Mor Salkımlı Evde Tarih İzleri O günkü Ceyb-i Hümayun Dairesi’ne Yıldız Camii’nin karşısındaki selâmlık seyredilen açık settin arkasından gidilirdi. Yanındaki büyük kapıdan dar ve uzun çakıl döşeli yolun üzerine muhtelif Daireler açılırdı. Gece yansından sonra geçilmeyen bu kapıdan Mehmet Efendi’yi kucağındaki küçük çocukla bıraktılar. Bazen küçücük bir çocuğun gönül amacı en büyük hükümdarların bile demir kilitli kapılarını açıp içine giriyor. Bana bak Hanım, dedi; bugün Mithat Paşa’yı sürdüler. Bu gece milletin matem gecesidir. Misafirlerini hemen dağıt, yoksa ben dağıtırım, diye bağırdı. Ömrümde onun haremde böyle bir şey yapmış olduğunu görmediğim için şaştım kaldım. Büyükbaba okumak bilir, fakat yazmak bilmezdi. Haminne’nin o güne göre yüksek kültürüne rağmen siyasî idealj bakımmdan Haminne’nin fevkinde idi. Her ne olursa olsun ben Büyükbaba’yı tercih ediyorum. Yoldaş adlı köpeğim, Çerkez Ethem’in çetesinin, galiba koyun çalıp getirmek için yetiştirilmiş köpeği idi. O günlerde İstiklâl Mücadelesi’nin hatırlı simalarından! olan Çerkez Ethem bu köpeği bana hediye etmişti. Bu devre ait tecrübe ve hislerimin üzerinde duracak değilim. Bunlar, ben yaşta ve başta her ananın geçirdiği tatlı ve acı tecrübelerdir. Birincinin adını garip bir rüyanın tesiri ile koymuştum. İkinci doğduğu zaman Japon - Rus muharebesinde Amiral Togo’nun zaferi memleketimizde bütün muhayyileleri o kadar harekete geçirmişti ki mahallemizde doğan diğer erkek çocuklar gibi o da Togo diye çağırıldı durdu.
MEŞRUTİYET İLÂNI
Meşrutiyet ilân edildiği gün, mor salkımlı evin Burgaz’daki geniş sofasında, bizde misafir olan Peyker (Hala) ve eşi Hamdi Efendi ile oturuyorduk. Oğulları zabit çıktıktan sonra Genç Türk hareketine karışmış, memleket haricine kaçmaya mecbur olmuş. Oğulları ile benim tanıdığım bir Amerikalı vasıtasıyla muhabere ettikleri2 için bize sık gelir ve mektubunu alırdı. Bu iki ihtiyar ana babanın dünya gözü ile oğullarını görmek ümitleri kalmamıştı. Esasen kimse böyle bir vaziyeti beklemiyordu. Abdülhamit, Midhat Paşa’nın katli ile fikir denilen kuvvete ağır bir darbe vurmuş, inkılâp, fikir ve söz hürriyetini doğurmuştu. Paris’teki Genç Türkler müspet bir şey yapamamışlardı. Makedonya’nın merkezi olan Selanik’ teki hususî idare fikir hürriyetinin zincirlerini gevşetmişti. 1906’da orada bir teşekkül vücut bulmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmuştu. Üçüncü Ordu zabitlerinden Enver, İsmail Hakkı, Niyazi, Mustafa Kemal, Eyüp Sabri, Cafer Tayyarlar faal azaları idi. Fakat o gün, ön safta en fazla Niyazi, Enver ve Fethi görünüyorlardı. Tek kadın aza, kadın muharrirlerimizden Emine Semiye Hanım idi. 1909 Martında Haşan Ptehmi1 isminde bir muhalif gazeteciyi Köprü üzerinde öldürdükleri zaman, siyasî ihtiras2 son haddini buldu. Bu hâdise yeni rejimin ilk siyasî katli3 idi ve herkesin üzerinde çok derin bir tesir yaptı. Evimin penceresinden cenaze alayım gördüm. Adeta o beyaz sarıklı muazzam kalabalık hareket hâlindeki bir papatya tarlasını hatırlatıyordu. Ortalıkta herhangi bir gürültüden daha korkunç bir sükût hâkimdi. Bana bu, irticaın4 başlangıcı gibi geldi. Salih Zeki: “İttihatçıların Selânik’ten getirdikleri Avcı Taburu, Meşrutiyet’in banisidir. Bir şey olamaz,” diyordu. 31 Mart sabahı uzaktan gelen silâh sesleri ile uyandığım zaman bilmem neden Shakespear’in Jul Sezarındaki “Martın 15’inden sakının” -Beware the Ides of March- cümlesini kendi kendime tekrar ettim. Bizim sokakta da 31 Mart’ın güneşli, o parlak göğünün altında, aralıklı gelen silâh sesleri hâkimdi. Hüseyin Cahit olduğunu söyledi. Fakat Hüseyin Cahit zannı ile Lübnan’lı bir mebusu öldürmüş olduklarım çarçabuk öğrendik. Bundan sonra Hüseyin, irticanın başı olan Derviş Vahdetî’den bahse başladı. Heyecandan kendinden geçmiş gibi idi. Hüseyin anlaşılan Vahdetî’nin askerlere hitabelerini takip etmişti. Vahdeti, bütün inkılâpçılarla inkılâba taraftar genç talebeyi İslâmiyet’in düşmanı olarak tanıtmış ve onların katledilmelerinin farz olduğunu söylemişti. Bununla da kalmayıp, Rusya’nın ve İngiltere’nin, İttihatçı hükümetten daha fazla şeriatın muhafızları olduğunu söylemiş. Belki Vahdeti sadece kara bir taassuba dayanmakla kalmıyor, aynı zamanda ecnebilere ajanlık da ediyordu. Genç Türkler’in böyle bir kıtal hazırlaması acaba mümkün mü idi? Herhalde Adana kıtalinin sebepleri daha derin ve karışık, aynı zamanda birbirine benzemeyen sebeplere dayanıyordu. İttihatçılar iktidara gelmeden evvel, Ermeniler’in Taşnak Cemiyeti liderleri ile anlaşmış bulundukları biliniyordu. Esasen İttihat ve Terakki, programı ekalliyetten ecnebi devletlerle anlaşmış olmayanları desteklemişti. Fakat, bazıları hâlâ ecnebi devletlerin, bilhassa Rusya ve İngiltere’nin siyasî oyunlarına kapılarak, aynı zamanda hakikaten müstakil bir Ermeni Devleti idealine inanarak, Avrupa efkârını Türkiye aleyhine çevirmek için bahane arıyorlardı. Genç Türkler, Taşnaklar’la ilk anlaşmalarında, yeni rejim kuvvetle yerine oturuncaya kadar silâhlarını muhafaza etmelerini kabul etmişlerdi. Ağızdan ağıza şöyle bir rivayet dolaşıyordu: İstanbul’daki irticai ve ayaklanmayı bastırmak için Selanik ten bir ordu geliyormuş. Ne garip bir tarih tecellisi. Yüz yıl evvel de yine Makedonya’dan, Alemdar Mustafa Paşa kumandasında bir ordu, Üçüncü Selim’in inkılâplan aleyhine ayaklanan kuvvetleri ve isyanı bastırmak için gelmişti. Acaba tarih, başka isim ve kılıklarla daima bir tekerrürden ibaret mi? diye düşündüm. Genç Türkler, o günkü Rus Sefareti’ne iltica etmişler ve himaye edilmişlerdi. Rus Sefareti, hem İttihatçıları, hem de daha sonraları asileri himaye etmişti. İstanbul’dan gelen haberler şu idi: Mahmut Şevket Paşa, Makedonya’dan ordusu ile gelmiş, Abdülhamid’in ordusunu kolaylıkla yenmişti. Abdülhamid tahttan indirilmiş, yerine Sultan V Mehmet geçirilmişti. Abdülhamid, Selânik’e nefyedilmiş Hüseyin Hilmi Paşa’nın riyasetinde yeni bir kabine kurulmuş, bu kabineye Talât Paşa Dahiliye, Cavit Bey Maliye Nazın olarak girmişlerdi. Aynı zamanda örfi idare ilân edilmiş, mürteciler şiddetle ceza görmüşlerdi. İşte bu suretle 1909 irtica hareketinin tam ortasında iki küçücük yavrumla Mısır’a gittim. Salih Zeki, 1 Mayıs’ta geldi. Küçük hâlâ yatakta, fakat tehlikeyi atlatmış ve kardeşine de bir hastalık geçmemişti. Bilhassa hastalığın kızıl olmayıp da kızamık olduğunu anlamak da bize biraz ferahlık vermişti. Esasen Avusturya, Bosna ve Hersek’i ilhak ederek mirasa konmak salgınına başlamış bulunuyordu. Onu Girit’in işgali takip etmişti. Nihayet Trablus’un işgali ortalığı altüst etti. Bosna-Hersek’in işgalinde, Türkiye’de Avusturya malları boykot edilmiş, fesler umumiyetle Avusturya malı olduğu için, herkes fes yerine yerli başlıklar giymeye başlamıştı. Tabii bu, yerli fes fabrikaları açılmaya sebebiyet verdi. Şimdi de İtalyan olan her şeyi boykot edecektik. Herkes “Makama yemeyin, İtalyan malı almayacağım, İtalyanca konuşmayacağım,” diye and içip duruyordu. Bu da tabiî Türkiye’de makama fabrikalarının inkişafına yol açtı. Trablusluların büyük bir kahramanlık gösterdikleri mukavemete yardım için o diyara akın ettiler. Enver ve Fethi Bey’ler bunların başındadır. Enver Paşa’nın3 daha sonraları Panislâmizm4 idealinin bir sembolü olması bu tarihte başlar. O zaman henüz tanımadığım Doktor Adnan da Hilâl-i Ahmer’in mümessili olarak Trablus’a gitmişti. Yine bu devirde bir “Galatasaray hâdisesi” vardır ki bu da epeyce neşriyatı ve münakaşayı mucip oldu.Esası şu idi: Galatasaray’ın başında bulunan Tevfık Fikret ile zamanın Maarif Nazırı Emrullah Efendi7 arasında fena ihtilâf baş göstermiş, nihayet Tevfık Fikret’in çekilmesi ile mesele hallolmuştu. Balkan Harbi’nin saikleri arasında, harp devletlerinin haricî politikası da büyük bir rol oynamıştı. Nihayet bütün bunlar 1911’de yeni rejimin iç meseleleri ile karışarak, Sabit Bey’in iki yıl evvel haber verdiği Balkan felâketi ortaya çıktı. Kendisi de Balkan Harbi’nin şehitleri arasındadır. 1911’de İttihatçılar Meclis’te ekseriyeti kaybetmeye başlamışlardı. Aynı zamanda da Meclis haricindeki ekseriyet, onları farmason veyahut Radikal diye isimlendiriyor ve yeni seçimi kaybetmeleri ihtimalini kuvvetli görüyorlardı. Bunun en acil çaresi, Meclis’i hemen dağıtmak, İttihat ve Terakki kuvvetlerini artırmak ve muhalefete karşı gelmek için tedbir almaktı. Bu çare tabiî 1908 yılı Anayasasının esaslarına aykırı düşüyordu. İttihatçılar, 1908’de 1876 Anayasasının 35. maddesine 13. maddeyi ilâve etmek suretiyle tadil etmişlerdi. Şimdi bu ilk tadil maddesini kaldırmak istiyorlardı. Yani, 1870’da padişaha Meclis dağıtmak selâhiyetini veren maddeyi olduğu gibi iade etmek istiyorlardı. Kısaca tadil selâhiyetini tekrar Sultan Reşad’a iade etmek fikrinde idiler. Türkiye’ye döndükten sonra, 1912 Ağustosu’nda Türkiye, Balkan Harbi’ne girdi. Harbi ilân eden Büyük Kabine’dir. Aynı zamanda Asquit2 Kabinesi, harbin neticesi ne olursa olsun, statükonun muhafaza edileceğini ilân etmişti. Türkiye yenildi, Makedonya Türk ve Müslümanlarından üç bin kişi katledildi. Mağlûp Türk Ordusu’nun, Makedonya'nın düşman muhiti içinden, aç, susuz ve titreyerek İstanbul'a gelişleri hâlâ kafamda bir kâbus gibi yaşar. Millî izzetinefsimizin aldığı yaraya merhem olan şey, Hamidiye’nin bütün Avrupa matbuatında hayranlık uyandıran kahramanlık macerasıdır. Ona, ecnebi matbuatı “Hayal Gemi” adını vermişti. Bu kruvazör“' Varna’yı harp başında bombalarken, yanından bir yara almış, geri i ili dönmüştü. Batmak vaziyetinde İstanbul’a dönmesi esasen büyük bir bahrî hâdise4 idi. Ve kimse onun Haliç’te bir müddet kaldıktan sonra tekrar harp sahnesine döneceğine ihtimal vermemişti. Eakat dört ay geçmeden ve L, herkes Yunan Filosunun Boğazlarda toplanmakta olduğundan bahsederken, birdenbire Hamidiye’nin Şira Adası’nı bombardıman ettiği haberi yayıldı. Hamidiye’nin Boğaz’ı gözetleyen Yunun Donanması’ nı atlatmasını bir mucize kabul etmek tabiî idi. İttihatçılur, Babıâli'yi basmışlar, Nâzım Paşa yaveri ve Necip isminde biri bu mücadelede vurulmuş. Babıâli baskınının kısmen amili şu idi: Babıâli’ye nota verilmiş, Edirne’nin Bulgaristan’a ilhak edilmesini talep etmişler. Kâmil Paşa kabinesi buna kabule taraftar olmuştu. Umum efkâr Edirne henüz kendini kahramanca müdafaa ederken şehrin düşmana terk edilmesine muhalifti. Bu aralık, Balkan devletlerinin kendi aralarındaki ihtilâftan faydalanarak Türk Ordusu 1913 Temmuzu’nda Edirne’ye yürüyerek şehri istirdat etti.1 Böylece Balkan Harbi sona erdi. Mamafih, Edime düştü. 30 Mayıs 1913’de Londra Konferansında İttihatçılar şehrin düşmesini kabul ettiler. 2 Haziran 1914’de Mahmut Şevket Paşa muhalefet tarafından öldürüldü. Bu kabiliyetli, imanlı ve büyük askerin öldürülmesi çok büyük tesir yaptı. Bu vesile ile İttihatçılar on iki kişi idam ettiler ve aralarında Padişah’ın damadı da bulunan bir hayli adamı Anadolu’ya nefyettiler. Fakat Mahmut Şevket Paşa’nın katli münasebetiyle İttihatçıların aldığı sıkı tedbir buna mani olmuştu. Bu meseleyi İttihatçıların tanınmış simalarından Rıza Nur Bey de 1918’de Hürriyet ve İtilâfın esrarını açıklayan eserinde anlatır. Ben milliyetçiliğin, muhabbetle, karşılıklı bir anlayışla dolu bir ülke yaratacak zannetmiştim. Fakat milliyetçilik ölçüsünü kaçırdığı zaman yer yer insanları birbirini boğazlamaya, yeryüzünü bir salhaneye döndürdük. Cemal Paşa da Suriye’de, sürgün Ermenilere karşı eski Osmanlı devlet adamına yakışır bir vaziyet almıştı. Hatta Suriye’de Ermeni kıtali çıkarmaya sebep olabilecek bir hareketi kökünden koparmak için, bir müteşebbisini idam ettirmişti. Anadolu hattında, İzmit’ten öte, bu ilk seyahatim olduğu için etrafıma merak ve alâka ile bakıyordum. Gerçi o günden beri muhtelif sebepler ve vaziyetlerde sayısız defa bu hattan geçtim. Bu birinci sefer, askerî harekât ve nakliyatı ilk görüşümdü. Hâlâ o gün yüz binlerce vatan evlâdının meçhul akıbetleri, şehadetleri ve muhtemel faciaları içimde hüzün ve endişe uyandırdı. Aynı trende, tanınmış doktorlardan müteşekkil bir Kızılay heyeti, mukaddes yerleri müdafaada gösterdiği ideal cesareti ile şöhret alan Fahreddin Paşa’nın Mekke’deki veya Medine’deki karargâhına gidiyorlardı. O zamana kadar, Suriye’deki Arap milliyetçiliği, ecnebiler elinde birer siyasî manivelâ gibi kullanılmıştı. Bütün zaman için medenî insanlar arasında var olacağına inanıyorum. Fakat aynı zamanda bu güzel idealin herhangi siyasî gayeye âlet edildiği zaman en korkunç ve vahşî bir şekil alması ihtimaline de inanıyordum ve hâlâ da bu inancım bakidir. Kanaatimce Türkiye, Arapları herhangi yabancı kültürden fazla Arap kültürüne bağlaması lâzımdı. Fakat aynı zamanda Türk Devleti’nin muhtelif ve zıt unsurlarını birleştirmek için Türk kültürünü ve dilini, öğrenmesi de lâzımdı. Bunu da devletin açacağı yeni mektepler temin edebilirdi. Yine inanıyorum ki, Arap milleti bir gün tam istiklâlini alırsa, İktisadî, coğrafi ve hatta dinî kültür bakımından Türklerle işbirliği lüzumunu idrâk edecek, Türklerle medeniyet ve sulh da elele yürüyecektir. Bu Yetimhane üzerinde merhum Cemal Paşa ile aramızda hayli çetin ve uzun münakaşalar oldu. Ben, Ermeni çocuklarının Türk veya Müslüman ismi taşımalarına itiraz ettim. Bunun sebebini Cemal Paşa şu surette izah etti. Şam’da Ermeniler tarafından idare edilen yerde Cemal Paşa idaresinin yardım ettiği bir takım yetimhaneler vardı. Bunlar yalnız Ermeni çocuklarını alırlardı. Hiç birinde yeniden çocuk alacak yer kalmadığı gibi, yeni bir yetimhane açmak için de maddî imkân kalmamıştı. Ayin Hıra sadece Müslüman çocukları için olup, orada henüz yer vardı. Ermeni yetimhanesinin alamadığı avare Ermeni çocukların Ayin Hıra’ya alırken onlara Türk veya Müslüman ismi vermek zarurî idi. Bir erkek, yanında bir kadın bana gelerek, Kürt çocuklarının bulunduğu yetimhane nerede diye sordular. Ceplerinden dikkatle katlanmış yırtık bir kâğıt çıkardılar, gösterdiler. Erzurum’dan gelmişlerdi. Şark’a, Rus ordusuyla gelen General Antranik zamanında hicret etmişler ve hicret esnasında Haşan ismindeki oğullarını kaybetmişler. Bu çift, Anadolu’dan Arap diyarına kadar yürümüş, her yetimhaneye başvurarak üstünde, muhtelif yetimhaneler tarafından yazılmış, “Haşan buraya getirilmedi,” cümlesi vardı. Bizimki son yetimhane idi. Doktor Lütfü elinde bu kâğıtla yetimhaneye girerken, benim de yüreğim bu ana baba kadar atıyordu. Yarım saat sonra Doktor Lütfü, oldukça zayıf, temiz giyinmiş, elinde bohçasıyla bir küçük oğlanın elinden tutmuş geldi. Akşamdı hiç unutmam. Güneşin havada kalan son kızıllığı içinde bir ana, baba diz çöktüler, kollarını havaya kaldırdılar, çocuk onların geniş göğsü üstüne atıldı. Ekim’de Mondros’ta imzalanan mütareke (30 Ekim .918) ile Mart (1917) arasındaki hadiseler hakkında söylenecek pek bir şey yoktur. Tarihi bir fasıla idi. Osmanlı İmparatorluğu ve onun son temsilcileri olan İttihatçıların üstüne bir perde indi. Büyük kaybetme hislerinin arpında bir beklenti de vardı. İttihatçıların rejimi özgürlük, adalet, müsavat ve kardeşlik vaad eden kansız bir inkılâp ile başladı ve Türk topraklarına ve Türk insanına hem ulviyet hem zillet getirdi. Bu rejim ortadan kalktıktan sonra, Türk insanı perdenin tekrar yükselmesini ve 1908’in büyük muvaffakiyetlerinin ileriye götürdüğü, Türkiye’nin büyük evlâtlarının kendilerini kurban ettiği ve kanlarıyla temizleyip arındırdığı yeni ve barışçı bir ülkenin ifşasını bekliyordu.
|
1557 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |