit Bey’in ,“Bunu söylemeğe de lüzum ve mana yoktur. Herkes namusunu kıymetli bilir. Size karşı söyleyen yok” ve Çorum Mebusu Fuat Bey’in “Size tecavüz edilmemiştir. İtiraz edilmiştir.” ifadelerine karşı Salâhaddin Bey, “Tecavüz edilmiştir efendim. Vaziülimza olanlar meyanında hafiye vardır denilmiştir” diye cevap vermiştir. Salâhaddin Bey, daha sonra Meclis içerisinde hafiye varsa bunların tecrit edilmesini, Meclis’in söz söylemek için açıldığını ve hükûmetinde gizli ya da açık toplantılarda bunu yapabileceğini, Meclis’i muhatap kabul etmiyorsa Meclis’e gerek olmadığını, Meclis’te bir fenalık varsa bunun temizlenmesinin hem Meclis Başkanlığı’na; bilhassa da Hey’et-i Vekile’ye ait bir görev olduğunu ifade emiştir.[97] Salâhaddin Bey, Çorum Mebusu Ferit Bey’in : “Meclis, Hey’et-i Vekile muhtardır diye karar vermiştir ve buna mümasil bir vaka geçmiştir. Ermeni sulhunda böyle oldu. Meclis müttefikan bu işin tesviyesini hükûmete tevdi etti. Siz en buhranlı zamanlarda mesele çıkarmak istiyorsunuz” şeklindeki cevabına şu şekilde karşılık vermiştir:
Rica ederim; buhranlı zaman dedinîz. Fakat bu Meclis herkesin içtihâdını söylemesi için açılmış ise, bu kürsüde herkes içtihadını söyler. Biz de onun için geldik. Yok, eğer böyle değilse, kapıyı kapar, çıkar gideriz. Onun rica ederim. Birbirimizi muatebe etmeyelim, fena görmiyelim, birbirimize suiniyet göstermeyelim. İçimizde fenalık eden varsa ise çıkarırız, temizleriz ve bunu hepimiz rica ederiz. Bendeniz de bu kâğıda bir hakkı istemek için vaz-ı imza ettim ve hala hakka kailim. O imzalar meyanında hafiye sıfatında bulunan insanları hükûmetin tespit edeceği şekilde, fakat biran evvel temizlenmesi lazımdır. Bunu her namuslu zatın talep etmesi hakkıdır, talebim budur ve bu bapta bir takrir veriyorum. Müsaade buyurursanız okuyalım. Kimsenin Hükûmetten veya şundan bundan istediği yoktur, herkesin istediği hakkıdır ve bu hakkın istenmesi müzakereye konması ve hukukun meydana konması faide ise bu faideyi ben talep ediyorum. Bundan bugün bahsetmeyin diyorsunuz, eğer bunun bugün mahzuru, mazarrâtı var ise yarın bahsetmek üzere söylemek hakkımı muhafaza ederim. İşte mesele budur. Madem ki Hükûmet herhangi bir müzakeratı bir neticeye isal edecek, evvelce Meclis-i Âli’nin fikrini istimzaç ederse bu, doğru bir harekettir. Meclis’in hakkını talep etmesi günah mıdır efendiler? Niçin birbirimizi ittiham edelim? İtidale gelmeliyiz. Allah göstermesin. Eğer içimizde öyle bir adam var ise Allah ve kanun onları temizlesin. (Amin sesleri, kahrolsun sesleri). Bunun mucib-i heyecan olmasına taaccüp ediyorum. Bir daha bu Meclis’te bir yere imzamı atamıyacağım, korkuyorum. Bu doğru değil, encümen teklifi meselesi bence haiz-i ehemmiyet bir mesele değildir Beyefendi.[98]
Salâhaddin Bey, daha sonra “Meclis azası arasında hafiye bulunduğuna dair Mustafa Kemâl Paşa tarafından vuku bulan beyanâttan dolayı bu meselenin biran evvel tahkik edilmesine ve azanın serbesti kelamının ihlal edilmesine dair” takrir vermiştir. Bu takrirde Meclis içerisinde hafiyelik yapan şahısların tespit edilmesi, bu tehdidin ortadan kaldırılması ve mebusların fikirlerini serbestçe ifade edebilmesi yer alıyordu. Meclis Başkanı’nın mebusların fikirlerini serbestçe ifade edebildiklerini Meclis’te böyle bir sıkıntının olmadığı şeklindeki cevabına Salâhaddin Bey, şu şekilde karşılık veriyor:
Bendenizin korktuğum efendiler, içimizde fena adam varsa çıksın ve bize söylenemeyecek söz kalmasın. Yani samimi olarak her şeyi anlayalım. Başka hiçbir şey yoktur. Zannederim Meclis bundan bir yabancılık hisseder. Yoksa Riyaset-i Aliye vazifesini istimal ediyor veya edemiyor, söz söyleniyor, söylenmiyor, katiyen bunu düşünmedim. Yani bizim herhangi bir mesele hakkında bir insanın fikrine zihnine gelen şüphenin veya akla gelen bir arzunun memleket ve millete nafi olması, serbestinin bu Meclis’te mevcut olması ile kaimdir. İçimizde hiç kimse birbirinden şüphe etmemeli. Fikrim budur. [99]
Bunun üzerine söz alan Mustafa Kemâl, şu şekilde cevap vermiştir:
Efendim Salâhaddin Beyefendi Meclis’in bidayeti teşekkülünden bu ana kadar rüfeka-yı saireye iştiraken bulunmadıklarından birçok noktaları henüz tamamen ihata etmemiş olduklarını kabul etmek isterim. Henüz yakın bir zamanda içimizde bulunuyorlar. Salâhaddin Beyefendiyi böyle daima tereddüt çıkaracak tarzda kanâate sevkeden ikinci bir kanâatta olabilir. Çünkü Salâhaddin Beyeefendi bu mahiyette bir Meclis’in bu memleket için billüzum olduğu kanâatı iptidaiyesinde bulunuyorlardı. Mevcut olan Hey’eti Temsiliye’nin bu mesele için kâfi gelebileceği ve bu suretle iktifa edilmesi fikrinde idiler ve bu kanâatı muhafaza etmekte bulunduğu için bugün bu Meclis’in mahiyetini idrak edememektedir. Bu husustan dolayı kendisini mazur görürüm. Üçüncü bir sebepte; Salâhaddin Beyefendiyi yanlış mutalaata, yanlış muhakemata, yanlış netayice sevkedebilir. O da kendi zihniyeti itibariyledir. Malûmu aliniz Salâhaddin Bey bu Meclis’in içine gelirken, bu milletin sinesine girerken İngiliz sefarethanesinden geçerek İngiliz torpidosuna binmiştir.
Salâhaddin Bey, ”Evet İngiliz torpidosuyla geldim” diye cevap veriyor[100]. Mustafa Kemâl konuşmasının devamında şunları ifade ediyor:
Ve ilk yaptığı şey, vazife-i milliye ve vataniyesiyle meşgul olan bir arkadaşı yerinden oynatmak ve yerine geçmek olmuştur. Binaenaleyh kendileri haddi zatında fena bir adamdır demek istemiyorum, ancak bu zihniyetlerle içimize geldiği için bazı vaziyetimizi bu suretle görmektedir. Binaenaleyh aynı suretle muhakeme etmekte beraber olamayız.
Sözlerine Salâhaddin Bey, şu şekilde cevap veriyor.
Efendiler; Paşa hazretlerinin bendenizin bütün tereddütlerimi bu zihniyete atfetmelerini mazur görürüm. Çok teessüf ediyorum ki efendiler; şahsım için söz söyleniyor. Allah bugünü gösterdi. Esef ederim. Benim mevcudiyetim hiçtir. Sıfırdır. Fakat tezahür etmek lazım gelen şeyler var. Evet, ben İngiliz sefaretinin hazırladığı bir torpido çekerle Samsun’a geldim. Beni gönderen Harbiye Nezareti’nde isimlerini söylemek istemediğim zevât-ı aliyedir. Beni bu maksad-ı aliyenin temini husûlü için, o zaman Hükûmetle Anadolu arasında mevcut olan uçurumu ıslah için ve müsait ve mutedil bir vaziyette mesele-i milliyenin halli için göndermişlerdir. Paşa hazretleri bunu bilmez değillerdir. Fakat benim şahsıma bir leke kondurmak istiyorlarsa serbesttirler. Ben hiçbir kimsenin karşısında istiaze etmiyeceğim. Fakat rica ederim. Ne için benim şahsıma leke sürülmek isteniyor? Sonra; Hey’et-i Temsiliye arzu ediyor ve Meclis’i arzu etmiyor dediler. Allah’tan korkmalı. Ben Allahtan istiaze ederim, Allah’tan korkarım efendiler. Bir Hey’et-i Temsiliye’nin vücuduyla bu memleketin idaresi kabil olacak ve memleketin, milletin bir Meclis-i Âlisine razı olmıyacak kadar basit zihniyetli bir insanı ben tasavvur etmiyorum ki şu Meclis’te bulunsun…
Sözlerine Mustafa Kemâl Paşa,”Mutalâatınızı muhtevi raporunuz mevcuttur.” diye cevap veriyor. Bu sözlere Salâhaddin Bey, şu şekilde cevap veriyor:
Mutalaatımı pek güzel okuyabilirsiniz, âşikârdır. Hey’et-i Temsiliye geçen sene Sivas’ta çalıştığı zaman benim söylediğim sözler mukayyettir. Rica ederim. Meclis-i Âli’nin bir şubesine veriniz, tetkik etsinler. Efkâr ve mutalaatım, bir Meclis-i Millî’nin teşkiline muârız olduğumu tazammun ediyorsa bugün beni bu Meclis içinde çalıştıran, beni bu Meclis’e iltihak ettiren Zat-ı Devletleridir. Rica ederim. Bana mebus olmaklığım teklif edildiği zaman işim çok dedim. Rica ederim burada her söz söylemek isteyenler böyle lekelenirse bu Meclis içerisinde oturmayalım. Burası milletin evi ise pekâlâ, rica ederim serbest olalım. Bu nedir? Ayıptır. Allahtan istiaze ederim, maksadım tariz değildir. Lakin nedir bu haller? Anlamıyorum. Herhangi bir mesele için bir arkadaş bir sual sorsa alnına bir damga vuruluyor ve üzerine bir çamur atmak için bir tertip görüyorum. Allah’tan korkalım, Allah’tan. Nedir bu haller? Ben bir şey anlamıyorum. Nasıl olur ki, bir Meclis-i Millî’nin vücuduna ben muârız olayım? Efendiler, Hey’et-i Temsiliye için şahsen ve kalben o zamandan bu vakte kadar ve burada ordu mıntıkasında âsâyişin husûlü için çalıştım. Benim mesaimi sahsen söylemek istemiyorum. Dört livanın mebusları bunu bilirler. Niçin beni itham ediyorlar? Hükûmet bunu pekâlâ biliyor. Ne oluyor bilmiyorum? Efendiler, ben itham olunabilirim, bütün insanlar gibi benim de nekayisim olabilir. Ben isbat-ı kemâl için buraya çıkmıyorum. Ben kimsenin şahsına tariz etmiyorum. Benim şahsiyetim hakkında niçin tariz olunuyor? Bilmiyorum. Meclis-i Âlinizde istiaze ederek söylüyorum. Tereddüdüm olursa, zihnimde anlamadığım nikat olursa, rica ederim, şüphe etmiyeyim mi? Benim zihnim vardır. Bu, işleyecektir. Bunu kabul buyurunuz. Burası Meclis-i Âli’dir ve burası birinin evi değildir. Hepimizin evidir. Sual budur. Efendiler; burası hepimizin evi olduğuna göre şerefimize haysiyetimize ilişmeyiniz, rica ederim, birbirimizin haysiyetine ilişmeyelim. Bunu reddederim.[101]
Yaşanan bu tartışmalar sonucunda meclis denetimi isteyen mebusların baskıları başarıya ulaşmış, Hey’et-i Vekile gelişmeleri sürekli Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine getirmek zorunda kalmıştır. Bundan sonraki olaylar, bu görüşmelerin etkilerinin oldukça derin izler bıraktığını, meclis - hükûmet ilişkileri üzerinde başlayıp kişilikleri yıpratmaya kadar varan bu sert ve kinci tartışmanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde doğacak muhalefetin kaynaklarından biri olduğunu gösterecektir.[102] Adliye Encümeni tarafından “teslim olacak eşkiyalar hakkında takibin ertelenmesine” dair kanunun görüşmeleri sırasında söz alan Salâhaddin Bey, hükûmetin tecil-i takibat altında böyle bir şey yapmasının doğru olmadığını, böyle hainleri beslemenin doğru olmadığını, af kanununa göre af ve tecilin Meclis’in görevi olduğunu, Kanun-i Esasi’nin yedinci maddesinde de af yetkisinin Meclis’te olduğunu ve bu yetkinin Hey’et-i Vekile’ye vermenin ne gibi fenalıklara sebebiyet verebileceğini, buna Meclis’in izin vermemesi gerektiğini belirtmiştir.[103] Üçüncü içtima senesinin başlangıcında söz alan Salâhaddin Bey, usûl hakkında konuşmak istediğini belirtmiş, Meclis Başkanı’nın söz vermesi üzerine, Meclis’in üçüncü millî senesine başladığını, bu senenin önceki seneden daha iyi bir sene olması düşüncesinin hakları olduğunu ifade etmiş, Meclis celselerinde, gelecek celselerde gündeme alınacak maddelerin Meclis’e sunulmasıyla Meclis’ten, Hey’et-i Umumiye’ce okunması ve mütalaası istenenlerin takdim edilerek düzenli bir şekilde zabta geçirilerek müzakere edilmesini istemiştir.[104] Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey’le arkadaşlarının “Bir Tanzim Encümeni kurulmasına dair kanun teklifi ve lâyiha encümeni mazbatası” dolayısıyla yapılan görüşmelerde kanun teklifinin Layiha Encümeni tarafından reddedildiği ifade edilmiş ve bu sebeple Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bazı tartışmalar yaşanmıştır. Teklifi veren Bolu Mebusu Hilmi Bey, kendisinin verdiği teklifle layihaların acil olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılması ve acil olanın öne konulması olduğunu ifade etmiştir. Bu sırada söz alan Salâhaddin Bey, Hilmi Beyefendi’nin verdiği teklifi kapsamı ve esası konusunda tereddüdü olduğunu, ancak üzerinde durdukları noktanın önemli olduğunu, meclisin encümen başkanlarından oluşan veya mazbata muharrirlerinden oluşan bir encümen başkanlığının bulunması gerektiğini ve meclis rûznamesini de o encümenin yazması gerektiğini ve layihanın düzeltilip, değiştirilerek görüşülmesini önerdiğini ifade etmiştir. Layihanın reddi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilmiştir.[105] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin daha verimli çalışması konusunda hassas olan Salâhattin Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan günlük görüşmelerin düzenlenmesi ve encümenlerin toplanmaları için ayrı bir bina hazırlanması konusunun görüşülmesi sırasında söz almış, Meclis-i Âliye hürmetin Meclis-i Âli’nin hukukunu kabul etmek olduğunu, fakat bunu yeterince göremediğini, fakat asıl konuşacağı konunun bu olmadığını, Meclis’in baskın yeri olmaktan çıkarılmasını, Meclis’in gündemi konusunda önceden aza-yı kiramın bilgi sahibi olmasını, bu şekilde fikrî bir hazırlıkla Meclis’e gelineceğini ve bu şekilde millete daha faydalı olunacağını, aksi takdirde daha önemsiz gündemlerle Meclis’in zaman kaybedeceğini, maddi olarak da kayıplara uğrayacağını, kendisinin önerisinin encümen reislerinden oluşan bir hey’etin, Meclis’in gelecek gündemi konusunda fikrini söylemesinin doğru olacağı kanâatinde olduğunu ifade etmiştir. Konuşmasına devamla, Meclis’in yeterli gelmediğini, bu şekilde Meclis’in çalışmasının mümkün olmadığını, bunun Meclis’e hürmetsizlik olduğunu ve kendilerine yer lazım geldiğini ifade etmiştir. Daha sonra Salâhaddin Bey, “Badema her içtima nihayetinde içtimai âtide Meclis-i Âliye arz olunacak ruznamei müzekeratın Hey’et-i Umumiye kararına arz edilerek tesbit edilmesi hususunun Meclis-i Âlice tasvip ve usûl ittihaz buyurulmasmı teklif ederim.” içerikli önerisini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuştur.[106] Fakat öneri ertelenmiştir. Meclis’in yetki ve hâkimiyeti konusunda hassas olan Salâhaddin Bey, iki mebusun askere alma dairesini kontrol için görevlendirildiklerine dair başkumandanlık tezkeresi üzerine söz almış, ”Meclisin söz söylemek hakkı yok mu? O halde hâkimiyet kimdedir? Size soruyorum. Meclisin salâhiyet, vaziyeti ve hâkimiyeti nerede kalıyor?” diyerek itiraz etmiştir.[107] Salâhaddin Bey, 28 Şubat 1922 tarihli Meclis görüşmelerinde konuyu tekrar gündeme getirmiş, Meclis’in bir sonraki celsede hangi konuları müzakere edeceğinin belli olması gerektiğini, şimdi gündemi bilmeden geldiklerini, başkanlık makamından bunun uygulanmasını istediğini, bir gün önceden gelecek celsede neyin müzakere edileceğinin bilinmesi gerektiğini, bunu rica ettiğini ifade etmiştir.[108] Burdur Mebusu Ali Ulvi Beyin emekliliğine dair takrir sırasında günden dışı söz alan Salâhaddin Bey, aynı konuyu gündeme getirmiş, Meclis’in millî hâkimiyetine zarar verildiğini, milletin hâkimiyetinin Meclis’te tecelli etmesi gerektiğini, memleketin şurasında burasında meydana gelen olaylar için gönderilecek zevatın isimlerinin önce Meclis’e gelmesi gerektiğini, kabulünde Meclis’in kararına göre olması gerektiğini ifade etmiştir.[109] Şer’iye ve İktisat Vekillerinin seçimi dolayısıyla usûl hakkında söz alan Salâhaddin Bey, Ser’iye Vekâletinin önemli bir makam olduğunu, şu anki seçimi müşkil gördüğünü, bu konuya özen gösterilmesi gerektiğini, iki adayın çekildiğini, bir adayın kaldığını, bu sebeple durumun zorlaştığını, meclisin kendi kanâatini ve seçimini yapmasının elzem olduğunu ifade etmiştir.[110] Kırşehir Mebusu Yahya Galip Bey’in Ramazan Bayramı ertesine kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tatil edilmesi önerisine karşı çıkmış, Millî Mücadele’nin en kıymetli anlarında Meclis’in kapalı kalmasını doğru bulmadığını, ancak seyrek yapılabileceğini ifade etmiştir.[111] Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisvekilliğine Fevzi Paşanın seçildiğine dair Hey’et-i Vekile Tezkeresi üzerine söz alan bazı mebuslar, bu tezkereyle Meclis’in yok sayıldığını ifade etmişlerdir. Salâhaddin Bey de “teamül olmasın” diye görüşünü ifade etmiştir. Tezkere Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından iade edilmiştir.[112] Nafıa (Bayındırlık) Bakanlığı seçimi için yapılan görüşmeler sırasında söz alan Salâhaddin Bey, takrirlerin okunmasını istemiş ve güvenin ekseriyetin oyuna dayandığını, bu olmadan hiçbir şeyin makbul olmadığını, bir kişinin reyi mi önemlidir, meclisin reyi mi önemlidir diye ifade etmiştir. Konuşmasının devamında esaslı kanunun müzakere edilmesine kadar Hey’et-i Vekile’nin Nafia Vekâletini idare etmesini istemiş ve yolda kanun tekliflerinin olduğunu ifade etmiştir. Salâhaddin Bey’in önerisi dikkate alınmamış ve yapılan seçim neticesinde İstanbul Mebusu Adnan Bey, 178 milletvekilinin 97’sinin oyu ile Nafia Vekâletine seçilmiştir.[113] Kendisi hakkında tatbik edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçici uzaklaştırılması ile ilgili önergenin görüşülmesi sırasında söz alan Erzurum Mebusu Salih Efendi, kendisine verilen cezanın kanuna göre ağır olduğunu ve kaldırılmasını istemiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu konuda görüşmeler yapılmış bazı mebuslar cezanın kaldırılmasını istemişler, Meclis Başkanı olan Rauf Orbay ise böyle bir karar alındığı takdirde bir mebus gibi görev yapacağını ifade etmiş ve buna karşı çıkmıştır. Bu konuşmalar üzerine söz alan Salâhaddin Bey, konunun çok nazik olduğunu bir yandan Meclis’in hukukuna bir yandan da meclis başkanlığının hukukuna dayandığını, meselenin ileri bir tarihe ertelenmesini rica etmiştir. [114] Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa’nın dönüşüne kadar Hey’et-i Vekile Başkanı Rauf Bey’in vekâlet edeceğine dair Hey’et-i Vekile başkanlığının tezkeresi dolayısıyla yapılan görüşmeler sırasında söz alan Salâhaddin Bey, tezkere ile üç bakanlığın bir kişide toplandığını ve bunun ne kadar kanunlara uygun olduğunu ifade etmiştir.[115] Millî irade konusu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde değişik zamanlarda gündeme gelmiş ve tartışmalara yol açmıştır. 4 Eylül 1922 tarihli birleşimde 30 Ağustos zaferinden sonra “Afyon Karahisar ve Dumlupınar Meydan muharebelerinde fevkalâde hizmetleri geçen bâzı kumandanların Büyük Millet Meclisi takdirnamesiyle taltiflerine dair başkumandanlık tezkeresi” dolayısıyla çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, bu kişilerin terfilerini Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde okuduğunu, irade-i milliyenin sadır olduğunun ifade edildiğini, bunu hayretle okuduğunu ve irade-i milliyenin şahs-i manevisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu ifade etmiştir. Müdafaa-i Milliye Vekili Karesi Mebusu Kazım Paşa, yapılan muamelenin kanunlara uygun olduğunu ifade etmiş, Kırşehir Mebusu feriklik ve müşirliğinde bulunduğunu, Yozgat Mebusu Ali Bey de reis paşa hazretlerine müşirliğin meclis tarafından verildiğini ifade etmiştir. Görüşmelerin devamında söz alan Salâhaddin Bey, bir teklif vererek görüşmelere geçilmesini istemiş, itirazının esasa değil usûle dair olduğunu, bu sebeple Meclis’in kabulünü ifade için bitasvip kelimesini kullandığını, bitasvip yerine bilkabul kelimesinin konması halinde değişikliği kendisinin de kabul edeceğini, cephedeki arkadaşlarının terfisine karşı olmadığını ifade etmiştir. Daha sonra “bazı zevata yapılan usûle muvafık ve selâhiyete müstenit olduğuna” dair karar kabul edilmiştir.[116] Salâhaddin Bey ve arkadaşları Yenigün Gazetesi’nde neşredilen bir başmakale sebebiyle Meclis’e bir takrir vermişler ve bu takrirde Yenigün gazetesinde yayınlanan “Yeni Bir Cidal Devri” serlevhalı başmakalede “Meclis-i Âli’de bir cidal devri açıldığına, Büyük Millet Meclisi’nin görmeye müvekkel olduğu işleri gördükçe hakikaten Büyük Millet Meclisi olduğuna ve fakat salâhiyet ve kudretlerinin menbâını unutarak tahakküm devresine geçmek isterlerse mevcudiyetleri esasen bir şekilden ibaret olarak şekle maksur olmaya mahkûm olduğuna, bu işte, hürriyet ve serbesti olmadığını milletin emrettiğine, Büyük Millet Meclisi âzasından bulunulsa bile serbestli fikrolmadığına, onların kanları içinde boğulacağına ve kafaları kesileceğine dair altı işaretli satırlar görüldü.” ifadeleri yer almıştır. Salâhaddin Bey ve arkadaşları makalenin “bâzı efkârın müdafii olabileceğine nazaran efkârına hürmet lâzime-i serbesti ve hürriyettir. Fakat Meclis-i Millî’de yeni bir safha-i cidal açıldığına; Meclis-i Millî’nin mevcudiyeti esasen şekilden ibaret olarak şekle maksur olmaya mahkûmiyetine, bu işte hürriyet ve serbesti olmadığını milletin emrettiğine” dair ifadenin Meclis-i Âli’nin haysiyet ve şerefine ve kürsi-i milletin tahakküm ve istibdat ve tehdit altında olduğuna ve kimsenin kanâatlerini ve fikirlerini söylemesine müsaade edilmeyeceğine ve inkılâp uğruna kanlı safhaların tekerrür edeceğine dair taarruzattan ibaret olduğuna ve sulh müzakeratı esnasında yapılan bu neşriyat Meclis’in vaz’ı meşru ve hakikisi hakkında şüphe ve tereddüt uyandırabilmesi ihtimalîne nazaran ne vaz’an, ne siyaseten, ne nezaheten kâbil-i tecviz görülebilecek mahiyette olmadığından Divan-ı Riyasetçe mukteza-yı kanun ve haysiyetin ifasını veya İcra Riyaseti’ne tevdii keyfiyet edilmesini teklif ederiz. “ diye takriri vermişlerdir. Verilen takrir Meclis Başkanlığına sevk edilmiştir.[117] Meclis Başkanlığı Yeni Gün gazetesinin ilgili başmakalesinin Basın Kanuna göre araştırıldığını, başmakalede “hâkimiyet-i milliyenin kıskanç bir tarzı” ifadesinden başka esaslı bir fikir olmadığı ve bu sebeple takip edilecek bir husus olmadığına karar vermiş ve takrir oylamaya sunulmuş, 8 çekimser, 67 redde karşı 100 oyla kabul edilmiştir. Red oyu verenler arasında Salâhaddin Bey de vardır.[118]
1.2 Hey’et-i Vekile’nin Seçilmesi, Yetki ve Görevleri Hakkındaki Görüşleri
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde meclisin egemenliğine dayalı tartışmaların yaşandığı bir alan da Hey’et-i Vekile’nin seçilme yöntemi, yetki ve görevleri ile ilgiliydi. Hey’et-i Vekile’nin seçimi konusunda üç ayrı fikrin ortaya çıktığını, bunların sırasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi’nin icra vekillerini seçmesi, ikincisi encümenlerin bakanlıklara aday göstermesi ile meclis başkanının bunlardan birini seçmesi, sonuncu yöntem ise meclis başkanının her bakanlık için üç aday göstererek bu adaylar içerisinden birinin genel kurul tarafından seçilmesidir. Bunun dışında meclis başkanının hükûmetin başı olması dolayısıyla bakanlarını kendisinin seçmesi gerektiğini söyleyenler de vardı.[119] 4 Kasım 1920’de vekillerin seçim sisteminde önemli bir değişiklik yapılmış, daha sonraki dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde büyük çekişmelere temel oluşturacak bu değişiklikle, vekillerin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından doğrudan seçilmesi yöntemi sona erdirilip, meclis başkanının göstereceği adaylar arasından seçilmesi esasına geçilmiştir.[120] Bu değişikliğin sebebi Mustafa Kemâl’in Nutuk’ta da belirttiği gibi yürürlükteki yöntemle, istenmeyen kişilerin de vekil seçilebilmesidir. Bu konu İkinci Grup ile Birinci Grup arasındaki temel çatışma konularından biri olmuştur. [121] 20 Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa’nın 7. maddesinin son cümlesi, Hey’et-i Vekile’nin görev ve sorumluluklarının özel bir kanun ile tayin edileceğini hükme bağlamıştı. Hey’et-i Vekile’nin görev ve sorumluluklarını tespit edecek bir komisyon kurulmuş, komisyona seçilenler arasında Salâhaddin Bey de yer almıştır.[122] Komisyonda hazırlanan kanun teklifi tüm yetkilerin meclis başkanında toplanmasını önlemek amacıyla kabine sistemini getirme çabasıydı.[123] Bu çaba muhalefetin siyasî bir atağı olarak görülmektedir.[124] 24 Kasım 1921 tarihli “Hey’et-i Vekile’nin yetki ve görevlerine dair encümen-i mahsusun kanun teklifi ve mazbatası” görüşmelerinde encümen adına söz alan Salâhaddin Bey, kanunun hazırlanması gerekçesini şu sözlerle ifade etmiştir:
Devlet bir kuvvetler toplamıdır. Milletten alınan kuvvetler, yine milletin yararına uygun şekilde dağıtılır. Yüksek Meclisiniz 23 Nisan 1920’deki ilk toplantısında millet işlerine el koyarak, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştı. Fakat Yüksek Meclis en küçük işlere kadar her şeyi kendi yapamayacağından bu işleri kendine karşı tam bir sorumluluk içinde ve yeteri kadar yetkili olarak yürütme kuruluna gördürür. İşte bu yürütme kurulu üyelerinin meclise karşı sorumluluklarının ve meclisten aldıkları yetkilerin ne kadar olduğu, hak ve görevlerin nasıl denetleneceği kesinlik ve açıklıkla belirtilmemiş olduğundan böyle bir kanuna ihtiyaç doğdu. Anayasanın dokuzuncu maddesi, meclis başkanının aynı zamanda yürütme kurulunun da tabii başkanı olmasını hüküm altına almıştır. Fakat meclis başkanının, yürütme kurulunun da tabii başkanı olması, sorumlu bir yürütme amiri olması demek değildir. O, sadece denetçidir. Yürütme Kurulu’nun sorumluluğu üzerine alacak ayrı bir başkanı olması gerekir. Buna göre, yürütme sorumluluğunu taşıyan asıl başkan, doğrudan doğruya Meclis’e karşı sorumlu olmalıdır. Bize göre, Yürütme Kurulu başkanı olan kimse genel politikadan ve devlet yönetiminden doğrudan doğruya sorumludur. Böyle olmak da gereklidir. Oysaki bugün Yürütme Kurulu Başkanı, adeta yürütme kurulunun görüşmelerini yöneten geçici bir başkan gibidir. Devletin genel politikası bir bütündür. Onun için, bu amacı önümüze getirecek ve sizden güven alacak ortak sorumluluklu bir kurula ihtiyaç vardır. Bugün bütün devletlerdeki idare şekli iki türlüdür. Birinde yasama ve yürütme güçleri birleştirilerek kullanılır, ötekisinde güçler ayrılarak kullanılır. Güçleri birleştirmenin sonu diktatörlüktür. Güçlerin ayrılığı ise meşrutiyettir. Bu düzende yasama ve yürütme güçleri ayrı ayrı ve serbestçe görevlerini yaparlar. Bizde yapılan da zaten budur. Yüksek meclisiniz ilk toplantısında devletin bütün güçlerini kendinde topladı, ileri derecede merkezciliğe gitti. Vekiller birer birer seçildi. Hep birden Meclis’e karşı sorumlu olacak ve vekillere belli bir program gösterecek kimse yoktu. Bu işi Meclis Başkanı üzerine almıştı. Sonra bu değiştirildi. Bir aşama yapılarak vekillerden birinin Hey’et-i Vekile Reisi olması yoluna gidildi. Fakat bir şey eksik kalmıştı. Hey’et-i Vekile içinden seçilecek reisin meclise karşı yüklendiği sorumluluk nasıl bir sorumluluktu? Bu bilinmiyordu. İşte bu kanun ile bu eksik tamamlanacaktır. Şöyle ki, Yürütme Kurulu Başkanı, yürütmenin sorumluluğunu bir bütün olarak üzerine alacak, bir program yapacak, meclise sunacak, onaylanacak, bütün vekiller bu programa göre çalışacaktır. Mademki, ulusal egemenlik dönemindeyiz, bundan yararlanarak, hiç olmazsa hükûmet şeklini karanlıktan kurtarma yoluna gidildi ve bu tasarı, idarenin düzenli bir yola girmesi için ilk temel olarak hazırlandı. [125]
Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey’in Kanuni Esasi’nin tâdili yerine yeniden bir kanun yapılmasını önermesi üzerine söz alan Salâhaddin Bey, şu şekilde cevap vermiştir:
Binaenaleyh, işler yapılmak için nasıl bir kanun yapmak ve nasıl mesul bir adam tanımak lâzımdır. Çünkü verilen, yükletilen vazife alelade meclislerin verdiği vazife gibi değildir. Daha yüksektir. Bu nokta-i nazardan esas noktaya, yani Hey’et-i Vekile’nin suret-i teşkiline ve vazifesine ve sairesine mütaallik kanunun esası üzerinde imalî fikredilmelidir. Kelimat ve elfaz üzerine birçok şeyler beyan edebilirler. Fakat bundan fâide çıkmayacaktır. Kendilerinin birçok mütalâatını not ettim. Sırası gelince zamanında cevap vereceğim. Fakat bu nokta, yani Hey’et-i Vekile’nin tarz-ı teşkili bu kanunda mevzuubahsolmak itibariyle bu bir mükemmeliyet değil midir? Hey’et-i Aliyenizden bunu sormak istiyorum ve bizim Meclisimizde nokta-i esasiye budur.[126]
İki gün sonra görüşmelere devam edilmiş ve bu görüşmelerde uzun süren tartışmalar olmuştur. Tartışmaların bir kısmı konu ile alakalı olmasa da, bu tartışmalar da kısaca kanunla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerinin hükûmete geçtiği, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına bir kanun yok iken hükûmet için kanun yapmanın doğru olmadığı, vekillerin seçilmesinde kabine sisteminin getirildiği, yedinci maddenin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na uymadığı şeklinde eleştiriler olmuştur. Görüşmeler sona ermemiş ve pazartesiye bırakılmıştır.[127] Pazartesi günü yapılan görüşmelerde Salâhaddin Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerinin azaltılmadığı, kanunun birinci maddesi[128] ile hükûmetin yapamayacağı şeylerin yazıldığını, yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin icra yetkisini bilenlere bıraksın yasama yetkisiyle yetinsin demediklerini, yaptıklarının mevcut olan Hey’et-i Vekile’ye çeki düzenden ibaret olduğunu, kabine sisteminden bahsetmediklerini ifade etmiştir. Konuşmasının devamında Salâhaddin Bey;
Efendiler, siz bize bir kanun verdinîz ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun her hangi bir maddesindeki vekillerin vazaifi ve mesuliyeti bir nizamname-i mahsus ile tâyin olunması hususuna bizi memur ettiniz. Biz onu nazarı dikkate alarak, düşündük vekillerin vazifesi ne olur? Mesul etmek için evvelâ bir vazife vermek lâzımgelir. Veremiyeceğimiz vazife nedir? Kendimizde kalacak olan hukuk nedir? Mahmud Esad Bey’in o belagatle söylediği o hak nedir? Milletin kanından, dişinden, tırnağından artırdığı hak nedir? İşte o hakkı biz kimseye vermek istemedik. O hukukun kâffesi sizin elinize verilmiştir. Bu Meclis-i Millî’nin kabul edeceği bu kanun, dünyanın, her yerinde cari olan kavaninden daha kuvvetli olan bir kanundur. Ve bunun ne eksiği varsa bunu söyleyiniz, anlıyalım. Bendeniz anlamıyorum. Birtakım nazariyat bulutları önünde giderken, mevcud olan kanunu okumamış gibi duruyoruz. Rica ederim efendiler, tenkid için bunu, bu kanunu bir kere okumak lâzımdır. Bir kere birinci maddesi, Hey’et-i Vekile’nin yapamıyacağı ve bize, şahsımıza yani şahsiyet-i mâneviyemize tahsis ettiğimiz hukuktur. (2, 3, 4.) maddeleri bizzat vekillerin vazifeleridir. Sonra 12.maddesiyle 13. maddeleri kendilerinin ve müşterek yapacakları Vekiller Hey’eti’nin vazaifidir. Sonra bu vekillerin Millet Meclisi’nin Reisine karşı vaz ve mevkileri ne olacaktır? 5, 6, 1, 8. maddelerde bunlar tavzih ve tanzim edilmiş ve birbiriyle çarpışmaması temin edilmiştir. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun buna aid olan kısmı rüşeym halindedir ve onlar burada hiç bozulmaksızın ve kanun ruhuna göre, açık ve şüpheye meydan vermiyecek surette tefrik edilmiştir. Bunun eksiği varsa beyan buyurulsun. Vekillerin mesuliyeti hakkında bir söz yok dediler. Rica ederim. 14, 15, 16, 17, 18. maddeler tevhidi mesuliyete hadim vesaiti irae eder. Vekillerin intihabı meselesi ki; kabine diyorlar, efendiler, kabine diye bir kelime yazdık mı? Ve böyle bir şey teklif ettik mi? Bir tesanüt, tecanüs lâzımdır, demedik mi? Ve bugünkü şekil, tecanüsü temin ediyor mu? Ederse arkadaşlarım ispat etsinler. Bilhassa Mazhar Bey bu hususta sarih beyanatta bulundular. O mesele üzerinde konuşacağız. Bunu kabul ederiz. Yani bir tecanüs kabul etmek için usûl-ü mevcude kâfi ise pekâlâ. Bizim esasen aradığımız budur. Ve biz size kabine yapın diye ortada böyle bir fikir mevzuubahis değildir. Efendiler, biz diyoruz ki; Hey’et-i Vekile Reisi ile Şeriye Vekili’ni siz intihabedin. Umur-u Devlet bir küldür.[129]
Görüşmeler ertesi günkü içtimaya bırakılmıştır.[130] Ertesi günü yapılan görüşmelerde Kangırı Mebusu Behçet Bey, kanunun üç kuvvetin ayrılığına dayalı bir hükûmet tasvir ettiği şeklinde başladığı konuşmasına şu şekilde devam etmiştir:
Çünkü göründü ki; bir şekl-i hükûmet tasvir ediliyor ve o şekl-i hükûmet de garbın nazariyatına göre tertip ediliyor. Şark ile garbın bendenizce ahvali ruhiyesinde ve maneviyatında büyük bir fark vardır. Garpta tatbik olunan usûl bizde tatbik edilmez. Onların desatir-i hükûmeti başka, bizim ki de başkadır.
Erzurum Mebusu Durak Bey de Meclis yetkilerinin Hey’et-i Vekile’ye ve vekillere verildiğini ifade etmiştir. Salâhaddin Bey, bu konuda birinci maddenin açık olduğunu ifade etmiş, Durak Bey de tezat olduğunu, Meclis’in icraî yetkilerinin hiç kalmadığını ifade etmiş ve sözlerine şu şekilde devam etmiştir:
Bendeniz diyorum ki; biz bir hedef için, bir netice için buraya toplanmışız. O da Misak-ı Millî’dir. Bizim Misak-ı Millî’nin haricinde hiçbir vazifemiz yoktur. Biz burada yapacağımız kanunlar, memleketimizin usûlü idaresine göre memleketimizi kurtarmak için yapacağımız kanunlardır ki; bunların bendeniz muvakkat olduğuna kaaniim. Müsaade buyurun arz edeceğim. Çünkü efendiler zannediyorum ki; biz pek yakın bir zamanda Misak-ı Millî’ye kavuşacağız (inşallah sesleri) Biz Misak-ı Millî’ye kavuştuğumuz vakit bizim o gün vazifemiz bitiyor. Gerçi Meclis müstemirren münakittir. Fakat vazifemizi o zamana kadar îfa ettikten sonra bize bir vazife düşüyor. Biz bu arz ettiğim, saltanat ve hilâfet meselesini o zaman konuşacağız. O vakit bize bir vazife terettüb edecek, biz o vakte kadar vazifemizi ifa ettikten sonra vilâyata meclisin karariyle tebligat icra edeceğiz. Biz vazifemizi ifa ettik, biz artık buradan ayrılacağız, siz yeni vekillerinizi intihabedin ve buraya gönderin, gelsinler, bizden meclisi tesellüm etsinler diyeceğiz. Efendiler onlar intihaba başladıkları zaman, biz de burada geçirdiğimiz tecrübemizden yeni bir kanun-i esası vücuda getireceğiz. Bu kanun-u esasiyi burada yaptıktan sonra gelen hey’et kim ise o hey’ete teslim edeceğiz. Ve o hey’et kanun üzerinde lâzım gelen muamelesini icra edecektir. Ya bizim tertip ve kabul ettiğimizi aynen kabul edecek - çünkü bizim bunda tecrübemiz vardır – binaenaleyh ya aynen kabul edecek veyahut tâdil edecektir.[131]
Celseye verilen on dakika aradan sonra mazbata muharriri sıfatıyla söz alan Salâhaddin Bey, eleştirilerden yararlandıklarını, ancak eleştirilen birçok konunun kanun dışı olduğunu, kanunda kabine sözünün geçtiği şeklindeki iddianın doğru olmadığını, mebusların hangi noktaları istemediklerini tam olarak anlamadığını bu konuların daha açık söylenmesini ve buna göre açıklama yapabileceklerini, eksik noktalar varsa onların da bu şekilde düzeltilebileceğini, padişah ve halifenin durumu ile ilgili olarak Mustafa Kemâl’in “Millî hudutlar dâhilinde temini vahdet ve istiklâl ve tahlisi makam-ı hilâfet ve saltanat ahdiyle, teşekkül ettiği ve makasıd-ı mezkûrenin hulûlünde padişah ve halife-i müslimînin Meclis-i Âliniz vaz'edeceği esasat dairesinde mevkii mübecellini ahzedeceği tekrar ve Büyük Millet Meclisi’nin mesuliyet-i kanuniyesinin tesbitine ibtidar olmuştur.” şeklindeki ifadenin muhafaza edildiğini belirtmiştir. Konuşmasının devamında Salâhaddin Bey, kanunla getirdiklerini şu şekilde ifade etmiştir:
Efendiler bu kanuna bizim aklımıza gelen mevat konmuştur. Daha başka neler konması lâzım geliyorsa, muhterem arkadaşlarımızın tetkiklerine müstenit tekliflerine intizar eyleriz. Kanunun iki, üç ve dördüncü maddeleri; [132] Hey’et-i Vekile’nin vazaifine ve onuncu maddesi de Hey’et-i Vekile’nin tarzı intihabına aittir. Ve kabine meselesi diye mevzuubahsettiğimiz nokta da budur. Velhâsıl kanunun 11, 12 ve 13’ncü maddeleri vükelânın vezaif-i umumiye ve hususiyelerinden mütevellit mesuliyetlerini söyler ki, bunda mesuliyet-i malîye ve mesuliyet-i cezaiye keyfiyetleri de sarahaten, mevcut ve dâhildir. Ama siz tafsil isterseniz tafsil olunabilir. Hey’et-i Vekile’nin, her ne suretle teşekkül ederse etsin, Meclis Reisi’ne karşı vâzı ve mevkii aradaki 5, 6, 7 nci mevat ile tesbit edilmiştir ve zannederim hududu vezaifte birbirinden ayrılmıştır ki, bu da, selâmeti muamele, her tarafın serbestçe işine yapışabilmesi ve salâhiyetlerin yekdiğerinden tamamen ve toplu halde tefriki içindir. Biz bundan başka bir çare bulamadık. Daha iyi çare bulan varsa arz etsin. Bu mesele hakkında noksanlarımızı arkadaşlarımız söylediler ve bunlar üzerinde icabederse uğraşabiliriz. [133]
Kırşehir Mebusu Müfid Efendi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinin kanunda gösterilmesini istemesi üzerine Salâhaddin Bey, düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir:
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yedinci maddesinde Meclis-i Âlinize teveccüh eden hukuk budur. (Ahkâm-ı Şer'iye’nin tenfizi, umum kavaninin vaz'i; tâdili, feshi, muahede ve sulh akdi ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuk-u esasiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir.) bir kerre bunlar tamamen mazbuttur. Bundan fazla olarak (Ahkâm-ı Kanuniye’nin muhafaza ve icrası bilûmum kavaninin tefsiri, istikraz ve imtiyaz mukavelelerinin tasdiki, rütbe nişan ve menasıb tevcihi, Hey’et-i Vekile'nin teşkili, münferiden veya müçtemian ıskatı ve tâyini mesuliyeti kuva-i berriye ve bahriyenin kumandası umumi veya hususi seferberlik ilânı hükûmetçe akdolunacak mütarekenin tasdiki ilâh... Hukuk dahi Büyük Millet Meclisi’nin doğrudan, doğruya cümle-i vezaifindendir.) [134]
Konu 1 Aralık 1921 tarihli birleşimde tekrar görüşülmeye başlanmış, bu görüşmeler Mustafa Kemâl ile Salâhaddin Bey arasında söz düellosuna yol açmıştır. Görüşmelerde söz alan Mustafa Kemâl hazırlanan kanuna karşı eleştirilerini ifade etmiştir. Mustafa Kemâl, Hey’et-i Vekile’nin vazifesi ile ilgili kanunun bir haftadan beri müzakere ve münakaşasının devam ettiğini, en son söz alan mazbata muharririnin (Salâhaddin Bey) şu sözlerini hatırladığını : ”Mevzubahsolan kanun fevkalade mühimdir ve doğrudan doğruya Hey’et-i Vekile’ye aittir. Hâlbuki Hey’et-i Vekile’yi burada göremiyorum, alâkadaranın dahi bu mesele hakkında beyanı fikir ve mütalalaaları lazımdır”. Bir noktada haklı olduklarını, diğer noktalara katılmadığını ifade ederek sözlerine başlıyor. Konuşmasının devamında Meclis’in kanun çıkaracağını, Hey’eti Vekile’nin de ona uyacağını, Hey’et-i Vekile’nin de meclisin bir uzvu olduğunu, katıldığı noktanın herkesin görüş ve düşüncesini beyan etmesi olduğunu, kendisinin de mazbata muharriri beyefendinîn (Salâhaddin Bey) tekliflerini memnuniyetle kabul ederek huzurlarına çıktığını ifade ediyor. Mustafa Kemâl Paşa, teklifi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini şiddetle eleştiren çok uzun bir konuşma yapıyor. Mustafa Kemâl konuşmasında kanunun maddelerini Teşkilât-ı Esasiye Kanunu açısından değerlendirmiş ve bazı maddelerin bu kanuna aykırı olduğunu ifade etmiş, Meclis’in encümene böyle bir görev vermediğini, encümenin görev alanının dışına ve üstüne çıktığını belirtmiş ve sözlerini şu şekilde sona erdirmiştir:
Efendiler son sözümü arz ederek tasdiâtıma nihayet vereceğim. (Encümen mazbatasını irae ederek) Bu hey’et-i umumiyesi itibariyle bir vesikadır. Bunun içinde Hey’et-i Vekile’nin vazife ve salâhiyet ve mesuliyetine ait maddeler vardır. Fakat bunda daha çok divan-ı riyasetteki zevatın vazife ve vaziyetine dair maddeler vardır. Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzun bâzı mevaddını tahrif ve tağyir ve tebdil eden maddeler de vardır. Bundan da başka olarak bilhassa esbab-ı mucibe lâyihasında, akaid-i siyasîyemizle katiyen kabil-i telif görülmemesi muvafık olan bâzı nikat ve mütalâat vardır. Binaenaleyh bunun içinden yalnız Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzun yedinci maddesinin fıkra-i ahiresindeki noktayı temin etmiyor. Onu temin edebilmesi için o nokta-i nazardan müstacelen bir kanun yapılması lâzımdır. Fakat bu; hey’et-i umumiyesi itibariyle çok temenni ederim ki; Hey’et-i Celile’nizin malı olmasın. Samimî olarak arz ediyorum ki; bunda memleket için mahzur vardır.
Mustafa Kemâl’in uzun açıklamalarından sonra söz alan Salâhaddin Bey:
Efendiler, hayat-ı devlet ve memleket için bu kadar mühim olan bir meselenin bir anda geçilmesinin doğru olmadığını Hey’et-i Celile’niz takdir buyurur. Bir haftadır bu mesele üzerinde birçok arkadaşlarımız söz söyledi ve bugün beş saat gayet beliğ bir nutuk dinledik ve bu nutukta çok faydalı nikat bulunmakta yanı encümen tenevvür etmek istediği nikatı burada bulmaktadır. Bahsolunan şeylerin hey’eti umumiyesinden bendenizin istifade ettiğim bir iki nokta vardır ki; bellibaşlı tekmil meselesinin esası bunda icmal ediliyor. Ve encümene atfedilmek istenilen zihniyet, her ne olursa olsun, o kısmı almayacağım.
Mustafa Kemâl’in, ” Hayır; encümene hiçbir zihniyet atfetmiyorum beyefendi.” Cevabı üzerine Salâhaddin Bey şu şekilde cevap vermiştir:
Şahsi kısımları şimdi bertaraf ediyorum. Encümen bu hususta ilmî olarak cevap vermek mecburiyetindedir. Biliyorsunuz ki, bu iş için çalışan ve sekiz aydır muhassala-i mesaisini Meclis-i Âli’nin önüne koyan encümeniniz var. Bu mesele sekiz aydır encümende duruyor. Binaenaleyh sekiz gün daha bu mesele için encümenin son sözünü dinlemek lütfûnu diriğ buyurmayınız. Bundan tenevvür edecek hey’et-i umumiye-i millettir. Milletin menafi-i âliyesine hizmet etmek borcumuzdur. O gayeyi gözeterek encümen çalışıyor ve çalışacaktır. Binaenaleyh tekrar arz ve rica ediyorum, encümen son sözünü söylemedi. Hakikat hususunda efkâr-ı muhalife ve mütekabile yekdiğeriyle anlaşmadan meseleyi örtmek doğru değildir. Onun için müsaadenizle tensib edeceğiniz bir gün ve arzu buyuruyorsanız Pazartesi günü encümen namına arz-ı izahat edeceğim.
Tartışmaların ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi cumartesi toplanmak üzere görüşmelere son vermiştir.[135] Cumartesi günü toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Salâhaddin Bey önceki celsede kendisine encümen namına söz verilmediğini, bunun kanuni bir hak olduğunu, bu verilmezse dahi kanunun geri çekilmesi isteğinin kabul edilmesini istemiştir. Bu amaçla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, “Hey’et-i Vekile’nin salâhiyet ve vazifesine dair olan kanun teklifinin encümen-i mahsusa iade edilmesine dair takriri” vermiştir. Bu takrire aynı paralel de Mustafa Kemâl ve arkadaşları da, “Hey’et-i Vekile’nin salâhiyet ve vazifesine dair encümen-i mahsusça tanzim edilmiş olan kanun teklifinin, İcra Vekillerinin suret-i intihabı ve Hey’et-i Vekile reisinin Meclis’çe tasdiki noktasından da tekrar tetkik edilmek üzere Kanun-i Esasi Encümeni’yle Encümen-i Mahsusa havale edilmesine dair takriri” Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuşlardır. Her iki takrirde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiştir.[136] Aynı konu yaklaşık birbuçuk yıl sonra yeniden Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine gelmiştir. 6 Temmuz 1922 tarihinde Hey’et-i Vekile’nin seçilme usûlüne dair olan kanun tasarısı Meclis Genel Kurulu’na geldi ve görüşülmesine başlandı. Tasarının gerekçesinde özetle şöyle söyleniyordu:
Bakanlar Kurulu’nun kuruluş ve seçilme usûlüne hakkındaki bu kanun tasarısının bâzı kısımları çağımız uygar devletlerinin halkçılık vâdisinde en ilerisi olan İsviçre Devleti Anayasasının bâzı maddeleriyle benzerlik göstermektedir. Ancak bu benzerlik, birçok kanunlarımızın sakatlığı gibi tam bir taklit olmayıp memleketimizin meşrutiyet hayatında olagelen yenilik ve düzeltmelerin ve millî siyaset ihtiyacının hazırladığı zorunlu bir gelişmeden ileri gelmiştir. Olağanüstü zamanların zorlaması ve ihtiyacı ve millî tarihimizin etkisi altında olarak anayasamızda toplumun egemenliği esasına doğru olagelen bu önemli değişiklik anayasa hukuku bakımından takdire değer. Bugün uygar devletlerde bakanlar kurulunun kurulması ve seçilmesi üç temele dayanmaktadır. Birincisi tefrik-i kuvva (kuvvetler ayrılığı) usûlüdür ki, bugün Kuzey Amerika Birleşik Cumhuriyetlerinden bâzılarında uygulanmaktadır. Bu usûlde, bakanlar kurulu cumhurbaşkanı tarafından seçilir ve meclise karşı sorumluluk kabul etmez. İkincisi kabine sistemidir ki, İngiliz meşrutiyet tarihinin bir gelişimi sonucu olup Fransa Büyük Devrimiyle Avrupa anayasalarına girerek bugün batı devletlerinin önemli kısmında kabul edümiştir. Bu usûlde de Bakanlar Kurulu, kral yâda cumhurbaşkanınca seçen bir başbakan tarafından seçilmiş kimselerden meydana gelmekte ve meclisden güven alırsa göreve başlamaktadır. Üçüncüsü bakanlar kurulunun doğrudan doğruya ve teker teker millet meclisi tarafından seçilmesi usûlüdür ki, tarihde zaman zaman meydana gelen yürütme kurulu diktatörlüklerine önemli derecede engel olmaktadır. Büyük Millet Meclisi’nde ilk gününden beri uygulanmakta olan bu usûl bu tasarıda da kabul edilmiştir.[137]
Seçimde reylerin gereksiz şekilde dağılmaması, birlik ve beraberliğin sağlanması için de başkanlık divanı üyeleri ile komisyon başkanları ve Hey’et-i Vekile başkanının bir araya gelerek her bakanlık için üç aday göstermesi kabul edilmişti. Bu maddenin görüşülmesi büyük tartışmalara, gürültülere, hattâ kavgalara sebep oldu. İkinci Gurup Mebusları Salâhaddin (Mersin), Hüseyin Avni (Erzurum), Ali Şükrü (Trabzon), Ziya Hurşit (Rize), Mehmet Şükrü (Afyon), Reşit Ağa (Malatya), Hakkı Hami (Sinop) Beyler, her bakanlık için üç aday göstermesinin sakıncalarından bahsettiler. Karşı düşüncede olanların ve özellikle Mahmut Esat Bey’le Yunus Nadi Bey’in uzun ve hukuki konuşmaları etkili olamadı. Tokat Mebusu Hamdi, Afyon Mebusu Mehmet Şükrü, Dersim Mebusu Mustafa, Denizli Mebusu Mazlum Baba, İçel Mebusu Naim, Mersin Mebusu Salâhaddin ve Genç Mebusu Hamdi beyler tarafından verilen önergelerin kabulü ile bu hüküm kanundan çıkarıldı, Sivas Mebusu Vâsıf Bey ile 84 arkadaşının verdikleri önerge kabul edilerek “ Hey’et-i Vekile Başkanı ile bakanların Büyük Millet Meclisi’nce gizli oy ve salt çoğunlukla mebuslar arasından ayrı ayrı seçilmesi” kabul olundu. Oylamada 14 çekimser, 46 redde karşı 124 kabul oyu verildi. [138] Hey’et-i Vekile’nin görev ve sorumlulukları ile ilgili kanun teklifi görüşmeleri sırasında söz alan Salâhaddin Bey, teklif edilen kanunla amacın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bir reis ile birlikte çalışanlardan oluşan icra vekillerini seçmek olduğunu, bu kanunla bunun özetlendiğini, eski encümenin hazırladığı kanundan farklı olmadığını, sadece yalnız Meclis Genel Kurulu’ndan genel aza ve vekillerin tek tek tayin edilmesi mevzuu bahsedilmemiş olduğunu, burada sadece bu konudan bahsedildiğini, esas üzerinde bir anlaşmazlığın olmadığını ifade etmiştir. Kütahya Mebusu Ragıp Bey, eski encümenin getirdiği kanunda, Meclis, İcra Vekillerinin reisini de seçer, şeklinde olduğunu, İcra Vekilleri Reisi’nin de arkadaşlarını seçtiğini ve hükûmeti teşkil ettiğini, burada ise İcra Vekillerini Meclis seçer ve İcra Vekilleri Reisi’ni dahi Meclis seçer, şeklinde olduğunu, dolayısıyla kabine sistemi ile şuralara ait olan sistemin icra komitesini teşkil eden zevatın arasındaki farkın çok olduğunu, başka farkların da olduğunu, Salâhaddin Bey’in itirazının İcra Vekilleri Kanunu’nun birinci maddesine olduğunu ve bu maddenin de kabul edildiğini ifade etmiş, söz alan Salâhaddin Bey, amacının itiraz olmadığını encümenin hangi zihniyetle bu kanunu hazırlamıştır, bunu anlamak olduğunu ifade etmiştir.[139] Hey’et-i Vekile’nin görev ve sorumlulukları hakkında lâyiha veren Salâhaddin Bey, görüşmeler sırasında söz almış, bütçenin sene sonuna kadar çıkmayacağını, böyle nazik bir dönemde bütün mesainin bu konuya verilmesinin doğru olmadığını, milletin Meclis’ten farklı şeyler beklediğini diğer işler için de muayyen bir gün tayin edilmesini istemiştir.[140]
1.3 İstiklâl Mahkemeleri ve Yetkileri Hakkındaki Görüşleri
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Birinci ve İkinci Grup arasında en fazla tartışılan konulardan birisi de İstiklâl Mahkemelerinin kuruluşu ve yetkileri konusu olmuştur. [141] İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920’de, asker kaçaklarını çözmek amacıyla kabul edilen “Firariler Hakkında Kanun” la kurulmuştur. Mahkemeler, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin seçeceği üç mebustan oluşacak, kendi aralarından birini başkan seçecekti. (Madde 2). Mahkemelerin görevi, asker kaçaklarını, askerden kaçmaya yol açanları, kaçakların yakalanması ve şevkinde ihmalî bulunanları ve kaçaklara yataklık edenleri yargılamaktan ibaretti (Madde 1). Sayısı ve bölgeleri Hey’et-i Vekile’nin teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce belirlenen mahkemelerinin (Madde 3), kararları kesindi ve askerî ve sivil tüm devlet görevlileri kararların infazından sorumlu tutuluyordu (Madde 4). Mahkemelerin karar ve emirlerini infaz etmeyenler ya da infaz edilmesinden kaçınanlar da bu mahkemelerde yargılanacaktı.(Madde 5)[142] İstiklâl Mahkemeleri 7 Ekim 1920’den, 31 Temmuz 1921’e kadar siyasî ağırlık taşıyan davalara bakmıştır. 31 Temmuz 1922'de İstiklâl Mehakimi Kanunu kabul edildi. İstiklâl Mahkemeleri Bölgeleri ve üye yargıçlar seçildi. İstiklâl Mahkemeleri I. Dönem ve II. Dönem İstiklâl Mahkemeleri olarak ikiye ayrıldı.[143] Birinci dönem faaliyetlerine son vermesi 17 Şubat 1921’de gerçekleşmiştir. 1921 Temmuzunda asker kaçakların sayısı 39.809’a ulaşıp Ankara düşme tehlikesi geçirince Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkomutanlık Kanunu ile yetkilerini Mustafa Kemâl’e devretmiştir. Tekâlif-i Milliye uygulaması ile birlikte, Başkomutanlık emriyle kurularak çalışmaya başlamışlardır.[144] Salâhaddin Bey, yargı teşkilâtı konusu ve istiklâl mahkemelerinin, kuruluşu ve işleyişi hakkında değişik tarihlerde yapılan görüşmelerde eleştirilerde bulunmuştur. Tokat Mebusu Nâzım Bey’in dokunulmazlığının kaldırılmasına dair İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı’nın tezkeresi dolayısıyla söz alan Salâhaddin Bey, bu konunun son derece önemli olduğunu ve herkesin bu konuda görüşlerini bildirmesi gerektiğini, kabul yâda ret meselesinin başka bir konu olduğunu ifade etmiştir.[145] 9 Aralık 1921 tarihli birleşimde söz alan Salâhaddin Bey, İstiklâl Mahkemeleri konusunu gündeme getirerek “hala ihtilal devri devam ediyor mu? Yoksa memlekette adalet tevzi ediliyor mu?” sorusu üzerine, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey “ buraya Hıyanet-i Vataniye’ye dair gelen muhakeme evrakının yüzde sekseninin iade olunduğunu unutmayınız… İstiklâl Mahkemeleri, hükümleri de buraya gelse yüzde sekseni reddolunur yüzde yirmisi tasdik olunurdu. Bu zamanın tevlit ettiği bir zarurettir. Bundan ricat edeceğiz” diyecektir. [146] Mahkemelerin kaldırılmasından sonra İcra Vekilleri Hey’eti’nin Amasya ve çevresinde görülen lüzum üzerine İstiklâl Mahkemesi’nin kurulmasını isteyen tezkeresi 26 Temmuz 1922 tarihli gizli toplantıda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gündemine gelmiştir. Tezkerenin okunmasından sonra söz alan Dâhiliye Vekili Ali Bey (Niğde) Samsun, Amasya, Tokat bölgesinde yakalanan eşkıyaların cezalarının daha hızlı verilmesi için Amasya merkezinde bir İstiklâl Mahkemesi kurulmasını uygun bulmuştur. Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey İstiklâl Mahkemelerinin ilk faaliyete geçtiği zaman asker firarilerine engellediğini fakat daha sonra İstiklâl Mahkemelerinin tesiri kalmadığını ve tutukluların hızlı yargılanmasında Nizamiye Mahkemelerinin daha etkili olduğunu söyleyerek İstiklâl Mahkemelerinin geçici olarak faaliyetlerinin durdurulmasını istemiştir. Muhaliflerin önde gelenlerinden Hüseyin Avni Bey, başından beri İstiklâl Mahkemelerine ve bunlara adam asma yetkisinin verilmesine karşı olduğunu, Hakkı Hami Bey’in sözlerine katıldığını ve İstiklâl Mahkemelerinin görevlerine son verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Aleyhte görüş bildiren mebuslardan sonra söz alan Karesi Mebusu Basri Bey, idarî müesseselerin bozuk olduğu bir zamanda İstiklâl Mahkemelerinin kaldırılmasının doğru olmayacağını dile getirmiştir. Daha sonra söz alan Ali Şükrü Bey, aleyhte görüş bildiren arkadaşlarının da kendisinin de İstiklâl Mahkemelerinin lağvını istemediklerini sadece geçici olarak tatilini istediklerini; eğer İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun başlangıçtaki maksadından ayrılmayıp farklı görevler yüklenmese İstiklâl Mahkemelerine lüzum vardır, yoktur meselesinin mevzuu bahis olmayacağını söylemiştir. Hey’et-i Vekile Reisi Rauf Bey ise bu konu da Hey’et-i Vekile arasında da görüş ayrılıklarının olduğunu belirtmiştir.[147] Mersin Mebusu Salâhaddin, İkinci Grup’un kurucuları Sivas Mebusu Vâsıf ve Kayseri Mebusu Rifat Beyler birlikte “mevcut İstiklâl Mahkemelerinin gerektiğinde yeniden kurulmak üzere faaliyetlerine son verilmesini ve Hey’et-i Vekile’nin gösterdiği lüzuma göre şimdilik yalnız Amasya ve havalisine bir mahkemenin gönderilmesini arz ve teklif ederiz” şeklindeki önergeyi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve önerge Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce oylanmıştır. Öncelikle, önergenin, İstiklâl Mahkemelerinin faaliyetlerinin geçici olarak durdurulmasını isteyen ilk bölümü, isim belirlemek suretiyle oya sunulmuştur. 163 mebusun katıldığı oylamada, 79 mebus teklifin aleyhinde, 76 mebus lehinde oy kullanırken, 8 mebus çekimser kalmıştır. Bu ilginç sonucun alınması üzerine Mersin Mebusu Salâhaddin Bey “Yüksek meclis adına görev yapacak mahkemeler 3 fazla oyla hizmetlerini yapabilirler mi? ” diyerek sonuca itiraz etmiştir. Hüseyin Avni Bey de meselenin daha farklı bir yönüne dikkat çekerek “oy kullanan kişi sayısının 163 olduğunu, bunun yarısının 82 ettiğini, oysa mahkemelerin göreve devam etmesi yönünde oy kullananların sayısının 79 olduğunu, dolayısıyla çoğunluğun sağlanamadığını” ileri sürmüş, yeniden oylama yapılmasını istemiştir. Bu yorum şiddetli bir usûl tartışmasına yol açmıştır. Birinci Grup üyeleri işlemin tamam olduğunu, İkinci Grup üyeleri de yeniden oylamaya gidilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu tartışma sonucunda bir karara varılamayınca, oturumu yöneten Dr. Adnan Bey, meselenin halledilmek üzere Meclis Başkanlık Divanı’na havale edilmesini istemiş, bu istek kabul edilmiştir.[148] Özel Encümen’in İstiklâl Mahkemeleri hakkındaki kanun teklifi görüşmeleri sırasında söz alan Salâhaddin Bey, meclisin yargı işlerine karışmaması gerektiğini, bunun Meclis dışından olması gerektiğini, yargı işleriyle uğraşmasının yürütme ve yasama gücünü zayıflatacağını, yargı işinin ehliyet meselesi olduğunu, temyiz mahkemelerinin olduğunu bunlardan mahkeme teşkil edilebileceğini, olağanüstü yetkili mahkemeye taraftar olduğunu, ancak bunun Meclis içinden olmasına karşı olduğunu, Meclis adına bir savcının bulunabileceğini ifade etmiş ve bu konu ile ilgili maddenin encümene havalesini teklif etmiştir. Fakat bu önerisi kabul edilmemiştir. Kanunun ikinci maddesi tâdil edilerek kabul edilmiştir.[149] Düşmandan Kurtarılmış bölgelerde geçici mahkeme kurulması hakkındaki kanun görüşmeleri sırasında söz alan Salâhaddin Bey, görüşmelere geçilmesi için mutlak çoğunluğun olmadığını ifade etmiş, fakat Meclis Başkanı bu görüşe katılmamış ve maddelere geçilmiştir. Tekrar söz alan Salâhaddin Bey, devletin asıl mahkemeleri kurulmadan bu alanda hiçbir sorumluluğu olmayan Meclis üyelerinin seçildiğini ve savcılıklara dağıtıldığını, “Mebusların şahsi hukuk davalarını görmek için memlekete dağılması doğru mudur”, diye sormuştur. Ardından konuşmasına devam eden Salâhaddin Bey, devletin hukuk görevlerini sorumlu memurlar varken, sorumsuz kişilere gördürdüğünü, sorumluğu olmayan, kararları kesin mahkemelerin kurulmasının dışardaki tesirleri konusunda Hariciye Vekili’ne danışılıp danışılmadığını sormuştur.[150] Düşmandan Kurtarılmış bölgelere gönderilecek İstiklâl mahkemeleri hakkında lâyiha ve özel encümen mazbatası dolayısıyla yapılan görüşmelerde İstiklâl mahkemelerinin Hey’et-i Vekile önerisi ile mi, yoksa Meclis öneresi ile mi Meclis’e geleceği ve kabul edileceği konusunda tartışma ve tereddütler yaşanmış, Hey’et-i Vekile Başkanı Rauf Orbay söz alarak, şunları söylemiştir:
İstiklâl Mahkemeleri göndermek esası Meclis tarafından kabul edilmiş ise, hükûmete, şu şu mıntıkalar için İstiklâl mahkemeleri teşkil edin, diye mi teklifte bulunacaksınız, Meclis-i Âli hangi şekli kabul ederse hükûmet azamî gayreti gösterecek o hususa çalışmak vazifesiyle mükelleftir. Vaziyet açıktır. Hükûmet istesin derseniz filan filan yerlerde İstiklâl Mahkemeleri teşkil etsin diye siz tebligatta bulunursunuz.
Bunun üzerine söz alan Salâhaddin Bey, Rauf Bey’e hitaben:
Efendim ifade-i âliyelerinden bir şey anlamıyorum. Hükûmet yalnız bu gidecek hey’etlere teshilât irae eder. Mesuliyet tamamiyle Meclis-i Âli’nindir demek mi istiyorsunuz, yani Hey’et-i Vekile bu istiklâl mahkemesi hususunda mecliste tezahür eden âra ile hemfikir midir?
demiştir. Rauf Orbay’da Hey’et-i Vekile’nin meclisin vereceği kararı uygulayacağını ifade etmiştir. Görüşmelerin ilerleyen safhalarında yeniden söz alan Salâhaddin Bey, düşman işgalinden kurtarılmış bölgelerde mevcut mahkemelerin görev yapabileceğini eğer görev yapmıyorlarsa başlarındaki amirlerinin icraya sevk edilebileceğini, meselenin işin mahkemeye sevk edilmemesi olduğunu, bu konunun öncelikle ıslah edilmesi gerektiğini, düşmanın ülkeden kovulduğunu şimdi asıl meselenin düzenin sağlanması olduğunu, o bölgelerde çalışanlara daha fazla maaş verilebileceğini, Dâhiliye Vekili’nin bölgeye giderek bir ay on beş gün kalabileceğini, kanunları tatbik etmeyen memurları atabileceğini, eğer lazımsa başka yetkiler verilebileceğini, mevcut mahkemeleri çalıştırmak yerine niçin İstiklâl Mahkemelerinin istendiğini, kendi kanâatinin bakanların bölgeye giderek sorunları çözmeleri olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra Salâhaddin Bey, İstiklâl Mahkemelerine ihtiyaç olmadığına dair Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı bir önerge vermiş, ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiştir. Oylama yapılmış ve Salâhaddin Bey red oyu vermiştir. [151] Afyon Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü Bey’in, düşman işgalinden kurtarılmış bölgelerdeki terkedilmiş mallardan doğan cürümlere de İstiklâl Mahkemelerin bakmasına dair önergesi üzerine söz alan Salâhaddin Bey, bu konulara İstiklâl Mahkemelerinin bakmasının doğru olmadığını, sadece cürümden dolayı ceza verebilmesi, tazminat işlerine bakmaması gerektiğini ifade etmiştir.[152] Sonuç olarak, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yargı yetkisi büyük oranda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin etkisi altında yürümüştür. İstiklâl Mahkemelerinin kuruluşu ve işleyişinde de bunu görmek mümkündür. Salâhaddin Bey’in yargı konusundaki fikirleri daha çok Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yargı görevi olmadığı, yargının bağımsızlığı, İstiklâl Mahkemeleri yerine mevcut mahkemelerin iyileştirilmesi, yargılamaların mevcut mahkemelerle yerine getirilmesi ve yargı teşkilâtının kurulması şeklinde özetlenebilir.
[1] Mehmet Evsile, Milli Mücadele Tarihi, Samsun: Etüt Yayınları, 2012, s.2-3. [2] M. Kemal Atatürk, Nutuk ( Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan İsmet Gönlüal) , Ankara: Başbakanlık Basımevi, 1984, Cilt 3, s.114. [3] Atatürk, Nutuk, Cilt 3, s.52,75-76, 83. [4] SalâhaddinTansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 2, İstanbul: MEB Yayınları, 1991, s.142-143. [5] Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 2, s.146. [6] Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, s. 169. [7] Mustafa Uslu, “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Milletvekilleri ve Faaliyetleri”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kars, 2006), s. 27 [8] Kazım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul: Emre Yayınları, 1993, s.496. [9] Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet, Ankara: Başnur Matbaası, 1970, s.80. [10] Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 3, s.18-19. [11] Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.496. [12] Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 3, s.59-62. [13] 13.03.1920, Meclis-i Mubusan Zabıtları, D4, Cilt 1, Birleşim 1, Türkiye Büyük Millet Meclisi Basımevi, 1992, s. 496, 497. [14] Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 3, s.86. [15] Kazım Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul: Timaş Yayınları, 1992, s.224-225. [16] Atatürk, Nutuk, C.1, s.466. [17] Atatürk, Nutuk, Cilt 1, s.431-432. ; 21 Nisan 1920 tarihli telgrafı. [18] Uslu, Birinci TBMM’de Trabzon Milletvekilleri, s. 29-32. [19] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 1, 5. Basım, Ankara: TTK Basımevi, 1997, s. 9-10. [20] Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Cilt 3, s.99-103. [21] SalâhaddinKöseoğlu, “İlk Meclis ve İlk Yeminler”, Büyük Doğu Dergisi, Yıl 2,Cilt 3,Sayı 70, s.6. [22] Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 1995, s.86. [23] Tank Zafer Tunaya, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Kuruluşu ve Siyasî Karakteri, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 23, Sayı 3-4, 1958, s.227-247. [24] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.90. [25] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.54. [26] Sadık Sarısaman, “Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kütahya Mebusu Besim Atalay Bey’in Faaliyetleri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Erzurum, 1990, s.213. [27] Cemil Koçak, Türkiye Tarihi, 4.cilt, İstanbul: Cem Yayınevi, ,1990. [28] Samet Ağaoğlu, Kuvayi Milliye Ruhu, İstanbul: Nebioğlu Yayınevi, 1944, s.41. Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.23. [29] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.152. [30] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1984, s.251; Tevfik Bıyıklıoğlu, “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Hukuki Statüsü ve İhtilâlci Karakteri” , Belleten, XXIV/96, s.251. [31] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.13. [32] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, s.74. [33] Kemal Karpat, Türk Siyasî Tarihi, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011, s. 24. [34] Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s. 48–50. [35] Cengiz Şavkılı, “Atatürk Döneminde Parlamento Faaliyetleri (1920-1938)”, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türkiye İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2011, s.12. [36] 04.04.1920, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 1, s. 55-61. [37] İhsan Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 234-235. [38] Ergun Özbudun, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Hukuki Niteliği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, sayı: l-2, Kasım 1984-1985, s. 475. [39] Şavkılı, Atatürk Döneminde Parlamento Faaliyetleri (1920-1938), s.14. [40] Uslu, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Milletvekilleri ve Faaliyetleri, s. 37-41. [41] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, Milli Mücadele ve TBMM I. Dönemi (1919- 1923), Cilt 1, Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1994, s.111-112. [42] Çoker, Türk Parlamento Tarihi (Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem), Cilt 1, s. 780-782. [43] Şavkılı, Atatürk Döneminde Parlamento Faaliyetleri (1920-1938), s. 15. [44] Ali Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Yayına Hazırlayan; Cemal Kutay, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1980, s.292. [45] Atatürk, Nutuk, Cilt 2, s.657. [46] Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul: Tan Matbaası, 1961, s. 223. [47] Cemil Koçak, Türkiye Tarihi 4 (Siyasal Tarih), İstanbul: Cem Yayınevi, 1990, s.88. [48] Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s. 28-29. [49] Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), s.142. [50] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s. 59. [51] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s.159, 160. [52] Uslu, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Milletvekilleri ve Faaliyetleri, s. 44. [53] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.9-14 [54] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru (1921-1922), s.165 [55] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.116-117. [56] Arıkoğlu, Hatıralarım, s.276. [57] Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), s.207. [58] Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), s. 145-146. [59] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.127; Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.62. [60] Orbay, Cehennem Değirmeni 2, İstanbul: Emre Yayınları, 1993, s.74. [61] Arıkoğlu, Hatıralarım, s.271. [62] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.63. [63] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.61. [64] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.22. [65] Arıkoğlu, Hatıralarım, s.287. [66] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.392. [67] Ahmet Demirel, Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, s. 12-13, 285. [68] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.15. [69] Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), s.27-28. [70] Osman Demirbaş, “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde II. Grubun “Milletvekili Seçim Yasası’ nın Değiştirilmesine İlişkin Önergesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın Yurttaşlık Hakları”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 23-24 (Ekim 2000-Mart 2001), s. 99-107. [71] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi (Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem), Cilt 1, s.305. [72] Atatürk, Nutuk, Cilt 2, s.429. [73] Çoker, Türk Parlamento Tarihi (Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem), Cilt 1, s.305. [74] Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), s.213-214. [75] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru (1921-1922), s.165-166. [76] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru (1921-1922), s.166. [77] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s. 507. [78] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.507-508. [79] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s. 606. [80] Mevlüde (Çebi) Bayraktar, “Büyük Millet Meclisi’nde Dağılma Süreci”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ondokuzmayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2004), s.129. [81] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s. 606. [82] Bu belge Piyade Kurmay Albay Hüseyin SalâhaddinKÖSEOGLU’na ait MSB Arşiv Müdürlüğünde bulunan “Subay Şahsi Dosyası ve Emeklilik İşlem Dosyası” kayıtlarına göre düzenlenmiştir.10 Nisan 2014 [83] Çoker, Türk Parlamento Tarihi, Cilt 3, Ankara: TBMM Vakfı Yayınları No: 4, 1994, s. 779-781. ; Ahmet Demirel, İlk Meclis’in Vekilleri, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s.258. TBMM Arşivi Tercüme-i Hal Kâğıdı, Dosya No: 349. ; Kazım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s.88.; Ahmet Demirel, Elektriğin Hayat Verdiği Albay, Taraf Gazetesi, 15 Haziran 2014.
[84] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.99. [85] E.Semih Yalçın, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kaynakları, Ankara: Berikan Yaynınları, 2013, s.90 [86] 20.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 7, s.336. [87] Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, Devre I, C.I - XXVII, Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Matbaası; Fahri Çoker’in Türk Palamento Tarihi adlı eserde 64’ü gizli olmak 190 konuşma, 4 kanun önerisi, 2 soru önergesi verdiği bilgisi vardır. (s.779-781)
[88] Demirel, İlk Meclis’in Vekilleri, s.117-125. [89] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.233. [90] Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s.198, 212. [91] Demirel, İlk Meclis’in Vekilleri, s.117. [92] Atatürk, Nutuk, Cilt 2, s. 554-556. [93] 29.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 7, s. 410-415. [94] Atatürk, Nutuk, Cilt 2, s. 561-563. [95] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s. 22-27. [96] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s. 26-27. [97] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s.27. [98] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s.28. [99] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s.31. [100] Bilinmeyenlerin üzerinde çok kötü etkiler yapabilecek olan bu sözlerin aslı şu idi. Mustafa Kemal Paşa İstanbul Hükûmetinden aldığı ordu komutanlığı ile Anadolu’ya gelirken Albay Refet Bey’i de, Sivas'daki 3. Kolordunun komutanı olarak beraberinde getirmişti. İstanbul’la arası açılıp komutanlıktan azledilince ve tüm anlamıyla askerlik mesleğinden istifa edip ayrılınca Sivas’daki 3. Kolordu Komutanlığına da, Refet Bey’in yerine, Albay Salâhaddin Bey gönderilmişti. Hükûmet emriyle gönderildiği için de bir İngiliz torpidosu ile gelmiş olmasına rağmen millîci idi. Nitekim Sivas'a gidince Refet Bey ile görüşüp anlaşmış ve bu anlaşma gereğince Kolordu Komutanlığını devralmış, Refet Bey de, Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafda, Salâhaddin Bey’in kendisi gibi millîci olduğunu ve bu sebeple Kolordu Komutanlığını teslim ettiğini bildirmişti. Bundan sonra, Salâhaddin Bey, hiç ayrılmaksızın Mustafa Kemal Paşa'nın yolundan gitmiş, Sivas Kongresinin yapılmasını sağlamıştı. En zor zamanlarda bile öteki komutanlar İstanbul'u tanımak isterlerken, Mustafa Kemal Paşa’dan ayrılmamıştı. Ne var ki, Salâhaddin Bey, düşüncelerini olduğu gibi söyleyen bir insandı ve meselâ Mustafa Kemal Paşa'nın, kuracağı meclise (Kurucu Meclis) adının verilmesine taraftar olmamıştı. (Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s.104,105)
[101] 31.01.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 8, s.31-32. [102] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s. 106. [103] 19.01.1922, TBMM Gizli Celse Zabıtları, D1, Cilt 2, , s.634-642. [104] 02.03.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 18, s.28. [105] 18.02.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 17, s.24-28. [106] 02.03.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 18, s.43-45. [107] 06.03.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 18, s.74. [108] 04.05.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 19, s.517-519. [109] 06.03.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 18, s.74, 98-99. [110] 11.05.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 20, s.23-24. [111] 20.05.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1,Cilt 20, s.108. [112] 28.05.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 10, s.328. [113] 04.06.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 20, s.146. [114] 07.06.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 20, s.222. [115] 16.10.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 23, s.423. [116] 04.09.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 22, s.472, 479. [117] 27.11.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 25, s.95-97. [118] 29.01.1923, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 25, s.44-47, 55. [119] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.102. [120] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.178. [121] Demirel, İlk Meclis’in Vekilleri, s.117. [122] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s. 233-234. [123] Mahmut Uslu, “Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Milletvekilleri ve Faaliyetleri” , Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Kars, 2006, s.45-46. [124] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.107. [125] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, 236-238. [126] 24.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.321-333. [127] 26.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.339-359. [128] Madde 1- Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yedinci maddesindeki hukuk ve vazaiften başka olarak ahkâm-ı kanuniyenin muhafaza ve icrası, bilûmum kavaninin tefsiri, istikraz ve imtiyaz mukavelelerinin tasdiki, fevkalâde rütbe, nişan ve manasıp tevcihi, Hey’et-i Vekile’nin teşkili, münferiden veya müçtemian ıskatı ve tâyini mesuliyeti, kuva-i berriye ve bahriyenin kumandası, umumi veya hususi seferberlik ilânı, Hükûmetçe akdolunacak mütarekenin tasdiki, mücazatı kanuniyenin tahfif veya af veya tecili, affı umumi ilânı, esnanı askeriyenin celp ve terhisi, her nevi tekâlifin tarh ve tevzi veya ilgası, idare-i örfiye ilânı, Meclisin mebde ve zamanı inikadının tâyin ve tebdili ve indellüzum feshi dahi Büyük Millet Meclisi’nin doğrudan doğrudan cümle-i vazaifindendir. [129] 28.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.382-383. [130] 28.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.387. [131] 29.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.394-403. [132] Madde 2. — Esbâbı mucibesi birinci maddede mezkûrdur. Madde 3. — İdam hükümlerinin Meclisi Millî’ce tetkik ve bir karara raptı Meclis vazaifini tavik edeceğinden derecatı mahakimden usûlen geçerek kesbi katiyet eden ahkâmın Hey’eti Vekile’nin mesuliyeti dâhilinde ve Reis-i Meclis’in tasdiki ile icrası kâfi görülmüştür. Madde 4. — İdare-i Örfiye ilânı her ne kadar Meclisin cümlei hukuk ve vezaifi dâhilinde ise de ahrali fevkalâde hükümetin de kanunu mahsusuna tevfikan bu haktan istifade edebilmesi zaruri görülmüştür. Ancak idare-i örfiyenin memleketimizde pek ziyade suiistimal ve iptizâle uğratıldığı ve bundan hakkı kaza ve siyasetimizin müteessir olduğu nazarı dikkate alınarak kırk sekiz saat zarfında meclisin tetkik ve tasvibine arz edilmesi lüzumu da aşikâr bulunmuştur. idarei örfiye ilân edilen yerlere istiklâl mahkemeleri gönderilmesi ve mamafih bu mahkemelerin vusulüne kadar divan-ı harblerin teşkil edilebilmelerine cevaz ve imkân verilmesi de zaruri addedilmiştir. [133] 29.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.405-406 [134] 29.11.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.407. [135] 01.12.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.423-444. [136] 03.12.1921, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 14, s.3-4. [137] Goloğlu, Cumhuriyete Doğru (1921-1922), s.254. [138] 08.07.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 21, s.318-338. [139] 15.07.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 21, s.387,410. [140] 09.09.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 22, s.567-569. [141] Demirel, Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, s.23. [142] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.369-370. [143] Kemal Çelik, “Milli Mücadele’de İç İsyanlar, Vatana İhanet Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 40, Kasım 2007,s.598 [144] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.165, 169, 170, 180. [145] 01.02.1921, TBMM Gizli Celse Zabıtları, D1, Cilt 1, s.358. [146] Akın, TBMM Devleti (1920-1923), s.192. [147] 26.07.1922, TBMM Gizli Celse Zabıtları, D1, Cilt 2, s. 609-616. [148] Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.446-447. [149] 29.07.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 22, s.34-47. [150] 28.09.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 23, s.224-227. [151] 04.12.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 25, s.188, 191, 196, 204-205. [152] 06.12.1922, TBMM Zabıt Ceridesi, D1, Cilt 25, s.225. |
2615 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |