LALE DEVRİ LALE DEVRİ 21 Temmuz 1718 Pasarofça Anlaşması ile 1 ekim 1730 Patrona İhtilâli arasında geçen 12 yıl, 2 ay, 11 gün, Türkiye tarihinde “Lâle Devri” diye anılır. Bu yıllar, Sadrâzam Dâmâd Nevşehirli İbrahim Paşa’nın iktidar yıllarıdır. Lâle Devri, savaşlardan ve ihtilâllerden bunalan İstanbul’un ve onu taklit eden diğer şehirlerin, İbrahim Paşa’nı öncülüğüyle hayatın maddî zevklerinden yararlanmak istemeleri şeklinde târif edilebilir. Bu akım, tabiatıyla sanata da tesir etmiştir. Devrin hükümdarı III. Ahmed, damadı olan Sadrâzam İbrahim Paşa ve çevrelerindeki devletliler tarafından olağanüstü maddî şartlarla himaye edilen şairler, yeni bir hamleye giriştiler. Artık zirvesinden inmeye başladığı açıkça sezilen klasik Türk şiirine bir canlılık, zarafet ve İstanbul inceliği geldi. 1712’de son büyük şairi Nâbî’yi kaybeden klasik Türk şairi, Nedim’in şahsında, son büyük dehâlarından birini verdi. Zaten Nedîm dışındaki diğer bütün şairler, güzel kaside ve gazeller yazabilmekle beraber, gerçek şiir dehâsından mahrumdular. 1716’da Naîmâ’yı kaybeden Türk tarihçiliği, değerli eserler ortaya koydu. Bunlarda Naîmâ’nın ince tahlilleri, Müneccimbaşı’nın büyük bilgisi görülmüyordu. Fakat gene de faydalı eserlerdi. Coğrafyaya olan ilgi de devam ediyordu. Müspet ilimler, bilhassa askerlikle alâkalı olanlar, belli bir seviyede, revaçtaydı. Türk mimarisi, klasik yüceliğini kaybetmekle beraber, Ayasofya Çeşmesi, Üsküdar Çeşmesi, Gülnûş Valide Câmii gibi son şaheserlerini verebiliyordu. Sivil mimarlıkta, ferahlık veren, zarif sâhil-saraylar, yalılar, köşkler yapılıyordu. Bahçe mimarlığı çok gelişiyordu. Çiçek, bilhassa lâle merakı, padişahından en fakir kayıkçıya kadar herkesi sarmıştı. Yüzlerce ve yüzlerce yeni çiçek çeşitleri elde edilmişti. Türk musikisi, 1711de Itrî’yi kaybetmekle beraber, Ebûbekir Ağa başta olmak üzere, bir seri büyük üstadın elinde, pek güzel eserler veriyordu. Kalabalık takımlarla, muhteşem küme fasılları yapılıyordu. Fikirler açıktı. Halk eğleniyor, geziyor, dinleniyor, okuyor, seyrediyordu. Avrupa ile ilgiler fazlalaşmış, Batıdan iktibaslar başlamıştı. Şüphesiz herkes hayatından memnun değildi için için kaynayan bir tabaka vardı. Bunlar, İbrahim Paşa rejimine kin dolu nazarlarım çevirmişlerdi. Ancak büyük devlet adamının açtığı çığır öylesine güzel, zevkli, canlı ve köklüydü ki, onun devrilmesinden sonra da gerçekte Lâle Devri, I. Mahmud zamanında, bütün hususiyetiyle devam etti. Lâle Devri’nin günümüze kadar gelen en önemli yeniliği, şüphesiz ilk millî matbaanın açılmasıdır. 1727de İbrahim Müteferrika ile arkadaşı Yirmisekiz-çelebî-zâde Said Efendi, İstanbul’da ilk Türk matbaasını açtılar. Bunlardan Said Efendi, Paris büyükelçisi olan babası Mehmed Efendi ile çok genç yaşında Fransa'ya gitmişti; sonradan sadrâzamlığa kadar yükseldi. Matbaanın faydalı ve gerekli olduğuna dair ünlü fetvâyı, Şeyhülislâm Abdullah Efendi verdi. Gerçekte XVI. asırdan 'beri İstanbul’da ekalliyet matbaaları olduğu gibi, Avrupa’da da Türkçe, Arapça ve Farsça kitaplar basılıyor, bunlar İstanbul’da satılıyordu. Ancak bir Türk matbaası kurulmamıştı. Bu sanatın Avrupa’da ortaya çıktığı XV. asrın ikinci yarısında ve geliştiği XVI. asırda, Türk kültürünün seviyesi, Avrupa’dan ilerideydi. İlköğretim ve okuyup yazma, Avrupa’ya nazaran pek çok gelişmişti. Aydın tabaka ve kitap okuyanlar da önemli bir sayıdaydı. Avrupa’da bin yazma eseri bir araya getiren hükümdarlar parmakla gösterilirken, Doğu’da, on binlerce yazmadan müteşekkil pek çok kitaplık vardı. XVI. asırda Avrupa’da basılan kitapların tirajı da çok düşüktü. Bu tirajın çok fazlasını Türkiye’de hattatlar ortaya koyabiliyordu. Kont Marsigli (Marsinyi)’nin 1700 yıllarında İstanbul’da 90.000 hattatın bulunduğundan bahsetmesi şüphesiz mübalâğalıdır. Ancak bir gerçeği aksettirmektedir, önemli bölümü üstelik sanat eseri de olan yazma kitap, Türkiye’de mütevazi şehir ve kasabalıların evine kadar girmişti. Avrupa’da baskı sayısı, XVII. hattâ çarpıcı şekilde ancak XVIII. asırda arttı. Müteferrika Matbaası açıldığı zaman, şüphesiz Avrupa matbaalarının baskı sayısı, Türk hattatlarının ortaya koydukları kitap sayısının çok üzerindeydi. Ancak bu farkın ortaya çıktığı zamanlarda birden millî bir matbaanın kurulması kolay bir mesele değildi. Matbaa, büyük bir sosyal problem yaratıyordu. On binlerce hattat işsiz kalacaktı. Onun için Abdullah Efendi’nin çok akıllı bir görüşle kaleme aldığı fetvâsında, din kitaplarının basılması yasaklanmıştı. Hattatlar, hiç olmazsa bu alanda işlerine devam edebilmeliydiler. Ancak matbaacılık, Avrupa’daki hızlı gelişmesin6 Türkiye’de şahit olmadı. Bir asır kadar bir müddet, az sayıda eser basılabildi. Hattat ordusu, birden değil, yavaş yavaş ortadan kalktı ve hiç bir sosyal krize sebep olmadı.
Kaynak: Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, İstanbul, 1989. S. 221-224 |
1711 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |