İbn-i Batuta'nın Karadeniz Seyahati İBN BATTUTA'NIN KARADENİZ SEYAHATİ ÜZERİNE BAZI MÜLAHAZALAR Tahsin KOÇYİĞİT Bilindiği gibi, İbn Battûta lakabıyla meşhur seyyâhın asıl adı, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim el-Levâtî et-Tancî'dir. H.17 Recep 703/m.25 Şubat 1304 tarihinde Fas'ın Tanca kentinde doğmuş, Merrâkeş'in Tâmesnâ bölgesinde kadılık görevinde iken h.770/m. 1368 yılında vefat etmiştir. Meşhur adıyla er-Rıhle, tam adıyla, "Tuhfetu'n-Nuzzâr fî Ğarâibi'l-Emsâr ve'l-EsfâT' adlı eseri sayesinde Dünya Tari- hi'nin en çok tanınan gezginleri arasına girmiştir. er-Rıhle'nin, Mağrib Sultanı Ebû İnan el-Fâris'in arzusu üzerine, Endülüslü genç edebiyatçı İbn Cüzeyy el-Kelbî tarafından seyahatnâme for- matına h.756/ m.1355 yılında kayda alındığı, İbn Battûta ve İbn Cüzeyy'in bu eseri ortaya koyabilmek için yaklaşık olarak iki yıldan fazla birlikte çalıştığı ifade edilmektedir. Henüz 22 yaşında iken, h. 2 Receb 725/m. 14 Haziran 1325 tarihinde Tanca'dan hac yapmak niyetiyle yola koyulan İbn Batuta, takriben yirmi dokuz yıl boyunca yaptığı yedi ayrı seyahatinde; İspanya, Kuzey Afrika, Orta Asya, Anadolu, Doğu Avrupa, Hindistan, Maldivler ve Çin'e kadar gitmiş, gezip gördüğü yerler hakkında önemli bilgiler nakletmiştir. Onun ömrü boyunca seyahat ettiği mesafe hesaplandığında yaklaşık 73.000 mil (~117.500 km.) mesafe ile ünlü gezgin Marko Polo'yu geride bı- rakmıştır. İbn Battûta yapmış olduğu bu yolcukların üçüncüsünde (h.733/m.1333'de) Lazkiye'den kalkan bir Ceneviz gemisine binip, Alâiye (Alanya)'ye gelerek, Anadolu topraklarına ayak basmıştır. Daha sonra Anadolu'nun; Antakya-Antalya-Burdur- Eğridir-Isparta-Gölhisar-Lâdik (Denizli), Tavas ve Muğla şehirlerine uğramış, ardından da Konya-Lârende (Karaman)- Aksaray-Niğde-Kayseri-Sivas'tan Amasya'ya uğradıktan sonra Gümüş (Kümiş)'e geçmiştir.6 Seyyahımız, Amasya'yı ortasından büyük bir ırmağın (Yeşi- lırmak) aktığı, çevresi bağ ve bostanlarla kaplı meyvelik, ağaçlık bir şehir olarak tasvir eder. Daha sonra Sûnusâ (Sonisa) adlı bir beldeye uğradığı ve burada bir Rifâî dergahının tekkesinde kaldıktan sonra Gümüş'e doğru yola çıktıklarını söyler. Gümüş'ün gümüş madenleriyle meşhur, büyük, bakımlı ve kalabalık bir yerleşim yeri olması, şehre iki günlük mesafede olan sarp ve dağların yükselmesi, şehre Irak ve Şam'dan tüccarların gelmesi seyyâhın ilgisini çeker. Kentteki Ahî Mecdüddîn Tekkesi'nde üç gece konaklayan İbn Batûta, burada Eretna Beyi'nin vekili ile tanışır, ondan yol harçlığı alır ve ikramlarını kabul eder. Onun, "öteki tekkelerde karşılandığımız gibi karşılandık şeklindeki sözlerinden, Türk dervişlerinin misafirperverliğinden oldukça memnun kaldığını anlayabiliriz. İbn Battuta'nın yukarıda, Gümüş adıyla zikrettiği yerleşim yeri, bazı araştırmacılar tarafından günümüzdeki Gümüşhane şehri olarak anlaşılmıştır. Oysa İbn Battuta'nın seyahat tarihi ne rastlayan XIV. yüzyılın (m.1332-3) başları için "Gümüşhane" adının kullanılması doğru gözükmemektedir. Zira, Gümüşhane'de ilk yerleşmenin XV. yüzyılda Osmanlı fethinden sonra Trabzon'dan gönderilen ahali ile bügünkü "Canca" köyünde başladığı ve bu tarihten önce buralarda bir yerleşmeden söz edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Şu halde, Süleyman Tuzlu'ya göre, Seyahnâme'de zikredilen Gümüş beldesi, Selçuklu ve Beylikler döneminde gümüş madeninin işletildiği ve bugün Amasya'ya bağlı Gümüşhacıköy olması daha makul gözükmektedir. İbn Battûta'nın, Gümüş'den sonra Erzincan ve Erzurum'dan bahsederken, sebebini bilemediğimiz bir şekilde birden bire "sanki jet uçağıyla hareket etmiş gibi" Erzurum'dan 1330 km. uzaklıktaki -günümüzde Ege bölgesinde yer alan- Birgi'den söz ettiğini, ardından ise Tire-Ayasuluğ (Selçuk)- İzmir-Manisa- Bergama-Balıkesir-Bursa-İznik- istikametinde seyahatine devam ettiğini ve bundan sonra Karadeniz havzasında yer alan Geyve-Göynük-Mudurnu-Bolu-Gerede-Safranbolu-Kastamonu ve Sinop'a, buradan da deniz yoluyla Kırım'a yönelerek, Anadolu'yu terk ettiğini görüyoruz. Nihayet, Doğu Avrupa'nın bir bölümünü gezdikten sonra Balkanlar'dan dolaşarak İstanbul'u ziyaret ettiği ve tekrar aynı güzergahtan Volga bölgesine geri döndüğünü de belirtmeliyiz. Bursa şehrinde, Osmanlı Beyi Orhan Gazi ile tanışma fırsatı da bulan İbn Battûta, iyi yürekli ve erdemli bir hanım olarak tanımladığı Sultan'ın hanımı Beylûn (Nilüfer) Hatun'un ikâmet ettiği İznik'e ulaştı. Burada, atının hastalığı sebebiyle bir fakihin yanında kırk gün kadar kaldıktan sonra, maiyetindeki üç arkadaşı, cariyesi ve kendine hizmet eden birkaç kölesi ile birlikte İznik'i terk ettiler. İznik'ten çıktıkları günün gecesi Mekece adında bir köyde yine bir fakihin evine konuk oldular. Ertesi gün yola koyulunca ata binmiş bir Türk hâtununun hizmetçisiyle birlikte Yenice'ye doğru gittiklerini görünce onları takip ettiler. Mekece'nin doğusunda bulunan Sakarya nehrine gelince kılavuzluklarını yapan atlı bir Türk kadını ve onun hizmetçisi nehre düşerek sürüklenmiş, nehrin karşı tarafında olaya şahit olan bir grup, hanımı güçlükle karaya çıkarmayı başarırken, hizmetçisi kurtarılamamıştı. İbn Battûta ve maiyeti ise, nehrin biraz daha aşağı taraflarında halatlarla birbirine bağlanmış, dört odundan ibaret olan bir sala binip, hayvanlarının semerlerini ve öteki eşyalarını bu sala koyduktan sonra, nehrin karşı tarafından çekilen halatlarla karaya çıkarken, hayvanları nehri yüzerek geçmeyi başarabilmişlerdi. Zorlu bir günün gecesinde Geyve'ye varan kafile, burada âhilerden birinin evinde konakladı. Burada bir tercüman istediler. Ancak karşılaştıkları fakîhin, Arapça'dan ziyâde, ünsiyeti Farsça'ya idi. Dolayısyla onunla pek anlaşamadılar. Ancak, bu fakîhin yanındaki ahîlere dönerek, "Bunlara ikram şarttır. Zira eski Arap dilini konuşuyorlar. Bu dil Yüce Peygamber'in ve onun arkad,aşlarımn dilidir"diyerek övgüde ve bol ikramda bulunması, Seyyâhın oldukça hoşuna gitmiş olmalıdır. Geyve'den yanlarına aldıkları kılavuzla birlikte kafile, küçük ve şirin bir köy olan Yenice'ye vardı. Burada da bir ahî tekkesinde ağırlanıp, gerekli ikram ve izzeti gören misafirler, şehrin idarecisinden talep ettikleri bir muhafızın mihmandarlığında, şiddetli kar fırtınasına maruz kaldıkları bir gecede Göynük'e ulaştılar. Seyahatnâme'de, Göynük kasabasının, küçük bir yerleşim yeri olmasına rağmen daha çok Gayr-i Müslimlerin yaşadığı, buna karşın sadece bir Müslüman hanesinin bulunduğu, bunun yanında ağaç ve bağ yerine safran bitkisinin yetiştirildiği dile getirilmektedir. İbn Battûta ve beraberindekiler, bu küçük kasabada yaşlı bir Hıristiyan kadının evinde, ücretini ödeyerek konakladıktan sonra, para ile tuttukları bir kılavuz ile birlikte Mudurnu yönüne doğru ilerlediler. Onları zor bir yolculuk bekliyordu. Yıl 1333, mevsim kıştı. Yollar kardan kaybolmuş, izleri örtülmüştü. Bir süre yol aldıktan sonra kılavuz, onlardan bir miktar para talebinde bulundu. Seyyâhın arkadaşlarından birinin yayını uzağa fırlattı. Belli ki, yola devam etme niyeti yoktu. Kılavuz, kendisine teklif edilen parayı alır almaz hemen kafileyi orada terk etti. Seyyâh ve arkadaşları dağın başında çaresiz kalakalmışlardı. Sığınacakları bir kulübe bile yoktu. Bu arada, İbn Battûta cesaretini toplayarak yola devam etmiş, fakat arkadaşlarını geride bırakmıştı. Barınabilecekleri bir yer bulmak zorundaydı. Göynük- Mudurnu yolunda uzaktan görenlerin ev zannettikleri, ancak yanına yaklaşınca mezarların üzerinde inşa edilmiş ahşap odalar olduğu anlaşılan bazı yapılara rastladı. Nihayet, evlerin bulunduğu bir mıntıkaya geldi. Burada karşısına çıkan yaşlı bir adam onu eve davet etti. Burası bir ahî zâviyesi ve bu zâviyenin şeyhi de meğer, onun daha önceleri bir yerden tanıdığı Arapça'yı iyi konuşabilen bir kimseydi. Köyden bir grubun desteğiyle İbn Battûta, dağda mahsur kalan ekibini tekkeye getirtmeyi başarmıştı. Hep birlikte, dervişlerin evlerinden gelen yemeklerle karınlarını doyurdular. Perşembe gecesi tekkede sıcak bir gece geçirdikten sonra, ertesi gün Cuma namazı vaktinde Mudurnu'ya ulaşmışlardı. Ancak, buradaki ahî tekkesinde kalan yolcu ve binekleri oldukça kalabalık idi. Bu yüzden yağan kar ve şiddetli soğuk nedeniyle barınacakları ve hayvanlarını bağlayacakları başka bir yer bulma konusunda geçici de olsa bir sıkıntı yaşadı lar. Sonunda, Arapça konuşabilen bir hacının yardımı ile bu sorunu aştılar. Kafilenin Mudurnu'dan Kastamonu'ya kadar on günlük karlı ve çetin dağlarla kaplı mesafeyi aşabilmesi için, Arapça bilen bu hacının kılavuzluğuna ihtiyaç vardı. Bir miktar para ve çeşitli hediyeler takdim ettikten sonra zor da olsa bu hacıyı mihmandarlık konusunda ikna etmeyi başarabildiler. Ancak, hacının, iyi eğitimli ve zengin olmasına rağmen, çok geçmeden açgözlü ve tefecilikle uğraşan, kötü huylu bir kimse olduğu ortaya çıkıverdi. O, yolda ölen hayvanın derisini yüzüp, pazarda satmakta bir mahsur görmüyordu. Alış-verişle o ilgileniyordu. Ne var ki, günlük masraflar için tahsis edilen bütçeden zaman zaman dirhemleri yürütmekten de geri kalmıyordu. Hatta, İbn Battuta, işin o kadar farkına varmış olacak ki, her akşamın sonunda "Ey Hacı! Bugünkü masraftan ne kadar çaldın?" diye sormaktan kendini alamamış, onun da "şu kadar" diyerek cevap vermesi kafilede gülüşmelere neden olmuştu. Nitekim, kafile, bir ara yol üstünde bulunan bu hacının kız kardeşinin evinde konaklamıştı. Konaklama ücreti olarak teklif edilen dirhemlere bile göz diktiği için, kadının ücreti el altından verilmişti. Bu durumun farkına varan hacı, "paraları ona vereceğinize bana verin" diyerek, kopardığı pay karşısında sevinçten havaya uçmuştu. Ne var ki, Türkçe bilmedikleri için çaresiz bir şekilde, bu zor şartlarda hacıya katlanmak zorunda kalıyorlardı. İbn Battûta'nın naklettiği bu ekstrem örnek aslında, Anadolu'da seyahat ederken sık sık uğradığı, ücretsiz olarak günlerce kaldığı, devamlı surette ikram ve izzet gördüğü, hatta uğurlanır- ken hediyeler aldığı ve genellikle memnuniyetini gizlemeksizin övgüyle bahsettiği ahîlik ve fütüvvet terbiyesi almış ve bunun gereklerini içine sindirmiş kimselerin aksine, her devirde ve her toplumda karşılaşılabilecek türden, sahip olduğu değerlerden habersiz, ham sofu ve sözde dindar diye nitelendirebileceğimiz fırsatçı, paragöz bir kişiliğin düştüğü kötü durumları yansıtmaktadır. Nitekim, seyyâh beraberindekilerle birlikte, Bolu şehrine yaklaştığında şiddetli akan bir ırmağı yine güçlükle aştıktan sonra, bu şehirde bir ahî tekkesine indi. Tekkenin her bölümünde ayrı ayrı ocaklar kış boyunca yanıyor, dumanı bahârî (tekili: bahîrî) denilen bacalarından çıkıp gittiği için içeridekilere bir zarar vermiyordu. İbn Batuta ve maiyetindekiler, bu ocaklar karşısında iyiden iyiye ısınmış olacaklar ki, şiddetli soğuk nedeniyle birkaç kat giyindikleri giysilerini çıkararak, tek kat elbise ile kalmışlar, yemeklerden ve meyvelerden yemişler ve güzelce istirahat etmişlerdi. Mamafih, kendilerine bolca ikram ve izzette bulunan, yolculara, yoksullara ve kimsesizlere şefkat gösteren, kucak açan ve onları bağırlarına basan bu dervişlere bolca dua etmeyi de ihmal etmemişlerdi. Ertesi gün yola çıkarak Gerede'ye geldiler. Burası, düz bir arazi üzerine kurulmuş, caddeleri geniş, çarşıları büyük, her semtte birbirlerine karışmaksızın ayrı mahalleler bulunuyordu. İbn Battûta, Gerede'yi bu bölgenin en soğuk yeri olarak betimlemektedir. Burada boylu-poslu dediği, davranışı ve huyunu sevdiği, şehrin sultanı Şah Bey ve Şam asıllı fakih Şemseddinle tanışır, sohbet eder ve Şah Bey'in hediye ettiği güzel koşumlu bir at ve bir kat elbiseyi kabul eder. Gerede'den sonra Borlu (Safranbolu)'ya varırlar. Burası, tepe üzerine kurulmuş bir şehir olup, eteklerinde hendek bulunuyordu. Tepenin tam zirvesinde bir kale mevcuttur. İbn Battûta ve yanındakiler, Safranbolu'da bir medresede konaklamışlardı. Şehrin komutanı olan Kastamonu padişahı Süleyman'ın oğlu Ali Bey, onları huzuruna çağırmış, onları iyi karşılamış ve yolculukları hakkında bilgi aldıktan sonra bütün davetlilerle birlikte yedikleri yemeğin ardından, ertesi gün, Kastamonu'ya doğru yola koyul- muşlardı. Bitkin düşen yolcular, Candaroğulları Beyliğinin başşehri olan, kar yığınının içerisinde medenî ve müreffeh bir görünüme sahip Kastamonu şehrine ulaşınca rahata kavuşmuş olmalıydı- lar. İdarecileriyle de tanıştığı Kastamonu'nun, Anadolu'nun en güzel ve en büyük şehirlerinden biri olması yanında, pazara çıkarılan malların ucuzluğu nedeniyle yaşamaya elverişli bir kent oluşu İbn Batuta'nın dikkatinden kaçmamış, o güne kadar gezdiği bütün beldeler içerisinde en ucuz bulduğu şehrin Kastamonu olduğunu dile getirmiştir. Seyyâh, burada önce kulağı az işittiği için Atrûş diye isimlendirilen şeyhin zâviyesine indi. Kastamonu'nun önde gelen ulemâsından, Mekke ve Medîne başta olmak üzere, Irak, Tebrîz ve Şam'da tahsil görüp, oralarda uzun süre kalmış olan, şehirde hem müderrislik, hem müftîlik yapan Taceddin Sultan Öyûkî ve At Pazarı'ndaki medresenin önde gelen müderrislerinden Finikeli Sadreddin Süleyman ile tanıştı. Bunlardan başka, yine At Pazarı'nın yakınında bulunan zâviyede, gençliğinde Halife Mustansır'ın yanında bulunmuş olan yüz otuz altı yaşında, bakıma muhtaç bir halde gördüğü Dâdâ Emir Ali ile sohbet etmiş, ondan dua talebinde bulunmuştu. İbn Battûta'nın eserinde Kastamonu şehriyle ilgili olarak daha detaylı bilgi verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim, o, Candarlı başşehrinde Sultan Şucâuddin Süleyman Şahla tanışmış, yetmiş yaşını aşmış, nurlu yüzlü, uzun sakallı, heybetli, erdemli ve alimlerle vaktini geçiren bu devlet adamıyla sohbet etme imkanı bulabilmişti. Seyyâh, Sultan'ın seyahati, Kabe, Şam ve Mısır'la ilgili sorularına tek tek cevap vermiş, Sultan da onun kendi ikâmetgâhına yakın bir yerde misafir edilmesini emretmiş, ayrıca, giysi, doru bir at, zâhire gibi hediyeler de vermişti. İbn Batuta, Kastamonu'da uygulanan bazı adet ve protokol kurallarına de işaret etmiştir. Buna göre, Kastamonu Bey'inin emri ile şehirde, her ikindi vaktinde sofra kurulur, kapılar herkese açılır; köylü, kentli, yerli-yabancı kim varsa yemeğe iştirak eder, kimse geri çevrilmezdi. Özel divan ise, sabahleyin erkenden teçhiz edilir, önce padişahın oğlu huzura gelir, babasının elini öper, sonra kendi dairesine giderdi. Ondan sonra, beyliğin diğerüst düzey görevlileri huzura çıkarlar, yemeklerini yedikten sonra işlerinin başına dönerlerdi. Cuma namazı, at üzerinde merasim eşliğinde gidilen, saraya biraz uzak bir mescitte kılınırdı. Ahşaptan inşa edilmiş, üç katlı olan bu bina, Kastamonu'nun en büyük câmii idi. Hükümdar, devletin üst düzey görevlileri, kadı, fukahâ ve komutanlar alt katta, sultanın "efendi" denilen kardeşi ve onun hizmetçileri, yakın adamları, şehrin ahalisinden güvenilir kişiler orta katta, hükümdarın oğlu ve veliahdı Şehzâde Cevâd ise genç köleleri ve ahâli ile birlikte üst katta Cuma namazlarını kılarlardı. Hafızlar, mihrabın önünde halka şeklinde dizilirler, şehrin kadısı ile Cuma Hatîbi de onların yanlarına otururdu. Evvelâ, hafızlar Kehf suresini okurlar, ayetler -onun ifadesiyle- enteresan şekilde tekrar edildikten sonra, hatip minbere çıkar ve hutbesini okurdu. Ardından, hep birlikte Cuma namazının farzı kılındıktan sonra, nafile namazlar edâ edilir ve nihayet hafızlardan biri hükümdarın huzurunda Kur'an'dan âyetler (aşır) okuduktan sonra, padişahla birlikte câmiden ayrılırlardı. Bir başka hafız da hükümdarın kardeşinin bulunduğu orta katta onun huzurunda bir aşır okur ve hükümdarın kardeşiyle birlikte orada bulunanlar câmii terk ederlerdi. Son olarak, bir başka hafız da hükümdarın oğlunun bulunduğu üst katta bir aşır okuduktan sonra "protokol memuru" ayağa kalkarak Türkçe bir manzume ile sultan ve veliahdını över ve her ikisine dua edilirdi. Bundan sonra şehzâde, câmi dışında kendisini bekleyen amcasının elini öptükten sonra atına binerek hükümdar olan babasının sarayına giderdi. Saraydaki törende ise, hükümdarın huzuruna, şehzâde ve amcası birlikte girerler, amca biraz önden ilerleyerek hükümdarın elini öptükten sonra, kendine ayrılan makama geçerdi. Daha sonra, şehzâde, babasının elini öper ve kendine dairesine geçmek üzere huzurdan ayrılır, orada bulunan yakınlarıyla bir müddet oturarak, sohbet ederdi. İkindi vakit geldiğinde hep birlikte namaz kılındıktan sonra, hükümdarın kardeşi huzura çıkarak, el öperek veda eder ve diğer cumaya kadar huzura girmezdi. Şehzâde ise her sabah hükümdarın huzuruna çıkmak zorundaydı. İbn Battûta'nın vermiş olduğu bu bilgilerden, Candarlı Beyliğinde uygulanan Saray ve Cuma namazı protokolü hakkında malumat sahibi olmaktayız. Ayrıca onun, muhtemelen bir yandan havanın düzelmesini beklemek ve öte yandan da cömert bir "Anadolu Bey'i" ile daha karşılaşmanın tadını çıkarmak niyetiyle olsa gerek, Kastamonu'da kırk gün kadar kalmayı tercih ettiğini anlıyoruz. Maiyetiyle birlikte, Kastamonu'dan ayrılan İbn Battûta, yakın bir kasabada, bölgenin en büyük ve en güzel zâviyesiyle karşılaştıklarını ve Fahreddin adında bir beyin inşa ettiği bu zâviyede konakladıklarını belirtmektedir. Onun ifadelerinden, Fahreddin Bey'in, zâviyenin işlerini ve dervişlerin iâşe ve ibâte görevini oğluna bıraktığını, kasabanın bütün gelirini bu zâviyeye vakfettiğini, bu binanın karşısında misafirlerin ücretsiz olarak kullanılabilecek bir hamam ile bir de pazar inşa ettiği ve bu pazarın gelirinin de büyük câminin giderleri için kullanılmasına tahsis ettiğini öğreniyoruz. Ayrıca, Fahreddin Bey'in emri gereği, ayrıca, Mekke, Medîne, Suriye, Mısır, Irak, İran, Horasan ve diğer bölgelerden gelen dervişlere dergâha vardıkları gün; kâmilen bir elbise ve yüz dirhem verilmeli, ayrılacakları gün otuz dirhem takdim edilmeli, orada kaldıkları müddet boyunca da ekmek, et, yağla pişmiş pirinç (pilav) ve tatlı verilmelidir. Anadolu'dan gelen dervişlerin ise, on dirhem harçlık ve üç gün de misafirlik hakları vardı. Bu kasabadan ayrıldıktan sonra, İbn Battûta ve yanındakiler, geceyi ıssız ve büyük bir dağın başında yer alan Kastamonulu Ahî Nizâmeddin'in tekkesinde geçirdiler. Bu zâviyenin masrafları, bir köyün vakfedilmiş bütün mülklerinin gelirinden karşılanıyor- du. Daha sonra, kafile, Kuzey Anadolu dağlarının içine doğru at sürerek, yüksek geçitlerin birinden geçerek aşağı doğru indi. Seyyâh'ın, oldukça kalabalık, korunaklı, büyük ve güzel bulduğu bu şehrin adı Sinop idi. Şehre, doğu bölgesinde bulunan ve sadece hükümdarının izniyle kullanılabilen tek kapısından giriliyordu. Zira, kent, diğer yönlerinden denizle kuşatılmıştı. İbn Battûta da ancak, şehrin hükümdarı ve aynı zamanda Candarlı Beyi Süleyman oğlu İbrahim Bey'den daha önce aldıkları izinleşehre girebilmişti. Seyahatnâme'de, Sinop'ta yer alan bağlar, bahçeler, gürül gürül akan sular, yetiştirilen üzüm ve incir gibi bölgenin doğal özelliklerinden başka, burada on bir kadar Rum kasabasının bulunduğu ve yüksek bir tepede yer alan zâviyenin de Hızır-İlyas makamı olarak bilindiğinden bahsedilmektedir. Ardından Ulu Câmi adıyla bilinen şehrin en büyük câmiinin mimarî özellik ve güzellikleri sıralanmaktadır. "Gördüğüm mabetlerin en güzellerinden biri" diye betimlediği, m. 1268 yılında inşa edilen bu câminin bânîsi, Anadolu Selçuklu Devleti vezirlerinden Mu'înüddîn Süleyman Pervâne'dir. Daha sonra Sinop bölgesine bu beyin soyundan gelen Gâzî Çelebi hâkim olmuş, onun ardından da bölge Candarlı Beyi Süleyman Şâh'ın eline geçmişti. Câminin tam ortasında bir havuz ve bunun üzerinde dört ayağa istinat edilen bir kubbe bulunduğu ve her ayağın iki mermer sütunla desteklendiği belirtmektedir. Câminin üst mahfiline ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Bu arada eserde, Hanefî mezhebine mensup Sinop halkının arasında kırk gün kalan fakat Mâlikî mezhebine mensup olan İbn Battûta'nın, namaz kılarken ellerini bağlamaması sebebiyle, Şiî olmakla itham edildiği, bu yüzden de tavşan eti yiyip-yemeyecekleri hususunda sınandığını ifade etmektedir. Bundan başka seyyâhın, Sinop'a gelişlerinin dördüncü gününde İbrahim Bey'in annesinin cenaze merasimine katıldıklarını ve Bey'in, öteki komutanların ve kapıkulu askerlerinin cenazeyi başı açık takip ettiklerini, hepsinin kaftanlarını ters çevirerek giydiklerini, kadı ve hatîplerin başlarına sarık yerine siyah bir bez doladıklarını, kırk gün yas ilân edildiğini ve her gün sofraların kurulup ziyâfetlerin verildiğini belirtirken aslında, gezdiği yer lerdeki dinî hayata dair uygulamaların yanında adet ve gelenekleriyle alakalı ilginç ayrıntılara da işaret ettiğini görüyoruz. İbn Battûta, 1334 yılının bahar aylarının başlarında, Sinop'ta iken kentin tüccarlarından, Hindistan'a gidilen en uygun güzergâh hakkında bilgi almıştı. muhtemelen, onlardan "Trabzon yoluyla Tebriz'e, buradan Hürmüz'e, oradan da deniz yoluyla Malabar'a ulaşabilecekleri yönünde bir cevap almış olmasına rağmen, o, tam da bunun tersine Sinop'tan deniz yoluyla Kırım'a geçerek Özbek hanlığı topraklarına ayak basmayı tercih etmişti. Seyahatnâme'den, Kırım Yarımadası'nda Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Sahrası) olarak bilinen büyük bir limana varınca, burada bir kilisede gecelediklerini öğreniyoruz. Bu kilisenin duvarında elinde kılıcı, başında sarığı ile tasvir edilen Hz. Ali'nin resminin asılı oluğundan bahsedilmesinden, -eğer seyyâh yanılmamışsa- bölgede devrin dinsel heterodosisi hakkında bir ipucu elde etmiş olabiliriz. Geniş sahra niteliğinde, evsiz, ağaç ve ormandan yoksun geniş bozkırlara sahip bölgede, insanların tezek yakarak ısındıklarını öğreniyoruz. Daha sonra, ulaştıkları Kırım yakınlarında dikdörtgen planlı sahil şehri Kefe'nin yerli halkının Ceneviz kökenli ve tamamına yakınının Hıristiyan olduğu, kilise çanlarının yüksek seslerinden başlangıçta endişelendiği, bu yüzden bir arkadaşına derhal bir ezan okuttuğunu ancak bu yüzden kötü bir muamele ile karşılaşmadıkları anlatılmaktadır. Ayrıca seyyâh, küçüklü büyüklü iki yüz gemi alacak kadar genişliğe sahip şehir limanının, dünyanın en ünlü limanlarından biri olduğunu belirtirken tertip ve düzenli oluşuna da hayran kaldığını gizlememek- tedir. Ardından, Kefe'ye 42 km. uzaklıkta bulunan ve yarımadaya ismini veren merkezî şehir Kırım'a at arabalarıyla devam ettiler. O devirde Kırım, Özbek hanlığına (Altınordu Devleti) bağlı idi. Şehrin yöneticisi Muhammed Özbek Han'ın komutanı Tülük Timur idi. İbn Battûta, şehrin yöneticisi Tülük Temur ve hocasi Sa'deddin ile tanışma imkânı bulmuş, Şehzâde Horasânî adıyla bilinen bir ahî şeyhinin tekkesinde konaklamış, ayrıca şehrin kadısı, hatîbi ve diğer ulemâsıyla tanışma imkanı bulmuştur. Seyyâhın ifadelerinden, dinî, ekonomik ve kültürel açıdan Kırım'ın, tam anlamıyla, İslâm kültürü'nü yansıtan bir şehir izlenimi verdiğini anlıyoruz.49 Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Deşt-i Kıpçak'ta kilise içinde konaklama konusunda bir sakınca görmemesine rağmen, Kefe'de çan seslerini duyunca birden endişelenerek fevrî bir hareketle arkadaşına ezan okutmuş ve burada Hıristiyan şehir halkı tarafından kötü bir muameleye maruz kalmamıştı. Bu bağlamda, İbn Battûta'nın, Kırım'da kendine tavsiye edilen çok dindar ve mistik bir Hıristiyan rahiple tanışma fırsatını kaçırdığı ve onun bilgisini elde edemediği için daha sonra çok pişmanlık hissettiğini itiraf etmesinden, özünde mutaassıp bir kişiliğe sahip olmadığı intibâı vermektedir. Seyyâhın Kırım'da bulunduğu esnada, şehrin valisi Tülük Timur'un hasta olmasına rağmen Özbek Hanı görmek için başşehir Yeni Saray'a gitme hazırlığına girişmesi, aslında, İbn Battûta'ya da yaklaşık 1300 km'ye varan Volga seyahatinin doğması anlamına geliyordu. Bu seyahatte, Tülük Timur'a ayrıca kardeşi, iki oğlu, hepsinin eşleri ve şehrin ileri gelenlerinden hocası Sadeddin, Hatib Ebû Bekir, Kadı Şemseddin, Fakih Şerefüddin Musa ve teşrifatçısı Alâeddin refakât edecekti. Kırımlı Türkler, at arabası ile yolculuk ediyorlardı. Bu nedenle İbn Battûta, bu uzun yolculuk için kendisine üç tane araba ve onları çekecek atlar satın aldı. Birine Anadolu'da hediye edilen Rum cariyesi ile birlikte kendisi bindi. İkincisine, yol arkadaşı Afîfüddin Tûzerî, üçüncüsünü ise diğer arkadaşlarına tahsis etti. Türklere mahsus bu arabalar hakkında bilgi verirken o şunları dile getirmektedir: "Araba, büyüklüğüne göre iki veya daha fazla at tara- fınd,an çekiliyordu. Ağırlığına göre önüne öküz ya da develerin ko- şulduğu da oluyordu. Arabacı semerli olan hayvana binerek elindeki övendire ile hayvanları idare ed.erdi. Arabanın üzerine ince ağaç çubuklarından yapılmış ve birbirine kayışlarla kenetlenmiş kubbeyi andıran hafif bir iskeletle bindirilir. Bunun üzerine keçe veya çadır bezind,en bir örtü konulur. Kubbenin kafesli pencereleri vardır. Arabanın içind,e olan bir kimse, içerisi görünm.ed.en diğerlerini görebiliyor, yol boyunca arabanın i^çeri^sin^d^e istediği her şeyi yapabilir; uyuyabilir, yemek yiyebilir, kitap okuyabilir ya da yazı yazabilirdi". Kırımlı Türklerle birlikte yolculuk yaparken İbn Battûta, onların yolculuk adâbları ile ilgili izlenimlerini ise şöyle dile getirmektedir: "Türkler bozkırd,a, hacıların Hicâz yolund,a seyahat ettikleri gibi, sabah namazından sonra yola çıkıp, kuşluk vaktinde konaklıyorlardı. Öğledeen sonra tekrar yola koyulup, akşamüzeri mola veriyorlardı. Bir yere konakladıkları zaman, otlamaları için at, deve ya da öküzler arabalardan çözülüyordu. Sultan da dahil hiç kimse hayvanını yemlemezdi. Zira, hayvanlar için sabahtan akşama kad,ar arpa ve yem yerine yeşil mera yeterdi. Böyle gür otlara başka yerde rastlamak mümkün değildi." İbn Battûta, Türklerin hayvanlarını bekçisiz ve çobansız otlattıklarının ifade ettikten sonra, bunun sebebini, hırsızlığa karşı uygulanan cezanın çok ağır oluşuna bağlamaktadır. 53 Bu arada Türklerin katı yiyecek ve ekmek yemedikleri, "dûkî/ düğ, düğü" adını verdikleri bir yemek yaptıklarını söyledikten sonra bu yemeğin hazırlanışı hakkında bilgi vermektedir: "Önce suyu ateşin üzerine koyarlar, kaynayınca düğüd,en bir parça atarlar, yanlarında et varsa onu küçük parçalara ayırdıktan sonra tencereye koyarlar ve beraber pişirirler. Yemek pişince, herkesin payını tabaklara koyarlar. Daha sonra da tabaktaki yemeğin üzerine yoğurt dökerler". Türklerin her fırsatta iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlar olduklarını dile getiren İbn Battûta, Türklerin düğü dışında "burhani/borani" adı verilen hamur işi yemeği yediklerini ve bu yemeğin; küçük parçalar halinde kesilmiş hamur parçalarının (erişte) üzerine delik açılıp, tencerede pişirildikten sonra üzerine yine yoğurt dökülerek yendiğini belirtmektedir. Kırım Türklerinin tatlıdan pek hoşlanmadıkları, fakat yemekten sonra meşrubat olarak kısrak sütünden yapılmış "kımız" ve tadını biraz ekşimsi bulduğu için içemediği "düğü suyu" yani " boza" içtiklerini, düğü tanelerinden ve sütten imal edilen bozanın, Hanefi ulemasınca caiz görüldüğünün altını çizmektedir. İbn Battûta, Kırım'dan ayrılıp, 23 gün yol aldıktan sonra, önlerine çıkan nehri zor-bela bir günde aştıktan sonra Azak şehrine gelmişti. Burada şehir dışında konakladılar. Burası deniz kenarına kurulmuş, zaman zaman Cenevizli tüccarların saldırılarına maruz kalsa dadüzenli bir şehir görüntüsü vermekteydi. Şehrin valisinin Muhammed Hoca Havârizmî idi. Misafirlerini görülmemiş bir biçimde ağırlamış, onlara at ve koyun etinden yapılmış yemekler ikram etti, kımız ve boza içirdi. Azak yöresinde İbn Battûta'nın dikkatini çeken bir hususta attan bol bir şeyin olmamasıydı. Bu konuda "Bizd.e koyun neyse, burad,a da at o" diyerek hayretini ifade etmektedir. İbn Battûta'nın Azak şehrinde bulunduğu sırada Özbek Han, Başkent Yeni Saray'da değil, Azak'ın 450 km güneydoğusundaki, günümüzde Stavrol Platosu denilen yüksek arazide (Bişdağ/Beşdağ) bulunuyor, burada askerî kamp yapıyordu. Seyyâhımız Beşdağ'a vardıktan sonra, Muhammed Özbek Han'ın çoktan oradan ayrıldığını gördü. Sekiz gün daha yolculuk yaptıktan sonra, Türk ülkesinin en bakımlı ve en güzel şehirlerinden biri olarak tanımladığı Macar'a 1334 yılının Ramazan ayında ulaştılar. İbn Battûta, bu kampa ulaştığının ertesi günü, iki ulemânın tavsiyesi üzerine kendini Han'a takdim etti. Gösterişli bir çadırda dört eşi ve diğer aile efradıyla birlikte Han, misafirleri kabul etti. Burada, Kırım'dan itibaren, İbn Battûta'nın dikkatini çeken önemli bir nokta da Türk kadınlarını şaşırtıcı derecede özgür bulmasıdır. O, Türk kad ınlarının son derece iyi giyindiklerini ve yüzlerinin açık olduğunu, erkeklerin kadınlara karşı son derecede saygılı davrandıklarını, hatta eşlerin çarşıda dolaşırlarken, onları dışardan gören bir kişinin, kocayı sanki hanımının hizmetkârıymış gibi bir izlenim ortaya koyduğunu dile getirmektedir. Burada, tercüman vasıtasıyla Han'ın eşleriyle de sohbet etme imkanı elde etmiş olan İbn Battûta, onlara seyahatlerinde karşılaştığı maceraları anlatarak hoş vakit geçirtmiş, hatunların takdim ettiği at, koyun, yiyecek ve giysileri kabul etmişti.Ramazan ayının ilk günlerini da Özbek Han'ın kampında geçiren İbn Battûta, Sultan'ın rehber olarak verdiği komutanla birlikte Bulgar şehrinde Türklerin içerisinde Ramazan Bayramı kutlamalarına iştirak etmişti. Bayram bittikten sonra seyyâh, Sultan ve onun ordusuyla birlikte, 130 km. ilerideki Hacı Tarhan (Astrahan) şehrine gittiler. Bu şehir Volga nehri kenarına kurulmuş, en güzel şehirlerden biriydi. Bu arada İbn Battûta'nın Kostantinopol'ü görmesine vesile olacak ilginç bir gelişme meydana geldi. O, Han'ın üçüncü eşi Beyelun ile uzunca sohbet etme imkânı bulmuş, başından geçen ilginç olayları prensese anlatmıştı. Prenses, seyyâhın evinden ve yurdundan uzaklarda yaşadığı maceralardan son derecede etkilenmiş olacak ki, elindeki mendille akan göz yaşlarını silerek, uzun süre şefkatle ve acıyla ağlamıştı. Aslında, prenses yabancı bir memlekette, memleketinden uzak olmanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyordu. Zira o, Bizans İmparatoru III. Andronicus'un kızı idi ve buraya gelin olarak gelmişti. Bütün bu karmaşık duyguları yaşarken, aynı zamanda hamile olan Prenses Beyelun, bebeğini İstanbul'da, babasının sarayında doğurmak için Özbek Han'dan izin istedi. İbn Battûta da, hatuna refâkât etmek üzere Han'ın müsâadesini almayı başardı. Neresinden bakılırsa bakılsın, bir Müslüman seyyâh için, XIV. Yüzyılda İstanbul'u ziyaret etmek ele geçmez bir fırsattı. Zira, Müslümanların Hıristiyan topraklarında sadece seyahat etmek niyetiyle dönüp-dolaşmaları asla tavsiye edilmez, bu tür geziler ancak devletlerin tayin ettikleri sefirlerin gözetimi altında mümkün olabilirdi. Yakaladığı imkanı çok iyi değerlendiren İbn Battuta, maiyetinde Beyelun Hatun ve 5000 kişilik askerin başında bir komutan ve diğer refakatçilerle birlikte (10 Şevval 734/14 Haziran 1334) yola çıkarak Don ve Dinyeper'i geçerek, Tuna'nın denize döküldüğü yere, yani güneye; Balkanlara doğru yöneldiler. Kafile, Surdak adlı şehre uğramış, Sarı Saltuk'un kabrinin bulunduğu Dobruca'nın kuzeyindeki Babadağ'dan geçerek, 52 gün sonra Bizans sınırındaki ilk kale olan Tunca nehrinin güneyindeki Mehtoli'ye ulaşmıştı. Burada Türk komutan ve diğer süvariler yola devam etmeyerek Özbek hanlığına geri döndüler. Hatun ile birlikte İstanbul'a doğru ilerleyen İbn Battûta, Bizans topraklarına girdikten sonra, artık yabancı bir dünyanın içine girdiğinin farkına çoktan varmıştı. Nitekim, "Hatun, namazlarını terk etmiş..., kendisine sunulan şarabı içmiş... hatta, domuz eti bile yemişti. gizlenen duygular, gayr-i Müslim topraklara girince birden ortaya çıkmıştı." sözlerinden karşılaştığı yeni durumu anlamak mümkün görünmektedir. Metholi'den ayrılan kafile on günlük bir kara yolculuğundan sonra İstanbul surlarına ulaşmış, İbn Batûta, Kostantinopol'de bir aydan fazla kalmıştı. Bizans'ın payitahtında İmparatorun huzuruna kabul edilmiş, Suriyeli bir Yahudi'nin tercümanlığında onunla sohbet imkanı elde etmişti. İmparotor burada kendisine bir kraliyet atı ve bir de rehber tahsis etmişti. Burada artık emniyet içerisinde dolaşabilirdi. Zira İbn Battûta mümkün olduğu ölçüde İstanbul'un her yerini görme niyetinde idi. Önce, asıl İstanbul denilen Boğaz'ın sol yakasında yer alan tarihî yarımadayı gezdi. Hükümdarla devlet adamları burada ikâmet ediyorlardı. Şehrin nüfusunun büyük bölümü de burada meskundu. Çarşıları taşla döşeli olup sokaklar da gayet genişti. Her zanaat erbabı kendilerine tahsis edilen bölümlerde çalışıyor, birbirlerine karışmıyorlardı. Her çarşının geceleri kapatılan ayrı kapıları vardı. Seyyâhın ilgisini çeken bir nokta da çarşı esnafının çoğunun kadın olmasıydı. Şehrin surları şehrin kurulu olduğu tepeyi çeviriyor, denizden gelecek olan muhtemel tehlike böylece engelleniyordu. İbn Battûta, manastırları ve kiliseleri ziyaret etmiş, içine giremese de büyük kilise Ayasofya'yı dışarıdan izlemişti.68 Daha sonra, Galata'da bulunan Ceneviz kolonisini görmek için Haliç'i geçmişti. Burada nüfusun yoğunluğunu Ceneviz, Venedik, Roma ve Fransız unsurlar teşkil ediyorlardı. Bunların genellikle ticaretle meşgul oldukları ve şehir limanında yüz kadar büyük geminin yanı sıra, sayılamayacak kadar çok tekne görmesi onu hayrete düşürmüştü.69 Dunn, İbn Battûta'nın İstanbul ziyaretinin, hoşgörü, tarafsızlık ve büyük bir merak havasında tamamlandığını dile getirmektedir. İbn Battûta'nın Karadeniz seyahati ve edindiği izlenimlerini ele aldığımız bu makalede son olarak, seyyâhın, hala Hıristiyan olan ve sonsuza kadar babasının yanında kalma niyetinde olan Beyelun Hatun'u geride bırakarak, 1334 Sonbaharında, mahiye- tindekilerle birlikte tekrar Özbek Hanlığının başşehri Yeni Saray'a gitmek üzere yola koyulduğunu ifade edebiliriz. Sonuç olarak; İbn Batuta, XIV. yüzyılda Anadolu ve Karadeniz çevresinde seyahat ederken, sadece bölgenin idareci ve ileri gelenleri ile tanışmakla kalmamış; dağ, tepe, göl, ırmak, dere, deniz, bitki örtüsü, madenler, elde edilen ziraat ürünleri gibi coğrafi özellikleri, şehirlerinin fizikî yapıları, sâkinlerinin dinî hayatları, ahlakî yapıları, örf, âdet ve gelenekleri, geçim kaynakları, yaşayış biçimleri, dil, mimârî, protokol kuralları, ulaşım araçları, kurumları, kadın- erkek ilişkileri vb. beşeri nitelikleri, sosyal ve iktisadî hayatı, yenilen-içilen ve giyilen şeylere kadar ilgisini çeken hususlarda bilgiler vermiş, zaman zaman da kendi bakış açısıyla bunları değerlendirmeye çalışmıştır. İbn Battûta'nın, bundan yedi asır önce edindiği izlenimlerini kaleme aldığı seyahatnamesiyle de tarihe önemli bir katkı sağladığı ifade edilebilir. * Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi Anabilim Dalı, kocyigitt@msn.com
|
1800 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |