İngiltere'nin Sivil Esir Politikası İngiltere'nin Sivil Esir Politikası
Sivil esirler hususundaki en vahim tavır, hiç kuşkusuz İngiliz Hükümetinin kendi sınırları dâhilindeki tutumudur. Cepheden çok uzaklarda zannedilen şehirlerdeki günlük hayatına devam eden insanların kalplerine o güne kadar hiç akla gelmeyen ‘yeni’ bir korkunun tohumları saçılmaya başlanmıştı: “Kendi ülkesindeki, kendi şehrindeki, kendi sokağındaki; hatta yanı başındaki dairede oturan ve komşusu zannettiği çok tehlikeli bir düşman vardı!” Yeni üretilen bu düşmanın elinde silah yoktu. Üstelik her gün aynı araçlarla aynı caddelerden geçip aynı işyerlerinde çalışıyorlar; akşam aynı yerlerde dinleniyor veya eğleniyorlardı. Tek fark, bu komşunun adı olabilirdi belki. Kendi adı ’John’ iken komşusunun ki 'Hans’ veya ‘Mohamad Djemal’di. Aynı yağmurda ıslanan ve aynı güneşi bekleyen bu insanlar, bir gece yarısı, ezelî düşmanlar olarak uyandılar aynı katın komşu dairelerindeki yatak odalarında. John’un komşusunun kapısı çalıyordu! Londra’da yaşayan, Alman ya da Osmanlı kökenli insanlar kapılarını açtıklarında; kendilerini “enterne” etmekle görevlendirilen polisleri gördüler karşılarında! Ele geçirilen erkekler sorgusuz sualsiz tutuklanıyor ve eski fabrikalara veya hipodromlara kapatılıyorlardı. Evet... İtilaf Devletleri dâhilindeki “İttifak Devleti kökenli siviller”, casusluk yaptıkları evhamıyla çok hızlı ve yoğun bir şekilde -icraat sahiplerinin ifadesiyle- “enterne” ediliyorlardı. Savaşın başladığı gönlerde, İngiltere dâhilinde bulunan yaklaşık 30.000 “yabancı sivil”, ilk mazlumlar oldu. Savaşla alakası olmayan binlerce insan, İngiliz Hükümeti tarafından “suçlu” ilân edilerek toplanmaya başlandı. Bir taraftan da gerilimi tırmandıran açıklamalar yapan İngiliz Hükümeti ilerleyen günlerde, bu “casus” kuruntusunu âdeta bir paranoyaya dönüştürmekten de çekinmeyecektir. Şehirlerin en işlek caddelerine veya insanların bir araya geldiği mekânlara asılan ilanlar, sokaktaki insanlara bir kâbus yaşatmaya başlamış ve "Konuşmalarınız, sevdiklerinizin ölmesine yol açabilir!”... “Susun, düşman sizi dinliyor ya da “Bildiklerini şapkanın altında sakla!” türünden afişler sözünden herkes birbirinden korkar olmuştu. Bu gerilimden medet uman İngiliz Hükümeti, takip eden haftalarda daha da ileri gidip Ağustos 1914’te çıkardığı bir kanunla; “askerlik çağındaki tüm yabancıları savaş suçlusu” olarak kabul edecek ve bu maddeyi, tutuklamaların gerekçesi olarak gösterecektir. Sergilenen şiddet, İngiliz polisinin bile anlamakta zorlandığı seviyelere çıkmıştı. Düşman ilan edilen bu yabancı kökenli insanların ülke dışına çıkmalarına da izin verilmiyor; binlerce erkek, eşlerinden ve çocuklarından koparılarak -ki bunların önemli bir kısmı İngiliz hanımlarla evliydi- bilinmeyen bir yerlere götürülüyorlardı. Sefalet ve acı, meçhule sürüklenen bu erkekler ile sınırlı kalmıyor; geride kalan eş ve çocuklar, daha perişan bir hayata mahkûm ediliyordu. “Yabancılara karşı daima dikkatli ol!" endîşesi zaman içinde palazlanmış; toplumun her kesiminden insanların zihninde, “Tüm yabancılar casustur” paranoyasına dönüşmüştü. Üstelik bu esirler arasında, önceki dönemlerde İngiliz Ordusu saflarında savaşmış olanlar dahi vardı. Fakat mâkuldan hızla uzaklaşan toplumdaki cinnetin boyutları; “İngiltere’de doğmuş olsa bile...” veya “İngiliz vatandaşlığına geçmiş olsa bile...” noktasına gelmiş; insanların kökenleri araştırılmaya başlanmıştı. İngiltere’deki “Douglas Sivil Esir Kampı” kayıtları incelediğinde; sivil esirlerin üç gruba ayrıldığı görülecektir: “Ayrıcalıklılar, Yahudiler ve... Sıradanlar!” Pek tabii olarak esirlere yapılan muamele de buna göre oluyordu. Sözgelimi, “sıradanlar” bölümündekilerin aç kalması, havalandırılmasının unutulması veya en doğal insani ihtiyaçlarına bile izin verilmemesi de “sıradan”dı ve önemsizdi! Bu insanların daha fazla dayanamayarak, durumu protesto eden gösteriler düzenlemesi ise affedilir gibi değildi. New York Times’in 28 Kasım 1914 tarihli nüshasına göre, adı geçen kampta düzenlenen bir protesto gösterisinde, gardiyanlar göstericilerin üzerine ateş açmış ve ölenler olmuştu. İngiltere İçişleri Bakanlığının görevlendirdiği komisyonun raporuna göre; “...Ateş edilmesi için gardiyanlara emir verilmediği, göstericilerin hiçbirinin kaçmaya çalışmadığı ve gardiyanlara da saldırmadığı halde gardiyanlarm; ateş açarak çok sayıda insanı öldürmesi” de sıradandı ve rapordaki ifadelerle; “. .gardiyanların görev bilinciyle yaptıkları normâl bir hâdise”ydi. “...Hem zaten, bu mahkûmlara verilen yiyecekler de gâyet uygun ve yenebilir özellikte”ydi! Paranoyanın bir devleti ne hâle getireceğine müşâhhas bir mîsal teşkil eden İngiltere’de; Savaş Bakanlığı, üst üste yazılar yazarak İçişleri Bakanlığını uyarıyor ve “ellerinde, sivil esirleri kapatacak yer kalmadığını, mevcut yerlerin insan haysiyetine yakışmayacak yoğunlukta kullanılmaya başlandığını; bu gidişâta bir çeki düzen verilmesinin yerinde olacağını” ihtar ediyordu. Fakat tam da bu günlerde yaşanan bir hâdise, paranoyayı “cinnet”e çeviriverdi. Eylül 1914’te, Kuzey Denizinde seyreden üç İngiliz Kruvazörü, Alman denizaltılar tarafından batırılmıştı. Bu hadise, İçişleri Bakam Troup için bulunmaz bir fırsat ve kafasındakileri hayata geçirmek adına mükemmel bir bahane oldu. Hemen yeni bir kanuni düzenleme yapıldı ve mevcut yasadaki: “askerlik çağındaki erkekler” ibaresi; “17-55 yaş arasındaki tüm erkekler...” olarak genişletildi. Ülkenin her tarafında yeni bir dehşet yaşanıyor; binlerce masum sivil, sorgusuz sualsiz derdest edilip götürülüyordu. İyi de bu kadar insan nereye kapatılıyordu? Pek tabii olarak; eski değirmenlere, virâne şatolara, metruk salonlara ve hatta ahırlara, haralara...
Bu yerlerden biri olan ve daha önceleri gezici sirklerin kullandığı Olympia’ya kapatılan 1.500 civarında sivilin hâli içler acısıydı. Kesif rutubetin çürüttüğü binanın salonunda; oraya buraya atılmış ve rutubetten ıslanmış küflü yataklarda yatıyorlar; kaçmalarına karşı bir tedbir bahanesiyle kapısı sökülmüş olan bir tuvaleti kullanıyorlar; sağlık ve temizlikten nasipsiz yiyeceklere mahkûm ediliyorlardı. Hem Olympia’da hem de Lancaster’deki eski bir vagon fabrikasına kapatılan sivillere, başka amaçla kullanır gerekçesiyle; kaşık, tabak veya çatal verilmiyor; bu insanlar, yemeklerini önlerine konulan varillerden elleriyle yiyorlardı. Su bulmak âdeta imkânsızdı. Sadece içebilecek kadar su veriliyordu ve bu suyun ne kadar temiz olabileceği hususuna ise hiç girmiyoruz. Bir başka toplama yeri ise daha önce at yarışlarına ev sahipliği yapan Newbury Kampı’ydı. Buraya getirilen siviller, 7-8 kişilik gruplar hâlinde; daha önce atların yaşadığı bölme ve kulübelere kapatılmışlardı. Isıtma ve aydınlatmanın olmadığı bu barakalarda insanlar, samanların üzerinde yatıp kalkıyor; büyük bir çamur deryasının ortasında hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Diğer ayrıntılar ise öteki kamplardan farklı değildi. Nihayet, bu şartlarda da olsa, bütün yerler tükenmiş; fakat İngiliz Hükümetinin pek de duracağa benzemeyen cinnet hâli tatmin olmamıştı. Değişik şehirlerden getirilen siviller için yeni yerler aramak başladılar. Nitekim bu topyekûn çalışma kısa zamanda meyvesini verecek ve yeni toplama noktalan ilgili makamlara hemen bildirilecektir: İngiliz limanlarında demirli bekleyen gemilerin ambarları! Böylesine berbat yerlerde tutulan ve en küçük insanlık hakkfndan dahi mahrum edilen bu masum siviller, hayatlannı devam ettirebilmek için gerekli olan fizikî mukavemetten yoksun olduktan gibi başlarına gelen bu ani felaketten dolayı, manen de çökmüşlerdi. Onlar asker değildi ki... Hiç arazide yatıp kalkmamışlardı. Bedenleri ve psikolojileri savaşın zorluklarına alıştırılmayan bu insanlar, ellerine silah alıp günlerce savaşmamış; kimsenin kılına bir zarar vermemişlerdi. Üstelik bu insanların önemli bir bölümü, bu ülkeye; “medeniyetin beşiği veya özgürlükler ülkesi” diyerek gelmiş ve İngiliz vatandaşlığını tercih etmişti. “Sivil Esir Kampları”nda tutuklu bulunan bir grup Alman kökenli İngiliz vatandaşı; ilerleyen aylarda, İngiliz Kralı’na ve Hükümete defalarca dilekçe yazarak; “.. .çocuklarının İngiltere için savaşarak öldüğünü belgeleriyle ispat ederek; eğer izin verilirse kendilerinin de Ingiltere menfaatleri uğruna gerekeni yapmaktan geri durmayacaklarını.. ” belirtmişlerse de hiç ciddiye alınmamışlardı. Her taraf; kara ve deniz, bu masumların iniltileriyle yankılanıyor, fakat İngiliz Hükümeti, her geçen gün daha fazla sivilin tutuklanmasını istiyordu.
Knockaloe Trajedisi
İngiltere’de öyle bir an geldi ki “bu msanlan kapatabilecekleri hiçbir yer kalmadı”. Bu kadar yeter, demek yerine yeni arayışlara girdiler ve nihayetinde dünyanın ilk ve en büyük “Sivil Esir Kampı” olan “Knockaloe Sivil Esir Kampı”nın inşâsına karar verdiler. Kamp, İrlanda denizindeki Man Adası’nda olacaktı. Bu adada büyük bir çiftlik vardı. “.. .Daha önce askerî talimgâh olarak kullanılmak istenen bu bölge, arazinin kendine mahsus özellikleri nedeniyle boşaltılmıştı. Suyu boldu bol olmasma; fakat küçük bir sıkıntı vardı : Arazi bataklık niteliğini hâizdi. Gerçi çamur deryası gibi olan killi sahaya kül dökerek bu sıkıntı da pekâlâ aşılabilir... ”di. Fakat ilerleyen zamanlarda bunun pek mümkün olmadığı görülecekti. Alman (Rahip) Otto Schimming anlatıyor; “...Kamp alanı bâr bataklığı andırıyordu. Toprak suyu emmediği için etraf sürekli bâr çamur deryası halindeydi. Kulübelerin tahanlan da aynı variyetteydi. Tropik ildim için belki uygun görülebilecek tahta barakalar burada, rüzgâr ve yağmuru içeri abyordu ve hiç uygun değildi.” Bu tespitleri, esirler R. Hartmann, Adoli Vielhauer ve Franz Bauer’in anılarında da okumak mümkündür. İngiliz “Dostlar Acil Yardım Komitesi"nin misyonerleri de kampı ziyaretleri sonrasında yazdıkları raporlarında aynı tespiti yapıyorlardı: "Temizlik şortları çok kötü. Külü-beler derme çatma ve ısınmıyor. Hepside rutubetli, çamurlu, acınacak bir halde ve yatakhaneler de miüerce uzaktaydı.” Sonraki aylarda kampı ziyaret eden Amerikan Konsolosluğu yetkilileri de; “Pencere ve kıpı aralıklarından giren yağmur ve rüzgarın etkisiyle küflenmiş bavullar ve giysiler.. ” görmüştü. . “Kampı ziyaretlerinin ilk üç gününü çamur ve yağmur sulan ile adeta havuza dönmüş altı tane yaşam dam”nda geçirmişler; . .Dördüncü gün ise ani ısı değişikliğinin etkisiyle tüm bölge donmuştu!” Amerikalı Yetkililerin raporunu öğrenen ve uygulamalardan şikâyetçi olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na İngiltere’nin verdiği cevap ise hayli tatminkârdır(!):.”.Man Adası’nda şiddetli yağmur ve rüzgâr olduğu doğrudur. .. Rutubetli olmasına rağmen ada pek sağlıksız sayılamaz; hatta pek çok İngiliz vataruhışmın sağlık için terdh ettiği bir yerdir.” İçişleri Bakanlığı 1915 baharında, -henüz tamamlanmayan kampın-5.000 kişilik ilk bölümüne ivedilikle esir nakline başlamıştı. Bu arada; sürüklendiği şoktan sıyrılmaya çalışan ve “acaba?”larla başlayan cılız umutlara tutunmaya çalışan masum siviller, tam da bu günlerde bir bez daha sarsıldı. Artık, büyümeye oldukça elverişli “Knockaloe Kampı»’nın varhğı(!) ve bir sivil Amerikan gemisinin o günlerde, Alman denizaltıları tarafindan batırılması” gevşeyen toplu histeriyi tekrar ateşlemeye yetmişti. Bir süredir, kamuoyunu meşgul eden; “sivillere uygulanan bu vahşete artık dur demek lazım” tartışması, bir anda yerini eski suskunluğa bırakıverdi. Man Adası’ndaki kampın 5.000 kişilik kapasitesi kısa sürede dolmuş, ilaveler yapılması gündeme gelmişti. Kampın kapasitesi hiç tereddütsüz 10.000’e çekildi. Adanın limanına geminin biri yanaşıyor, diğeri ayrılıyordu. Yük hep aynıydı; genç yaşlı binlerce insani! Üstelik bu gemilerin geliş gidişleri hiç kesilecek gibi durmuyor; kamp da sürekli büyüyordu. Daha 1915 yılının sonuna gelmeden mevcut 20.000’e çıktı. 1000’er kişilik olarak planlanan bölümlerin sayısı 23’e ulaşmıştı ve gerçekte buralarda kaçar kişinin kaldığı da artık çok önemli değildi. Bir kasaba büyüklüğüne ulaşan kampın komutanı, 1916 Noeli’nde; “.. .Sizlere mutlu Noelier dilemeyi çok isterdim” temennisini dile getiriyor; ancak “...Yeterli görülen su yetmiyor, barınma durumu her geçen gün insanlık dışı bir noktaya sürükleniyor; esirler yarı aç yarı tok, ayakta kalma mücadelesi veriyordu.” Kampın, 1916 yılının ilk aylarındaki yoklama yekûnu 28.000’e dayanmıştı. Kısımlar arasındaki geçiş izni de keyfi ölçülere bağlıydı. Gerçi esirler, bu keyfiliğe bir çözüm bulmuştu: “Hava postası” adını verdikleri yolla; mesaj kâğıtlarını taşlara sarıp diğer tarafa atarak haberleşme ihtiyacı halledilmişti. Temizlik, yemek servisi ve diğer işlet esirlerce yapılıyor; bu insanlar, yere serdikleri örtülerin üstünde uyuyorlardı. Barınma şartlan böyle olunca; tabii olarak önce bit sürüleri geldi, ardından da tifüs salgını ciddi seviyelerde seyretmeye başladı. Dört ana bölümden oluşan kampta dört sağlık merkezi kurulmuştu. Adanın doktorları, günün belli saatinde gelerek ağır hastalara bakıyor; diğer sağlık hizmetleri ise, berber-cerrahlar (!) ile “Bu işlerden anlarım.” diyen esirlerce yürütülüyordu. “Ayrıcalıklılar” ise, her yerde olduğu gibi burada da bir yolunu bulup kendini bu sağlık bölümlerinden birine atıyor ve parasının gücüne göre özel hizmet satın alıyordu. Bu aylarda kampı ziyaret eden İsveç Elçiliğinin yetkilileri ise, raporlarında bir başka trajediye dikkat çekiyordu: Bilhassa yaşlı esirler, mukavemet cihetiyle büyük sıkıntı yaşıyor; hızla çöküyorlardı. “Akıl ve beden sağlığını ciddi anlamda tehdit eden kamp hayatı, yaşlılar üzerindeki etkisini göstermiş” ve “akıl hastalıklarında" belirgin bir artış göze çarpmıştı. Kış mevsiminin başlarında kampı ziyaret eden bu elçilik görevlilerinin son tespiti ise çok acı idi: “...Bir sonraki kışa kadar çok sayıda esirin yaşamını yitireceği açıktır!” Tellerin ardına hapsedilen insanlar, için en büyük acı; geride bırakılan eş ve çocukların ahvalini öğrenememek, dışarıda bütün şiddetiyle devam eden savaş hakkında bilgi alamamak ve buradan ne zaman kurtulacaklarını bilememekti. Bedenlerini alabildiğine yorarak en azından geceleri uyuyabilmek en büyük nimetti. Oradan oraya durmadan yürümek ve bir karınca yuvasının çevresini andıran kaynaşmayla akşamı yapmak alışkanlık olmuştu. Bir de... Ah o teller! Hem dışarıyı gösteren, hem de insanın önünü kesen; yol vermeyen teller! Belki ailelerinin ziyaretine izin verseler dayanmak bir parça da olsa kolaylaşacaktı; ama nerede... Londra’dan gelen binlerce meraklı İngiliz’e; esirlerin tel örgü içindeki çaresizliğini görme ve eğlenme imkânı sunulduğu hâlde esir ailelerinin gelmesine kesinlikle izin verilmiyordu. Aylar ilerledikçe, sinir krizleri ve ruhsal bozukluklar artmaya başlamıştı. Bilhassa yaşlı esirlerin; akıl sağlığını yitirmeye başlaması, manzaranın şâhidi olan diğer esirleri de etkiliyor ve benzer rahatsızlıkları tetikliyordu. “Dostlar Acil Yardım Komitesi”nin raporlarına göre; bu durumdaki esir sayısı çok yüksekti. Hazırlanan bu raporlarda, “Dikenli Tel Hastalığı”na yakalanan esirlerin önce sinirlilik belirtileri gösterdiği; ardından hızla kabuğuna çekilerek dış dünyadan koptukları belirtiliyordu. Hasta dış çevreye olan bütün alakasını kaybediyor, kendi kendine konuşuyor veya parmaklarıyla oynuyor... Derken; her şeyden ve herkesten korkmaya, hâfıza ve dikkat kaybı yaşamaya başlıyor; nihayetinde, dönüşü olmayan cinnete sürükleniyordu. Evet, bedenî sıkıntılardan daha ziyade ruhî bunalımlarla boğuşan on binlerce insan bütün bu çaresizliklere direnerek o meçhul kurtuluş gününü bekliyordu. Kampı incelemeye gelen yabancı heyet temsilcilerine sorulan ilk soru hep aynıydı: “Bizi burada daha ne kadar tutacaklar? Karım ve çocuklarımı bir an önce bulmam gerekiyor ; ne olur yardım edin de çok geç olmadan aileme yetişebileyim!” Fakat bütün bu çırpınmalarına rağmen bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Bir başarı elde edilemeyen bu çırpınışların neticesinde, “firar”a kalkışanlar da oldu; ne yazık ki bu adadan kaçabilen hiç olmadı. Bu arada, bir firar olarak değerlendinlemeyecek ilginç teşebbüsler de yaşanmıştı. Bir defasında, kampın kıyısından geçen bir çiftçinin arabasının tekerleği bir çukura saplandı. İnip tekerleği kurtarmaya çalışan çiftçi; hiç aklına gelmeyecek bir durumla karşılaştı. Aslında, tekerlek bir tüneli çökertmişti ve bu tünel kampa doğru uzanıyordu. Çiftçi, vakit geçirmeden kamp yetkililerine haber verdi. Yapılan incelemede bu tünelin 90 metre civarında olduğu; bunu kazan esirlerin akşamları bu yolla kasabaya inerek eğlence yerlerine gittikleri; gece geç saatlerde de geri döndükleri tespit edildi. Kısa bir süre sonra ikinci bir hadise yaşandı. Bu kez tel örgüler aşılarak firar edilmişti ve esirler sahile inip bir kayık çalarak yollarına devam etmek istemişlerdi. Ancak durum çabuk fark edildi ve askerler bu esirleri yakalayarak yeniden kampa götürdü. Kampta, akla ziyan seviyede sansür uygulanıyordu. İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye gelen her şey didik didik ediliyor; hatta cevizler bile kırılarak içme bakılıyordu. Bilhassa Almanya’dan gelen posta yoğunluğu dikkat çekiciydi. İnsanlar, her yolu deneyerek sansürü aşmaya ve yaktn-lanna daha özel şeyler ulaştırmaya çalışıyordu. Meselâ dışarıdan gelen bir konservenin içinde, Alman gazetesi olabiliyor; ya da, bir Alman ailenin gönderdiği sosisli sandviçin içinden bir termometre çıkabiliyordu. Yemek konusuna gelince; İngiliz Hükümetinin raporları ile buradan sağ dönenlerin günlükleri taban tabana zıt bilgilere yer veriyor, özellikle savaşın uzamasını bahane eden yetkililerin; ilerleyen aylarda yermeklerin kalitesini bilerek bozduğu ve gramajını sürekli azalttığı tespiti çok sayıda esirin hâtıratında yer almaktaydı. Yemeklerin kötü olması karaborsa olaylarını artırmıştı. Bazı esirler, dışarıdan getirtmeyi başardıkları jambon veya domuz etlerini fahiş fiyatlar ile dindaşlarına satabiliyordu. Bir defasında bir grup esir, nereden buldularsa, dana etiyle yaptıkları yahniyi çok yüksek fiyattan satmışlardı. Fakat ertesi gün, yahniyi satın alanları kötü bir sürpriz bekliyordu. Kamp Komutanı sabah içki masında, köpeğinin kaybolduğunu söylediğinde yahniyi afiyetle mideye indiren “Ayrıcalıklı’ esirlerin beti benzinin birden solduğu görüldü. Yemekler konusunda en fazla sıkıntı çekenler ise şüphesiz Türk-Müslüman esirlerdi. Kullanılan malzemelerin inançlarına aykın olduğunu, hem kamp yönetimine hem de konuyu yakından takip eden Londra’daki İsveç Konsolosluğu’na, defalarca yazmalarına rağmen müsbet bir netice alamamışlardı. Nihayet, Konsolosluk temsilcisi Yarbay Mossberg konu ile alâkalı bir araştırma yapacak ve raporunda:”. .Osmanh esirlerin; İngilizlerce verilen, şikâyete konu muhteviyatta ve uygun olmayan bu gıdaları yiyemedikleri için yeterince beslenemediklerini; bir başka gıdadan da mahrum tutulduklarım ve durumun vahim olduğunu...” yazacaktır. Knockaloe’de, her dinden insan vardı. Ancak, Hıristiyanlığın değişik mezhepleri ile bilhassa Museviliğe ve İslâmiyet’e mensup esirlerin; ibadethanelerine izin verilmiyordu. Kampta sadece, İngiliz Kilisesinden bir rahip ve Roma Katolik Kilisesi’nden bir papaz bulunuyordu. Hıristiyanlara sağlanan bu kolaylık diğer dinler için söz konusu dahi değildi. En az nüfusa sahip Türk-Müslüman esirler, ayrı bir bölümde tutuluyor ve bu insanlar, mümkün olduğu kadar gizlice ibâdet etmeye çabalıyordu. Kamptaki cenaze işleri de esirlere bırakılmıştı. Ölenler, kampın hemen yanında, St. Patrick Kilisesi’nin bahçesinde tahsis edilen alana karışık olarak defnedilmeye başlamıştı. “Doğal sebeplerle(!) ölen olursa...” düşüncesiyle oldukça geniş tutulan bu mezarlık, hızla dolmaktaydı. Üstelik buraya gömülüveren bu meçhul isimlerin ikâmeti, yaşayanlar gittikten sonra da devam edecekti! Parası olanların başına mezar taşı dikiliyor, diğerlerinde ise taş maliyetinin yüksekliği bahane edilerek birden fazla mezara tek taş dikilmesi kâfi görülüyordu. Bugün, az sayıda Osmanlı’nın bu kampta vefat ettiğine ve buraya gömüldüğüne işaret eden taşları kilisenin bahçesinde görmek mümkündür. Tabiidir ki parası olmadığından, başına taş dikilmeyen “sıradan” Osmanlı vatandaşları hakkında biç bilgi sahibi değiliz. Yazar Margery, West, “Island at War” isimli eserinin “Knockaloe’da Alacakaranlık” başlıklı bölümünde; St Patrick Kilisesi’nin bahçesine defnedilen Türk Müslümabf esir sayısının on bir olduğunu belirtir. Kamptaki Alman sivil esirlerden biri olan Alman Rahip Hartman da anılarında on tane Türk mezarından bahsetmektedir. Knockaloe Kampı’nın kıyısında yatan şehitlerimizi anılarına taşıyan Hartmann’ı dinleyelim: “...Türklerin bir dost, bir yurttaş olduğunu; çok sayıda Türk’ün, acılarını ve mutluluklarını bizimle paylaşma açık yürekliliğinden anlamak mümkündü. Pek tabii olarak onların esâretten ötürü çektiği acılar da bizimkinden çok fazlaydı... Adanın bu soğuk, yağışlı ve fırtınalı iklimine dayanmakta zorlanıyorlardı. Zaten 10 kadarı daha fazla dayanamadı ve öldü. Kendi vatandaşları tarafından, İslâmî kurallara uygun olarak kilisenin bahçesine, Alman ve Avusturyalı dostlarımın yanma defnedildiler.. .” Bu satırlarda bir başka gerçeği daha fark ediyoruz. Cephedeki Osmanlı-Alman ittifakının bir benzeri de Knockaloe Sivil Esir Kampında yaşanıyordu. Alman ve Osmanlı esirler âdeta bir vatandaş, bir hemşehri dayanışması içinde hareket etmeye başlamıştı. Bu ilişkinin tabii neticesidir ki taraflar birbirinin dillerini öğrenmeye gayret ediyor ve ciddi seviyede bir kültür paylaşımı yaşanıyordu. Maddî - manevi destek veya nakdî yardım alamayan en talihsiz esirler; az sayıdaki Osmanlı esirdi. Bu zavallı insanlar, her ne şekilde olursa olsun; gerekirse ot otlayarak da yaşamaya devam edebilirdi; ama ya İngiltere’nin değişik şehirlerinde bırakmaya mecbur edildikleri ve vatanlarına dönmelerine de izin verilmeyen aileleri, çocukları... Üstelik hem açlığa hem de ciddi manada ırkçılık ve nefrete muhatap olan kadınlar ve çocuklar...İşte, tel örgülerin ardına kapatılan sivil erkeklerin; ne yapıp edip sefalete mahkûm edilen bu ailelere para göndermeleri gerekiyordu. Sırf bu yüzden, gururlarını ayaklarının altına alıyorlar; en düşük hizmetlere talip olup temizlik, ayakkabı boyacılığı veya garsonluk işlerini çok komik paralar karşılığında da olsa yapmaya koşuyorlardı. Böylesi bir iş olduğunda; sadece bir peni için, en az yarım düzine insan ileri atılıyordu. “Ayrıcalıklılar”, burada da paranın gücünü çok çabuk kavramış; “Sıradanlar”ı köle gibi kullanmaya başlamışlardı. Bu durum zaman zaman çatışmalara yol açıyorsa da sükûnet çabuk sağlanıyor; suçlular( ?) cezasını görüyordu. Çünkü kamptaki askerler de paranın gücünü biliyordu. İngiltere’deki Osmanlı vatandaşlarının; diğerlerine nazaran daha az olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu esirlerin büyük bir kısmı da Ermeni veya Rum kökenliydi. Ermeni ve Rum olanlar hayli şanslıydı ve onlar dikenli tellerin ardına gitmekten kurtulmuşlardı- Zaten İngilizierin Osmanlıların anladığı; öncelikle Müslüman-Türk olmaktı ve asıl sıkıntı çekenler de onlar olmuştu. Savaş başladığında, İngiltere’de ne kadar Osmanlı vatandaşı olduğu hususunda bir bilgiye sahip değiliz. Zaten Osmanlı Devletinin İngiltere’deki vatandaşlarının başına gelenlerden haberdar olması da Amerikan Elçiliğinin hazırladığı mezkûr rapor sayesindedir. Adı geçen Seferatin gönderdiği listede; subay ve erler sivil ile esirlere ait bir liste de vardı. Fakat nedendir bilinmez, bu konu önceleri İstanbul Hükümetinin pek ilgisini çekmedi- İlerleyen aylarda, İsveç Elçiliğinin; "Türk esirlerin çok güç şartlarda yaşam mücadelesi verdiğine” dair raporu ve ardından tutuklulardan Reşit Sadi Bey'ın yazdığı mektubun Babıâli'ye iletilmesi sayesindedir ki İstanbul basını olaydan haberdar oldu. Mektuba göre Müslüman Osmanlı esirlerin tutuldukları kamplar;
1- Knockaloe / Man Adası, 2- Alexandra Palace / Londra, 3- Wakefield / Yorkshire ile 4- Feitham / Londra olarak sıralanmıştı.
Sabah gazetesinin 17 Temmuz 1917 tarihli nüshasında; “İngilteredeki sivil üserâmız” başlığı ile yayınlanan mektupta; “İngiliz Vatandaşlarının İstanbul’da elini kolunu sallayarak gezdiği, eğlendiği ortada iken İngiltere’nin sergilediği böylea bir vahşeti anlamakta zorlanıldığı” ifade ediliyor; söz konusu ülkelerde, aynı şartlar altındaki “Hıristiyan Osmanlılara”a sergilenen farklı muamelenin de pek manidar bulunduğu vurgulanıyordu. Pekiyi, neydi bu farklı muamele? Bunu mektubun ilerleyen bölümlerinde öğreneceğiz. İstanbul gazetelerinin, Reşit Sâdi Bey’in başına gelenleri tefrika etmesi sayesinde çok farklı bilgilere vâkıf oluyorduk. Bilhassa; "İsveç Konsolosluğunda gorevli Yarbay Mossherg’in kamp ile alakalı raporunda temas ettiği yemekler konusundaki şikâyeti takip eden dönemde..” takından tavır çok önemliydi. Reşit Sâdi Bey; verilen yemekleri yemelerinin mümkün olmadığını vurguladıktan sonra, dışarıdan diğer esirler gibi yemek getirmek istediklerini; ancak gelen kolilere el konularak manasız bir ambargoya tâbi tutulduklarını anlatmaktaydı. Aydınlatma ve ısıtmanın yetersiz olduğunu; suyun bol olmasına rağmen temiz olmadığını, bu yüzden de hastanelerin lebâleb dolu olduğunu yazan Reşit Sâdi Bey, sağlık görevlilerinin (!) bilgisizliğini özellikle belirtiyordu. Reşit Sâdi Bey, Osmanlı esirlerinin parasızlık nedeniyle içine düştüğü acınası hâli dile getirdikten sonra asıl can alıcı konuya gelmekteydi: Kamptaki Türk-Müslüman esirlerin hâli neyse de ‘bu imanların sefâlete zorlanan ailelerine âcılen sahip çıkılması ve vatanlarına getirilmelerinin sağlanması bilhassa ve katiyen gerekliydi!’ Dâhiliye Nâzırı Talât Paşa, İstanbul’u etkisi altına alan bu havanın da tesiriyle hemen konunun araştırılmasını istedi. Evet, maalesef hadise gerçekti ve Londra’daki İsveç Sefiri Kont Ratkl’in bizzat kaleme aldığı yazı her şeyi izâh etmekteydi. Sefir, yaşanan bu trajediyi hafifletmek adına elinden geleni yaptığını fakat yetmediğini belirterek, başlıyor; ardından, daha önce de gönderilen ancak kimsenin dikkatini çekmeyen Mossberg’in rapor bilgileri tekrarlanıyordu. Bilhassa nakdî yardım noktasındaki çaresizliğe yapılan vurgu dikkate şâyândı. Bu yardım, hem esirlerin hem de ailelerinin ayakta kalabilmesi için hayati değeri hâizdi. Aynî yardım (giyim, gıda vb.) gönderilmesi de mümkündü; fakat para gönderilmesi hem daha kolay hem de daha çabuk olacaktı. Bu yardımın; tarafsız bir ülke kanalıyla gerçekleştirilmesi ise bilhassa belirtiliyordu. İsveç sefiri, aynı durumdaki Alman ve Avusturya-Macaristan hükümetlerinin sorunu nasıl aştıklarını da ayrıntısıyla anlatıyordu. Vaziyeti öğrenen İstanbul Hükümeti, Hollanda Sefâreti aracılığıyla hemen İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan bilgi talebinde bulundu. Ingiliz Hükümetinin resmi bilgi notu, ilginç itirafları da barındıran satırlara sahipti: “İngiltere’deki kamplarda, 109 Osmanlı sivil esiri ile 1 bahriyeli savaş esiri vardı. Osmanlı tebaası olan azınlık statüsündeki Ermeni, Süryani ve diğer Hıristiyanlar, yabancılara uygulanan soruşturmalardan muaf tutulmuştu. Müslüman Osmanlı esirlere ise diğer düşman ülke esirlerine gösterilen muamelenin aynı gösterilmekte”ydi. Bilhassa, İsveç Sefâreti’nin raporu ile Reşit Sâdi Bey’in verdiği bilgiler ısrarla reddedilmekteydi, “Siyaset biliminin kurdu” olarak bilinen İngiliz devlet adamları, birçok yabancı devlet temsilcisi ve heyetinin raporları ortadayken yaptıklarını reddediyor; bu arada, farkına varmadan kendilerini ele verip etnik ve dinî ayrımcılık yaptıklarını resmen kabul ediyordu. Demek ki “Hıristiyan Osmanlı” olmak suç değildi; “Müslüman Osmanlı” olmak suçtu! Tabiidir ki bu cevap ne İstanbul Hükümetini ne de İstanbul basınını tatmin etmişti. Dâhiliye Nezâreti hemen harekete geçti ve 21 Ekim 1917 tarihi yazıyla Hâriciye Nezâretinden; bahse konu esirlere, “Savaş Masrafları Ödeneği”nden acil kaydıyla nakdî yardım yapılmasını talep etti. Arşiv kayıtları üzerinde yapılan çalışmalar neticesi, Man Adasına götürülenlerden; Ramazan Mehmet, Hüseyin Halit İbrahim, Hüseyin Ali, Hasan Derviş, Mehmet Ali, Ahmet Hasan, Reşit Sâdi, Eyüp Sabri, Yusuf Akel ve Ahmet Barâki isimlerine ulaşılmıştır. Bu esirlerden Yusuf Akel ve Ahmet Barâki, ilerleyen haftalarda; “Süryâni” olduklarını ispatlayarak kurtulmuşlardır (!) Savaşın sonlarına doğru da Reşit Sâdi ile Eyüp Sabri sınır dışı edildiler. Bu arada, bazı Türk esirlerin; vatan hasretiyle ömür sayfalarını tamam ederek kampın yanındaki mezarlığa defnedildiklerini hatırlatmalıyız. En azından yedi tane mezar, beyaz mermerden taşları başuçlarında dikilmiş ve kitabeleri yazılmış vaziyet« te; hâlâ orada ve küçük bir vatan esintisini, yanık seste tüllenecek bir| “Fâtiha” bekliyorlar. Türk Dışişleri, burada yatan Türklerden 1970 yılında haberdar oldu. Çalışmalara başlayan Türk yetkililerinin gerekli yazışmaları tamamlamasıyla nihayet 1972 yılında, Birleşik Krallık Savaş Mezarları Komisyonu aracılığıyla her mezarın başına ayrı bir taş dikmek suretiyle bu bölüm, “Türk Şehitliği” olarak düzenlendi. Varlığından, yıllar sonra haberdar olduğumuz ve Man Adası’ndaki mahzun bekleyişi devam eden bu yedi Türk’ün; mezar taşlarındaki bilgilere göre, isimleri ve vefat tarihleri ise şöyledir: Ramazan Mehmet -17 Kasım 1916 Hüseyin Halit İbrahim - 16 Şubat 1917 Hüseyin Ali - 20 Nisan 1917- Hasan Derviş -18 Mayıs 1917- Mehmet Ali - 17 Eylül 1917 -Kalan Yeğen - 9 Nisan 1918-Ahmet Hasan -15 Temmuz 1918 Savaşın başlangıcından beri tarafsızlığını koruyan ABD, nihayet; yaşadığı büyük ticarî zararlar ve Alman denizaltılarının seyir hâlindeki Amerikan gemilerini batırdığı bahanesiyle Nisan 1917’de İtilaf Devletleri safında savaşa katıldığını açıkladı. Bu yeni durum, bir anda dengeleri alt üst etti ve takip eden aylarda; sonu gelmeyecekmiş gibi görünen savaşın biteceğine dair ilk emareler göründü. Önce Bulgaristan, ardından Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan ve nihayet Almanya, “ateşkes” talebinde bulundu. 1918 sonbaharında imzalanan bu ateşkesin en fazla sevindirdiği insanlar; şüphesiz ki esir kamplarında çile çekenlerdi. Ateşkes antlaşmasının hemen ardından başlayan “sivil esirler”in tahliyesi yaklaşık bir yılda neticelendi. Esirler, eve gidiyor olmanın psikolojisiyle; bütün vakit geçirme faaliyetlerini bırakmış ve elleri böğründe, gözleri kapıda sessiz bir bekleyişe sürüklenmişlerdi. Bu bekleyiş neticesinde; birtakım meşgaleler ile o güne kadar esaretin bütün sıkıntılarına direnebilenlerde de ciddi hastalık ve kayıplar başlamıştı. 1918-1919 kışı öncekilerden çok daha kötü geçiyordu. Fırtınalı ve buz gibi hava ile bir türlü dinmeyen yağmurlar ciddi salgınlara kapı aralamıştı. Sanki bütün bunlar yetmiyormuş gibi, İngiliz basını yeni ve “ürkütücü” bir kampanya başlatmıştı: “Bütün düşman yabancıların doğrudan smır dışı edilmeleri!” Evet, İngilizler, yıllarca zulmettikleri masum siviller ile yüzleşmek istemiyordu. Üstelik sınır dışı ettikleri masumların İngiltere’deki ailelerine ülkeden ayrılma izni de yoktu. Zavallı esirler, kurtulduklarına dahi sevinemeden ve sevdiklerinide bırakarak doğdukları ülkelere gönderiliyorlardı. Kamptaki son sivil esirin ayrılış tarihi kayıtlara; 09 Ekim 1919 olarak geçti. Bu esir, “Dostlar Acil Yardım Komitesi”nin de üyesi olan James T.Baily’ydi. Son grubun çıkmasını beklemiş, ardından son kez kampı dolaşmıştı: “...Gidenlerden birkaçı durup geri baktılar. Benim kapıda dikildiğimi görünce şapkalarını sallayıp gözden kayboldular. Neye doğru gidiyorlardı! Özgürlüğe mi? Memleketine mi? Bol yiyecek ve giyeceğe mi ya da sonsuz banş mı umuyorlardı? Boş barakaların arasında son kez dolaştım. Birden gözüme bir köpek çarptı. Şaşkın şaşkın dolaşıyor ve boşu boşuna, burada dostluk ettiği insanları arıyordu. Az ileride, küllerin arasındaki saksıda solgun bir çiçek gördüm. -Çiçeği diken her kimse; onu yaşatmak için bir hayli çırpınmış olmalı- Esirin son düşüncesi onu buraya bırakmak olmuştu.” Kampın kapısından çıkanlar bir an önce sevdiklerine kavuşabilmek ümidiyle limana doğru koşar adım ilerliyordu. Hiç kimse yolun kıyısında uzanan mezarlıkta yatan 200 masum insana dönüp bakmamıştı bile. Man adasındaki kampın yıkımına 1923 yılında başlandı. Ahşap barakalar ada sakinlerine satıldı. Kamp alanı, önceden olduğu gibi çiftlik arazisine dâhil edildi. Yine de kalan çok sayıdaki baraka ve tel örgülü bölme, II. Dünya Savaşı’nda aynı hizmete (!) devam etti ve kamp sivil esirlere bir daha ev sahipliği yaptı. Kamp mezarlığı, Almanya'nın ısrarı neticesinde açıldı ve Alman cenazeler ülkelerine nakledildi. Geriye sadece, nakline ailelerinin izin vermediği iki Alman Yahudisi ile yedi Türk’ün mezarı kaldı...
Myanmar (Burma)'ın Esirleri
1. Dünya Savaşı’nı tetikleyen âmillerden birisi de hiç şüphesiz Ortadoğu petroleriydi. Bölge kontrolünün Devlet-i Aliye’de olması, Osmanlı’nın bilâ kayd-u şart savaşa sürüklenmesi manasına geliyordu. Nitekim İngiliz orduları; Osmanii Devleti’nin Almanya safında savaşa gireceğinin belli olmasından hemen sonra -yani daha Ekim 1914’te- ilk birliklerini Bahreyn'e çıkarmaya başlamıştı bile. Bir hafta sonra da Basra yakınlarına çıkarılan bu mekanize takviyesi güçlü birlikler, bölgede hızla ilerlemeye başlamışlardı. Osmanlı Ordusu’nun; Arap asıllı askerlerin ağırlıklı olduğu bölgedeki tümenleri bu taarruza fazla direnemeyecek ve “Şuaybiye Savaşları” olarak bilinen son saldırının ardından —Nisan 1915’te- Basra’nın kontrolü tamamen İngiliz birliklerine geçecektir. Basra ve çevresinin İngiliz hâkimiyetine geçişi ve sonrasında yaşananlar oldukça dramatiktir. Aylardır çöllerde; hem İngiliz ordusuyla hem de ihanet çemberindeki isyancılarla çarpışan Osmanlı askerlerinin esir düştüğü ve Basra’ya doğru getirildiği haberini alan şehir canlanmış, yollara ve çatılara üşüşmüş beklemektedir. İngiliz ajanlarınca kandırılan bazı Arapların; çölde devam eden çarpışmalarda neler yaptıkları malûmsa da Basra ahalisi, hüzün bulutlarının gölgelediği yüzlerini uzaklara çevirmiş; vefalı Mehmetçiğin yollarını gözlemeye başlamıştır. Bundan sonrasını, o günkü esir kafilesinde olan bir Mehmedimizin 21 Muharrem 1335(Kasım 1916) tarihli “Tanin Gazetesi"ne anlattıklarından takip edelim:
“...(Hindli Gurka'ların önünde yürüyen Türk esirler) Şehre girerken üzgün feryatlar yükselmeye başladı. Her ağlayarak bağıran, Allah'tan din kardeşleri için bağışlanmak diliyordu. Evlerinin damları üzerine çıkan Müslümanlar; kadın, erkek (İngilizlerin şiddetle karşı koymalarına rağmen) üzerimize ekmek, şeker yağdınyordu. Kadınlar, yöreye has çığlıklar atarak ellerindeki yiyecekleri bizlere ulaştırabilmek için Gurka’lann üzerine atılıyorlardı. Kalabalığın gittikçe arttığını gören Gurkalar, kalabalığı dağıtmak için halkı dipçiklemeye başladılar. Halk ise korkmuyor, daha da şiddetle elinden geleni yapmaya gayret ediyordu.”146 İngiliz birliklerinin Basra’ya yerleşmesini takip eden günlerde, hemen şehirdeki sivil Osmanlı memurlarının toplanmasına geçildi. “Casus olabilirleri(!)” suçlamasıyla tutuklanan ve ağırlıklı olarak İdarî ve mahalli idarecilerden oluşan bu insanlar evvela asker esirlerin de bulunduğu Basra’daki gözlem kamplarına yerleştirildiler. Burada bir ay kadar bekletilen ve konvoy oluşturabilecek hâle gelen esirler, daha sonra gemilere yüklenerek(!) Basra’dan Burma’ya Karaçi de trenlere bindirilen esirler buradan Kalküta’ya getiriliyor; tekrar gemilere alınarak Myanmar’a geçiriliyor ve Meiktila ve Thatmyo| kasabalarındaki kamplara teslim ediliyorlardı. Bir başka güzergah ise; Basra’dan gemilerle Rangon(Yangon)’a intikal gerçekleşiyor; Irrawady Nehri kanalıyla Thatmyo, Meiktila ve Schewebo’ya ulaşıyordu. Thatmyo’nun bu yıllardaki yerleşik nüfusu 11.000 civarındaydı ve yüksek bir yerde bulunan şehrin ve kampın etrafını gür ormanlar çeviriyordu. Sıcaklık dışarıdan gelenlerin dayanamayacağı kadar ve çok sık yağmur yağıyordu. İstanbul’dan binlerce kilometre uzaklarda, Hind-i Çin diyarı Burma’nın Thatmyo şehrindeki kamp, daha önceleri askeri yerleşim yeri olarak kullanılmıştı. Bu kamp, birbirine yanaşık dört bölümden oluşuyordu. Pavyon adı verilen bölümler tel örgülerle ayrılmış olup en dışta ayrıca bir tel örgü daha vardı. Thormayer, Schoch ve Blanchod isimli yetkililerinin Nisan 1917 tarihli inceleme raporlarına göre burada; 36’sı sivil olmak üzere toplam 3591 Türk esir vardı. Burada tutulan esirler hakkında İstanbul’a resmî bilgi verilmişti. Kızılhaç kanalıyla yapılan incemelerde, esirlerin istekleri de kayıt altına alınmıştı Sivil esirler daha çok, tutuklandıkları şehirlerde yalnız ve perişan vaziyette kalan ailelerini merak ediyorlar, bikes vaziyetteki ailelerine sahip çıkılmasını istiyorlardı. Hatta bir kısmı yazılı olarak kamp yönetimine müracaat etmiş kendi esir maaşının ailesine gönderilmesini talep etmişti. Barakalarda barınan esirlerin yatağı, yerdeki hasırdan ibaretti. Su sıkıntısı yoktu. Yemeklerin kalitesi kötüydü; ama bütün şikayetlere rağmen bu sıkıntı düzeltilememişti. İngiliz Yetkililer genel şartları çok iyi olduğunu belirtse de kampı inceleyen ABD Konsolosu gördüğü birtakım tablolardan memnun kalmamıştı. Konsolos Samura Mart 1916’da ziyaret ettiği kamplar ile alâkalı raporunda, yarafsız olmaya itina gösterdiği belli olan tespitlerde bulunmaktadır. Rapordaki ilk dikkat çekici tespit; ilk aylarda Türk esirler arasındaki ölüm vak’alarının yüksekliğidir. İlk iki ayda 59 Türk esir hayatını kaybetmiştir. Yine bu raporda karşımıza çıkan bir diğer hadise de; Îzmir-Tavaslı esir Hacı Halil’in, bir kaza kurşunu(!) ile şehid edildiğidir. Meiktila Kampı ise Mandalay şehrinin güneyinde adını aldığı Meiktila Gölü’nün kıyısında kurulmuştu. 1917 Nisan ayı başlarında açılan kamp oldukça büyüktü ve 5000 esir kapasitesinde planlanmıştı. Fakat ilerleyen aylarda bu planın dışına çıkılacak ve bu kampın mevcudu 10.000’i bulacaktır. Türk esirlerin her ihtiyacına yetişmeye çabalayan Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Arşivi’nde, bu kamptan gönderilmiş çok fazla mektup bulunmaktadır. Meiktila kampının sakinlerinden Koşukavaklı İsmail’in; ailesine ulaşamayan ve arşivlerde kalan Ağustos 1920 tarihli mektubundan anlaşıldığına göre 1920 yılı sonlanna kadar mevcut yoğunluğunu koruyan bu kampta neler yaşandığı ise ancak bu mektupların incelenmesiyle mümkün olacaktır. Burma Kamplarındaki esâret çilesi Ekim 1918’e kadar sürdü. Mondros Ateşkesi’nin ardından kampların tahliyesi başladı. İlk kafileler, ülkenin güneyindeki Yangon şehrine kadar trenle, oradan da gemiyle Hindistan’a taşındı. Buradaki diğer kafilelerle birleşen Myanmar Esirleri, tekrar gemiye alınarak 1918 yılı itibariyle İstanbul’a getirildi. Kampların tamamen tahliyesi ise 1922 sonlarını buldu. Sağ kalanlar öyle veya böyle döndüler evlerine, ya kalanlar? 1964 yılında Türkiye’nin Yeni Delhi Büyükelçiliği’nin yaptığı çalışmada Thatmyo Kampı yakınlarında “...Üzerinde kitabeleri okunabilen 173 kabrin mevcut olduğu” bildirilmektedir. Fakat bu kampta kalan Tbp. Yb. Be-hiç Bey’in hasta kayıt defterine bakıldığında; yıllara bağlı olarak, kampta şehid olan esir sayısının 195 olarak tespit edildiği görülecektir. Bu bölgeden sağ dönen bir esirimizin Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği renkli kalemlerle çizilmiş krokilerde, Thatmyo Kampı’nın yanında, 260 şehidin defnedildiği bir mezarlık görülmektedir. Krokinin üstündeki notta bu şehitliğin; Hint tüccarlarından meşhur Mehmet Ali Han’ın maddi katkılarıyla inşa edildiği notu düşülmüştür. Nihayet Türk Dışişleri yetkililerinin 1993’te yaptığı son araştırma raporuyla; Thatmyo Kampı’ndaki şehid esir toplamının 221 olduğu sonucuna vanlacaktır.
Meiktila’ya gelince; yukarıda temas ettiğimiz; Genelkurmay Başkanlığına gönderilen renkli kalemlerle çizilmiş bir krokiye göre Meiktila Kampı’nın kuzeyinde 1050 şehidin defnedildiği bir mezarlıkbulunmaktadır. Her sırasında 100 şehidin defnedildiği on bir sıra mezardan müteşekkil şehitliğin etrafına, esirlerin gayretleriyle duvar yapılmıştır. Bu krokiye düşülen notlar arasında dikkati çeken; Hintli nöbetçiler tarafından katledilen Tüfekçi Ziya Usta ve “ismi bilinmeyen üç zabit vekili”ne ait mezar kayıtlarıdır.
Tharmyo ve Meiktila Kamplarının yanı sıra; Bellarv, Sumerpur, Schwtebo, Mikdalay ve Loğun Kamplarının çevresinde de mezarlıklar olduğu ve buralarda defnedilmiş çok sayıda Türk şehit bulunduğu da kaydada yer almaktadır. Malta Sürgünleri
İngilizler, Kafkasya'yı ve Doğu Vilayetleri’ni kontrol altına alabilmek ve buralarda hükmünü icra edebilmek adına çok yönlü bir faali yete başlamıştı. Bu bölgeyi kontrol ettikleri vakit, Bolşeviklere karşı mühim ve stratejik bir noktayı ele geçirmiş olmakla kalmayacak, Basra Körfezi ve Hindistan yolunu da kontrol akma almış olacaklardı. Yine; mütarekenin uygulanması adına Karadeniz’de ve Karkaslarda yürüttükleri her faaliyet ve ileri sürdükleri her talep, aynı zamanda Ermeni ve Rumların beklentilerine de cevap verecekti. Anadolu ve Kafasya’yı mütareke şartlarına göre teslim alabilmek gayesi ile ucun zamandır yoğun propaganda altına aldıkları Ermenileri Türklere karşı örgütlüyorlardı. Öyle ki; Bazen İngiliz subaylarla doğrudan Ermeni birliklerinin başına geçtiği bile tespit edilmişti. Türk sınırına yığmak yapan Ermeni askerlerine İngiliz ünîformaları giydirildiği, bu birliklerin Ermenice bilen İngiliz subayların komutasında hareket ettiği bilgisi, Osmanlı resmi kayıtlarına kadar girmişti. Her türlü güvence temin edilerek, Müslüman Anadolu insanının üzerine salınan Ermeni ve Rumlann başanlı olması hâlinde, bet ucu Akdeniz’de diğer ucu Karadeniz’de olan Büyük Ermenistan ve Karadeniz’de Pontus Rum Devieti’nin kurulması mümkün olacaktı. Fakat İngilizlerin bu düşüncelerinin gerçekleşmesi için öncelikle Osmanlı ordusunun terhis edilmesi, silâhsızlandırılması ve Türk milli teşkilâtlanmasına liderlik edebilecek keyfiyetteki askerî ve mülkî şahsiyetlerin görevlerinden uzaklaştırılması hatta mümkünse bazılarının tutuklanması gerekiyordu. Malta... Memleketin en buhranlı dönemlerinden olan harp zamanlarında, sadrazamıyla, şeyhülislâmıyla, nâzırlarıyla ve kumandanlarıyla üzerine çöken bir sürgün macerasıdır! Bir yanda Kurtuluş Mücadelesi devam ederken diğer yanda idealist bir topluluğun her şeyi uzaktan seyretmeye mecbur tutulması ve büyük bir talihsizliktir. Mondros Ateşkes Anlaşması’nı takip eden aylarda İstanbul’u işgal eden “kazanan ülke temsilcileri'’, yukarıda kısmen ele aldığımız emellerine nail olabilmek adına, sudan bahanelerle keyfi muamelelere girişmişlerdi. Meclis-i Meb’usan kapatılmış ve İstanbul sokaklarında “ittihatçı" avı başlatılmıştı. Bilhassa, “Hürriyet ve İtilâfçı” kesim ile “İttihatçı”lar arasında devam eden hesaplaşma, İngiliz Yüksek Komiserliğinin çok işine yarıyordu. Nihayet; Sadrazam Tevfik Paşa, İngilizler ile Hürriyet ve İtilafçıların artan baskılarına daha fazla direnemeyecek; İttihat ve Terakki mensuplarının tutuklanmalarına izin verecektir. İstanbul İngiliz Yüksek Komiserliğinin, ismiyle müsemma “Ermeni Rum Şubesi (Armenian-Grek Section)”nin hazırladığı “Kara Listeler-Black List"i hayata geçirme vakti gelmiştir. 17 Ocak 1919’da yayınlamaya başlanan bu listeler ile vakit kaybetmeksizin suçluların(!) infazına girişildi. . .Mütareke hükümlerine itaatte kusur etmek, bu hükümlerin uygulanmasına engel olmak, İngiliz subay ve askerlerine saygısızlık etmek, Osmanlı teb’ası olan azınlıklara -sözde eziyet etmek ve... Hepsinden ilginci; ...Savaş yasa ve törelerine aykırı hareket etmek” gibi suçlamalarla çok sayıda insan tutuklanmaya başlamıştı. “ittihatçı" kesimin bu tutuklamalar karşısındaki ilk tepkileri ise pek organize bir görüntü vermiyordu. Bir kısmı yurt dışına kaçma yoluna giderken önemli bir bölümü ise kalıp son ana kadar direnme karan almıştı: “...Ben, ne yabancı bir ülkeye kaçmak girişiminde bulunacağım, ne de İstanbul içinde saklanacağım. Tutuklasınlar, yargılasınlar; hazırım ve hoşnudum.” Gerçi, “kara liste” hazırlamak fikri sadece İngiliz Yüksek Komiserliği’ne mahsus bir iş değildi. “İtilâfçı” grup da benzer listeler hazırlamakta İngilizlerden pek geri kalmıyor ve tutuklananlar, Sirkecideki Sansaryan Hanında yeni yapılan hücrelere yerleştiriyorlardı. Mahkûmların burada karşılaştığı muamele henüz pek ağır sayılmazdı. Hem aileleriyle hem de birbirleriyle rahatça görüşebiliyorlardı. Tutuklamalar bu minval üzere devam ederken, baskılara daha fazla direnemeyen Tevfik Paşa Hükümeti istifa etti ve yerine, (Damat) Ferit Paşa Hükümeti kuruldu. Tutuklama furyası mağdurlarının Sansaryan Hanındaki misafirliği (!) 1 Mart’a kadar devam etti. O günün akşamı, buradan alınan tutuklular alelacele Bekirağa Bölüğü’ne nakledildiler. Haftalar geçmesine rağmen, gerçek bir suç isnadı yapılamadığı ve suçlamaya isnad mahiyette deliller ortaya konamadığı için hükümet de İngilizler de sıkıntılı bir arayış içine girmişlerdi. İngilizler, -iddialarının aksini tespit eden Kızılhaç raporları ortadayken- “İngiliz esirlere kötü davranmak” gibi zorlama isnatlara dahi müracaat ediyorlardı. Hatta bir an geldi, suç arayışları çok enteresan bir mahiyet kazandı. Yıllar öncesine kadar uzanmışlar ve “Balkan Savaşlarında yer almayı” veya “1913 Bab-ı Âli Baskını’na katılmayı” da “savaş suçları”na dâhil etmişlerdi. Sürüklendikleri çıkmaza bir çıkış yolu bulmak ve İttihatçılara hak ettikleri cezayı vermek telaşı, herkesin ortak kaygısı olmuştu. O günlerde, İngiliz Amirali Webb’in Londra’ya çektiği telgraftan anladığımız kadarıyla; bu “suçlanamayan suçlular”ın cezasını ve mekânını da yine bizden birileri akıl etmişti: “.. .Sadrazam Ferit Paşa, çeşitli sebeblerle; bir bölümü Müttefiklerin, bir kısmı da Türk makamlannın kendi gayretiyle tutuklanmış bulunan kişilerin yargılammalanmn gidişâtından hayal kınkkğına uğradığını kısa bir süre önce bana bildirdi... Bu kimselerin “Malta”ya gönderilip gönderilemeyeceğini sordu.” İngiliz makamları, bu teklifi yerinde bulmuş ve pek beğenmişlerdi. Bahusus, son günlerde gittikçe tırmanan protestolardan da hayli rahatsız oldukları için bir an evvel harekete geçme düşüncesindeydiler. İngilizlerin yürüttüğü istihbarat çalışmaları, vaktin daraldığını gösteriyordu. Gerek İttihatçıların gizli toplantılarında ve gerekse şehrin değişik bölgelerinde düzenlenen protestolarda aynı isimlerin öne çıkıyor olması ve tutuklananları kurtarmaya dair planların yapıldığı ihbarları, “Yüksek Komiserlik” yetkililerinin endişelenmesi için yeterliydi. Teşkilât-ı Mahsûsa’nın yöneticilerinden Albay Hüsamettin (Ertürk) o mitinglerin birinden şöyle bahsediyor “...İzmir'in işgalini haber alan İstanbul halkı, evvela Fatih Belediye binası önünde toplanmış; oradan da Bekirağa Bölüğü üzerine yürüyerek siyasi mahkûmları kurtarmaya karar vermişti. Şehrin ana caddelerindeki; ‘Her türlü toplantının idamla cezalandmlacağını’ ihtar eden yaftalara rağmen Sultanahmet Meydanı’nda yüz bin civarında insanm toplanması engelenememişti. ” Dışarıda bunlar olurken; Bekirrağa Böluğü’ndeki hâlihazır mevkuf grubun içerideki dayanışması da takdire şayandı: "...İlk günler, kaçmak kimsenin aklından geçmiyordu. İtthatçıların pek çok kusuru olabilir; ama dayanışma, samimiyet, karşılıklı güven ve saygı hissinden mahrum oldukları iddia edilemez. Daha ilk günden başlayarak, mahkûmlar arasında tam bir hareket ortaklığı tesis edilmişti. Dilekçe kasdıyla ufak bir kâğıt yazmak isteyen bir kişi bile onu, arkadaşlardan müteşekkil bir kurula gösterdikten sonra gönderebiliyordu. Bu arada, özel kaçış teşebbüssünde bulunulmayacağına dair de karşılıklı söz verilmişti.” Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in, “azınlıklara eziyet” suçlamasıyla 23 Nisan Perşembe günü Beyazıt Meydanı’nda idam edilmesi ve ardından düzenlenen cenaze merasimine çok büyük bir kitlenin eşlik etmesi, törene katılanların arasındaki subay ve erlerin fazla oluşu, bilhassa tıbbiyeli öğrencilerin ellerinde çiçeklerle en önde yürümesi İngiliz yetkilileri bir hayli endişelendirmişti, İdamların devam etmesi hâlinde, İstanbul’da muhtemel ciddi bir harekete sebep olacağı endişesi artınca İngiliz yetkililer, 78 kişilik ilk sivil idareci ve asker grubunu 28 Mayıs 1919’da yola çıkardı. Aslında tam da o günlerde Bekirağa Bölüğü’ndeki mahkûm İttihatçılar, Kara Kemal önderliğinde bir firar hazırlığı yapıyorlardı. Anadolu’ya geçecekler ve “Millî Mücadele”ye katılacaklardı. Hatta başlarında bekleyen Muhafız Bölüğü dahi onlara katılacak ve hep birlikte gideceklerdi. Gelin görün ki harekete geçmeyi kararlaştırdıkları gece, İngilizler gelerek hepsini apar topar götürmeye başlamıştı. Yürek parçalayan bu manzara Bekirağa Bölüğü’nün subaylarını da etkilemiş ve gözyaşlarını tutamayan bazı subaylar dayanamayarak çekip gitmişlerdi. Bazı kaynaklarda sürgüne götürülenlerin sayısı 67 olarak veriliyorsa da bu doğru değildir. Bekirağa Bölüğü’nden alınan 67 kişiye ilaveten 11 kişi daha vardır ve bunlar; İngilizlerce dağıtılan “Kars Şurası Üyeleri”dir. Sahile taşınıp Prenses Ena adlı bir vapura yüklenerek sürgüne gönderilen tutukluların arasında; Cebi Nuri (İleri), Hüseyin Cahit (Yalçın), Ağaoğlu Ahmet, Bağdat Valiliği de yapan yazar Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Sivas Valisi Muammer Bey, Edime Valisi Zekeriya Bey, Maarif Nazın Şükrü Bey, Adliye Nazın Halil Menteşe Bey, Hariciye Nazın Ahmet Nesimi Bey, Dâhiliye Nazırı Ali Fethi (Okyar), Musul Valisi Memduh Bey gibi önemli devlet ve fikir adamlarının yanı sıra; Prens Abbas Halim Paşa, Prens Sait Halim Paşa, Mahmut Kamil Paşa, Eski İaşe Nazırı Kara Kemal, Karakol Cemiyetinin kurucularından Kara Vasıf, Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi gibi lider kadrolardan isimler de vardı. Fakat lider kadroda yer alan tutukluların bir kısmı ilk etapta Limni adasına bırakılacak ve bunların Malta’ya intikali geciktirilecektir. Malta’ya sürülenlerin arasındaki bazı isimler enteresandı. Kars Şûrası üyelerinden olan iki sürgün, Rum kökenliydi meselâ! Yine Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa’nın da hangi sebeple buraya gönderildiğinin makûl bir izahı yoktu. Adaya yapılan sürgünler, aralıklarla Kasım 1920’ye kadar devam etti ve sadrazam, şeyhülislâm, nazır, meb’us, ordu kumandanı gibi unvanları temsil eden yaklaşık 144 kişinin aylarca devam edecek mahrumiyetlerinin adı “Malta” oldu. Malta adasındaki Polverista Karargâhı’na kapatılan sürgünler iki kısma ayrılmıştı. Birinci bölümde, zararsız kabul edilen “salıverilecekler” vardı. Diğer kısımda ise savaş suçlusu saydıkları ve yargılamak için ellerinde tutmak istedikleri esirler bulunuyordu. Aslında Malta’ya, bu gruptan çok daha önce getirilen ve bir yönüyle de “İlk Malta Sürgünü” unvanına sahip olan kişi, Ali İhsan (Sabis) Paşa’dır. Dört yıl süren Birinci Cihan Harbi’ni müteakip 02 Mart 1919 tarihinde İstanbul’a dönen Paşa, treni Haydarpaşa Garı’na girer girmez İngiliz Gizli Servisi tarafından tutuklandı ve “Arapyan Hanı”na kapatıldı. Aynı zamanda, tutuklanan ilk “Ordu Kumandanı” olan Ali Ihsan Paşa’nın Arapyan Hanı’ndaki mahkûmiyeti bir ay devam edecek; müteakiben 29 Mart 1919’da yani ilk kafileden iki ay önce Malta’ya gönderilecektir. Malta Adası’na uzanan yolculuk boyunca en fazla sıkıntısı çekilen hususlar, susuzluk ve vapurun pisliği olmuştu. Bilhassa susuzluk, ellerini kollarını bağlamış; şahsî temizliklerini dahi yapamamışlardı. Bu sıkıntılar, geminin adaya yanaşmasıyla birlikte yerini çok daha ağır sahnelere bıraktı. İşte Rauf Bey(Orbay)’in adaya ilk çıkış saatlerini anlattığı satırlar: “.. .Oraya varışta da İngilizlerin centilmenliklerine hiç de yakışmayan bir şekilde, mavnalarla Benbou’dan çıkarılıp rıhtımda iki sıra vaziyet almış, süngülü askerler arasından geçirilip kamyonlara yüklendik. Bu da yetmiyormuş gibi, kamyonları sokaklarda dolaştırarak bizi halka teşhir etmekten de çekinmediler... İngilizlerin reva gördükleri bu haysiyet kırıcı muameleleri karşısında duyduğumuz üzüntünün derecesini belirtmek için, not defterime o gün kaydetmiş olduğum şu satırları aynen alıyorum. ‘İngilizler, adeta komedya oynuyorlar. Utanmıyorlar. Cenâb-ı Hakk, yakın bir gelecekte bizi mukabele-i bilmisil ile inşaallah şahsen muvaffak edecektir. Eğer ömrüm vefa etmez de muvaffak olamazsam dindaş ve milletdaşlarıma, insan haklarını hiçe sayarak kendilerinden olmayanlara hakaretin envâını daima mubah sayacak derecede mağrur olan İngilizlerle muamelelerinde işte böyle canavarca harekette bulunmalarını tavsiye ve hatta vasiyet ederim...” Etrafı üç kat tel örgü ile çevrilmiş ve örgülerin dışında çepeçevre nöbet yerleri tesis edilmiş olan kışla, halis İngiliz ve Londralı askerlerden mürekkeb ve Ersex, Vessex, Sussex ve Canterbury alaylarına mensup erler tarafından beklenmekte idi. Kışlarım civarında bir de karargâh komutanlığı dairesi ve askerlerin ikâmetine mahsus lokal vardı. Büyük limana girerken soldaki sırtların eteğine yakın bir yerde ve ünlü Türk denizcisi Turgut Reis’in şehit düştüğü mahallin önündeki Polverista Kışlasındaki şartlar, adanın diğer kamplarına kıyasla daha iyi sayılabilirse de genel sıkıntılardan paylarına düşeni fazlasıyla alıyorlardı: Doktor, dişçi yoktu; ilaç yoktu. Diğer hususlarda ise bu mahkûmların keyfiyetinden olsa gerek kendilerine iyi davranılıyordu. Ya da doğrusunu söyleyelim; dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da cömertçe verilen “bahşiş”ler çok işe yarıyordu! Adanın diğer kamplarına gelince; buralarda evvelâ “insaf” yoktu! Değişik cephelerde esir düşen subay ve erlerin kapatıldığı kısımlardaki eziyetin ne haddi vardı ne de hesabı tutuluyordu. Küçücük bir bahane, insan onurunu hedef alan cezalann devreye sokulması için kâfiydi. Meselâ, bu kısımdaki esirlerden biri de Fahreddin Paşa’ydı. “Medine Müdafii” namıyla herkesin takdirini kazanan Fahreddin Paşa’nın -ki buraya getirildiğinden beri odasından hiç çıkmamıştı- üniformasını değiştirmeye çalıştıklarında, İngilizlere karşı şahlanışına herkes şahit olmuştu. Üniformasını çıkarıp esir kıyafeti giydirerek güya aşağılamayı planladıkları bu muhterem insanı; bir taraftan da yoklamalara çıkması için zorlamaya kalkışmışlardı. Akıllarınca; herkesin içinde gururunu incitecek, büyüklük taslayacaklardı. Fakat Fahreddin Paşa, hiç tereddütsüz göğsünü açarak haykırmıştı:
- Size itaat etmiyorum! İşte göğsüm, cesaretiniz varsa süngületiniz! “İngiliz esirlere kötü muamelede bulunmak” iddiasıyla Malta’ya sürülen subayların vaziyeti sivil bürokratlarınkinden hayli farklıydı. Onur kırıcı tavırlara ve icraata muhatap olan subaylar, yapılanları duyurmak için kaleme aldıkları mektubun satırlannda bu acıyı haykırmaktadır:
İstanbul’da Osmanh Harbiye Nezâretti Celilesine Malta’da Polverista’da mevkuf esir zâbitân tarafından 1 Kânunuevvel 337-921 Marûz'i âcizânemizdir Siyaset ve sâtre ile kat’iyyen alâkası olmayan bizler, yalnız üserâya sû-i muamelede bulunmak şüphe ve isnadâtıyla İngiltere Hükümetinin talebi üzerine mütârekeyi müteakip Dersaadet’e celb ve Nezâret-i celileleri emriyle alel-ıtlak bilâsuâl tevkif edildik... Biz üserâya sû-i muamele değil, bilâkis Osmanh Ordusunun şan ve şerefini ilâ edecek mertebede hüsn-i muamele ve insaniyette bulunduğumuza dair, esir zâbitân tarafından verilmiş, bazılamızın yedindeki vesaikle de müsbettir. Bizler, isim ve rütbelerimizle hükümetimizden istenilmiş ve vazifeden dolayı celbedilerek esir-i harp nâmıyla tevkif edilmiş olduğumuz halde, uhden i’tasına mecbur oldukları tahsisât nâmına bir akçe vermeyerek, ancak olmayacak derecede ve cebinden para eklemedikçe temin-i gıda mümkün olmayan bir nefer ta’amından başka bir şey verilmemektedir... Bizlerin burada tel örgüler içinde, süngüler alanda çektiğimiz kahr u zulmden başka, ailelerimizin sefalet ü perişanlığını tarif etmek kabil değildir. Bunlar kuru ekmek tedariki için varını yoğunu satmış, hatta altındaki yatağı bile feda etmiş, tasviri bizce müteessir şu tevha-i sefalete ve bunca ailenin acıklı bir surette sürünmesi ve sönmesi gibi hevlnâk bir hâileye bilâsebeb seyirci olmamanızı ve bu yüzden itâb-ı İlahîye istihkak kesbetmemenizi zât-ı sâmilerinden rica ederiz. ...Bizler başlarında bulunamadığımız ailelerimizin iaşe ve iskân ve evlatlarımızın tahsil-i terbiyeden mahrumiyetlerinden başka, onlardan bin müşkilâtla İngiliz sefaretine nasıl bir korku ve haya ile teslim edebildikleri elemnâk mektupların mealinden, ne feci felâket ü sefalete maruz kaldıklarını müş’ir acı acı sûzişli sözler muvacehesinde titreyen ve inleyen kalplerimize saplanan hançer yaralarına ve efrâd-ı ailemizin dökmekte oldukları kanlı göz yaşlarına artık nihayet verilmesini ulüvv-i cenâbımzdan bekliyoruz. ...Paşa hazretleri! Zât-ı fehîmâneleri de elyevm bir reis-i aile bulunuyorsaunuz,, mâruzâtımızı kıyas-ı nefs ederek, gay-ri kâbil-i tahammül ve lâyık-ı veçhile tasvir edemediğimizi, şu felâket ve sefaletimize süratle nihayet verilmesine vesatât ü delâlet buyuracağınıza iman ü itimadla ümiduânz. Lûtfunuzu istirham eder ve cevâbına kemâl-i ehememiyetle intizâr eyleriz. Ol bâbda ferman. Malta’da yaşanan acılara dair bir diğer mektup da yine bir subayımızdan. ., “ikdam (iazetesT imtiyaz sahibine yazılmış ve şu “Küfretti l arzTda, sesine kulak verecek bir insan aramaktadır:
“Efendim,
Bizi unuttuğunuza zâhib oluyoruz. Çekdiğimiz âlâm ıstırabı ancak Allah bilir. Zâbitân, efrâd, sivil derme çatma cümlemiz bir yerdeyiz. Bulunduğumuz mahal harâbezâr bir haldedir. Buranın ve ahâlisi tahliye edilen bir karyenin etrafını tel örgüsü ile çevrilerek tecrid edilmiştir. Yani tel örgüsü dâhilinde mevkufuz. Haftada mülâzımlara yüz yirmi, yüzbaşı ve mafevki olan ümerâya yüz altmış guruşu bilseniz ne hakaretle veriyorlar. Hele ismi okunup yetişemeyenlerin haftalığı verilmeyerek terâkümde kalıyor. Sefalet çektiriyorlar. Derdimizi kimseye anlatamıyoruz. Hele bu hafta bir yüzbaşımız, bir İngiliz zâbitâm tarafından değnek ile darp edildi. Dehşetli tahakküm altında verem olduk. Hele istirahatimiz asla temin edilmemiştir. Bitaraflardan birisi vasıtasıyla hâlimizi sorsanız ne kadar sevineceğiz. Hâlbuki bizimkiler, kendi üserâsma son derece hüsn-i muamele ediyormuş. Binbaşılarımıza küfür ediyorlar vapurlarda ne hakaretler gördük. Bu mâruzâtımızın gazetenizle ilânını rica eder ve ahvâlimizi istifsâr etmeye bilseniz ne kadar muntazırım efendim.
21 Kânunusâni 332 (3 Şubat 1917) - Semperor Üserâ Karargâhından bir Mülâzım”
Malta'daki esirler arasında, yakın tarihin en meşhur şahsiyetlerinden biri olan Kuşçubaşı Eşrefi de görüyoruz. O, öteki esirlerden ayrı bir odada tutuluyordu. Odasının duvarlarını âyetlerden levhalarla süslemişti. Cuma günleri izinli olan bitişik kamptaki Hindli ve Asyalı Müslümanlar, hiç aksatmadan onu ziyarete gelir ve elini öperlerdi. Yaşlı zâbitler arasında; çeteci ve komitacı oluşundan ötürü pek sevilmese de Eşref, devletine ve bayrağına büyük bir tutkuyla bağlı; iyi bir adam olarak ciddi manada saygı görüyordu. Yine bu kampın biraz ötesinde, Mısır'da yakalanan sivil Türklerin kapatıldığı bir kamp daha vardı. Çoğunluğu, Türkiye’de bir suç işleyip Mısır’a kaçanlardan müteşekkil bir gruptu. Sık sık yaralamalı kavgaların yaşandığı bu bölüm, kamp yönetimi için tam bir kâbustu. Malta’daki esir ve sürgünlerin kapatıldığı “teller"in bir an evvel boşaltılmasında, bu -sözde- “belalı grub"un da katkısı olmuştur denebilir. Komşu telde bulunan Alman esirlerin, ‘ayaklanma’ taktiği ile kurtulmalan üzerine bu belalılar grubu da benzer bir plan yapmış ve adadaki İngiliz idarecilerin; adayı boşaltma kararını vermelerinde ikna edici (!) olmuşlardır.’ Malta’daki sivillerin, ilk haftaları geçmek bilmiyordu. Ne zaman ki memleketten gönderilen mektuplar ve ihtiyaç duyulan malzemeler gelmeye başladı, işte o vakit, nispeten bir rahatlık kendini gösterdi. Sürgünleri, en az gelen eşyalar kadar sevindiren bir başka husus ise gönderilen paketlerin ambalajı olmuştu. Ambalaj kâğıtları, İstanbul gazetelerinin geçmiş tarihli sayfalarıydı! Artık ailelere yazılan mektuplarda, okuyanı şaşırtan şu satırlar çoğalmıştı: "...Gönderdiğiniz paket geldi. Sizden her postada düzenli bir hediye almak bizleri pek memnun edecektir. Her hafta mendil, çorap gibi küçük bir şey olsun gönderiniz. Ama bunları, "Tasvir”inize sarınız. Tasvirinizi görmekle ayrıca mutluluk duyacağım.” Burada, “Tasvir” kelimesi ile “Tasvirdi Efkâr”a gönderme yapılmaktaydı; fakat bu yöntemin açığa çıkması da uzun sürmeyecektir. Aşın sayıda paket gelmesi, üstelik özensiz muhteviyat, incik boncuk nev’inden şeyler gönderilmesi, kale yönetimini şüphelendirir ve bu yolla haberleşme sona erer. Fakat her şey bitmiş değildir. Bu defa da ailelerin bulduğu çare devreye girecek; gönderilen konservelerin işaretli olanlarının içinden “Tasvir” çıkmaya devam edecektir! Ne kadar iyi muamele edilmiş olursa olsun, en nazik dönemde vatanından koparılıp sürgün edilmenin ve esirliğin acısı büyüktür. Diğer “Tel”dekiler kadar sıkıntı çekilmese de “Esaret”in bizatihi manası bile “sürgünler”in dayanma güçlerini hızla eritiyordu. İstanbul Siyasî Polis Müdürü iken Malta’ya sürülen Mustafa Reşat Bey’in; Eski Maliye Nâzırı Câvid Bey’den yardım istediği mektubunun satır aralarında bu çöküşü yakalamak mümkün: .. .İşte efendimiz, kimi izzet ü namusu ile ifâ ettiği o ağır ve şekli vazifedeki hüsn-i hâl ve muamelem yerli ve ecnebi birçok kimseler tarafından musaddak olduğu halde layık mıdır ki ben Malta'da kalayım? Ve zâten iki senelik şu hayattı sefilâne ve idbârımda târâc olan huzûr-ı şahsî ve ailem tamir görmesin ve sefaletim temadi etsin gitsin. ..Ve âdi bir mücrim gibi ezilip kahrolayım ve burada aşçılık edeyim... Bereket versin bir numroya tam rmnâsiyle kadir değilim ki herkese iyilik, yapabileyim... Hülâsa sizden ve yalnız sizden muavenet istiyorum. Beni bu mezardan kurtarınız. Bu muavenete ol kadar bel bağlıyor ve kaviyyen umuyorum ki beni de terk ü ihmal etmeyeceksiniz. Hazret i sâni-i eâzım-ı umurunuz da rehber olsun ve halâsına sizi vasıta ve muvaffak etsin. Pek kavi hissiyât'i hürmetkârânemi takdim ve şükran ve imtinânımı şimdiden arz ederim efendimiz. Himâye-i Etfâl Cemiyeti müessislerinden İstanbul Polis Müdiriyeti esbak siyasî kısım müdiri ve esbak Aydın Mutasarrıfı Mustafa Reşad 2798 Polverista- Malta
Bu sürgünden sağ salim geri dönenler, gurbet acısını ve içine düştükleri yeisi dizelerinde veyahut yazılarında pek sarih anlatmaktadırlar. Devrin meselelerini hiciv yoluyla dile getirmek hususundaki mahareti ile bilinen ve Malta sürgünleri arasında bulunan Süleyman Nazif in lâtifeleri arasında, sürgünü konu alan aşağıdaki diyalog pek meşhurdur: Malta sürgününden dönen Nazif, Ahmet Haşim’e başından geçenleri anlatmaktadır. -Et ne mümkün birader. Bize verdikleri konserveler herhalde konservenin ilk icad edildi0 Pastörlü yıllardan kalmaydı. Haşim kızdırmak için laf sokar: “Üstadım, konserveler insan etinden miydi yoksa?" - Yok efendim! İngilizler insan etini hiç başkasına yedirirler mi? Malta sürgünlerinin istiklâl ve istikbaline dair müdahaleler daha ziyade Ankara Hükümeti’nce yürütülüyor; görüşmelerde ve tutukluların takası hususunda oldukça titiz davranılıyordu. Ankara, Malta’ya gerçekleşen sürgün hadisesine misilleme olarak, başta İngiliz yarbayı Rawlinson olmak üzere, değişik mazeretler ile Anadolu’da bulunan bütün İngilizleri tutuklamış ve elindeki esirleri koz olarak kullanma yoluna gitmişti. Bilhassa Rawlinson diğer esirler arasında ayrı bir öneme sahipti. Çünkü hem İngiltere'nin önde gelen ailelerinden birine mensuptu hem de kardeşi İngiliz Parlamentosu’ndaydı. 29 Mayıs 1920’de, İngiltere Dışişleri Bakanlığına başvuran Savunma Bakanı Winston Churchill; “Türklerin eline düşen adamlarımız rehin olarak tutulacaklar ve ancak Malta Sürgünleri serbest bırakılınca kurtanlabileceklerdir.” diyerek bu sinir harbini dile getiriyor ve yardım talep ediyordu. Malta’daki esirlerin bekleyişi Anadolu’dan gelen zater haberlerine kadar devam etti. Sürgünler arasında bulunan Hariciye Nazırı Halil Menteşe’nin anılarında bu gelişmeler şöyle anlatılmaktadır: “...ilk aylarda, sıkı bir inzibat altında tutuluyorduk. Ayda bir arabalar gelir, öndeki arabada bir zabit, arkadakinde bir zabit, halk ile temas ettirmeden deniz kenarına kadar götürürler ; orada biraz güneşlenir ve hava alırdık. Arzu edenlerimiz denize girerdi. I. İnönü zaferi bu çemberi yırttı. Günde on beşer kişilik gruplar halinde sabah şehre inip akşam dönmek müsaadesi çıktı. II. İnönü'den sonra ise isteyenlerin geceleri de dışarı çıkmasına serbestlik geldi.” “İttihatçı komitacı” geleneğin temsilcisi isimler ise bu vaziyetin rahatlığına kapılmak yerine İngiliz kontrolünden kurtulmanın yollarını aramaya başlamışlardır. Bu isimlerin başında gelen Kara Kemal, bir punduna getirerek kaçmalarını sağlayacak gemiyi bile ayarlamıştır. Kara Kemal Bey’in organize ettiği kaçış plânında Ali İhsan (Sabis) Paşa da bulunur. 6 Eylül 1921 günü akşamı Malta’dan hareket edecek Tricotti vapuruna, 16 kişi üç grup hâlinde binerler. Sicilya Adasının doğu kıyılarından kuzeye doğru ilerleyen vapur, 7 Eylül akşamı Mesina’nın karşısında bir küçük kasabaya yanaşır. Hepsi ağır cezadan yargılanacak suçlamalara maruz kalan bu firariler, ertesi günü oradan Napoli’ye, 1 Eylül günü de Roma’ya geçerek hürriyete kanat çırparlar. İngılızler, Yunan işgalinin sonucunu tayin eden II. İnönü Zaferi’ne kadar bekleyecek; bu zaferin akabinde, Türk-Yunan Savaşında göstermelik bir tarafsızlık ilan edecekti. Böylece, Türklere bazı ödünler verilmesini benimsediği havası yaymaya çalışan İngiliz Hükümeti; Yunan işgalinin başarısızlığı aşikar olunca da Ankara ile yakınlaşmaya çalışacaktır. Elhâsıl aradan aylar geçmesine rağmen İngilizler, Malta'daki esirler üzerinden bir netice elde edememişti. Dünyanın neresinde bir Ermeni varsa hemen temasa geçilerek bilgi belge talep edilmiş; ancak yine de Malta mazlumlarını suçlamaya yetecek bir delil ortaya konamamıştı. Zaten zorlama sebepler ve isnatlarla tutuklanan bu insanları yargılayabilmeleri de pek mümkün görünmemektedir. Üstelik Anadolu’daki şahlanışın durdurulamaması ve Yunan birliklerinin bozguna uğraması bütün planları akim bırakmaya yetmişti. Nihayet adanın tahliyesine karar verildi ve 41 kişilik ilk sürgün grubu Malta’dan 30 Mayıs 1921 günü serbest bırakıldı. İlk bırakılanlar, İngilizlerce ılımlı görülenlerdir. Adanın tamamen boşaltılması ise Ekim 1921’de gerçekleşecek ve Malta Sürgünleri, içlerinde Rawlinson’un da bulunduğu İngiliz esirlerle takas edilmek üzere İnebolu’ya nakledilecektir.
ÇETİNKAYA, Mehmet, Vatan Yıldızlardan Uzak mı ( Esir Mehmetçiklerin Dramı), Yitik Hazine Yayınları, s.69-101. |
1546 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |