Osmanlı'da Âdâb-ı Muaşeret - Prof. Dr. Saadettin Ökten Osmanlı'da Âdâb-ı Muaşeret Prof. Dr. Saadettin Ökten Geçmişle bugünü kıyaslayabilmemiz için, önce Osmanlı kültürü veya diğer bir ifadeyle "Klasik kültür" denince ne anlıyoruz; onu arzedelim. Osmanlı kültürü, kemale ermiş, bütün sosyal müesseseleriyle oturmuş, bütün eksiklerini tamamlamış bir kültürdür. Biz o mümtaz kültürün temsilcilerinden ders almış, rahleyi tedrislerinden geçmiş, onlarla temas imkânı bulmuş bahtiyarlardanız. Bundan da şeref duyarız. Bugünün insanı, o kültürün kıymetini bilmese de, dışarıda hâlâ bir Osmanlı itibarı mevzubahistir. Batılı tarihçiler, oryantalistler, sosyologlar ilim adına o kültürü inceliyorlar. Eserlerinde hayranlıklarını çekinmeden dile getiriyorlar. Batı kültürüne geçiş dönemini yaşadığımız bu hercümerc içinde, o mümtaz kültürün kıymetini bilen çok az insanımız vardır. Osmanlı kültürüyle bezenmiş adamın hayata bakış açısı, insanlara ve diğer canlı mahlukata bakış açısı tamamen farklıydı. İşte siz buna ister adabı muaşeret deyiniz, ister davranış biçimleri deyiniz; ne derseniz deyiniz... Biz ona "müeddeb" yani edebli adam derdik. O odam ki, hem kendine, hem diğer insanlara, hem tabiata, hem bütün canlı mahlukata karşı edeb üzere hareket eden adamdı. Edeb, malûmunuz, bazı kurallara uymak, pratikte bazı sınırları aşmamak, bu işi yaparken de samimi olmak, gönülden hareket etmek ve o işten manevi bir zevk almaktır. Sevgiyle, ihlasla, manevi bir haz alarak o işi yapınca; ister istemez konu ahlaki bir boyut kazanıyor.
Osmanlı kültüründe gerçek mürebbi yani terbiye edici Allah’tır. Dolayısıyla âdâbı muaşeret dediğimiz şey, vahye müstenid sistemin hayata yansımış şekli oluyor. Ana fikir, ana tema budur. Bu tema dal budak salmış, çiçeklenmiş; gah evde haremine ve çocuklarına karşı davranış âdâbı, gah ticaret ahlâkı, sokakta yürüme terbiyesi, patronun işçiye, işçinin patrona karşı vazifeleri, hocanın talebeye, talebenin hocaya karşı davranış biçimleri veya orduda ast-üst münasebetlerinin esası olmuş. Tekkede şeyh-mürid münasebetlerini, camide imam-cemaat münasebetlerini de aynı katagoride mütalaa edebiliriz. Klasik kültür denince, işte biz bunu anlıyoruz. Bu kültürü alan bir adamın temel prensibi, temel felsefesi şuydu: Ben bir fert olarak Allah'ın rızasını ve dolayısıyla sevgisini kazanmak için insanlara karşı nasıl-iyilikte bulunabilirim? Tabiat ve diğer canlılar benden ne hizmet bekliyorlar? Bu soruların cevabını Kur'an'da, hadislerde arayıp buluyor; hocalarına, büyüklerine soruyor; öğreniyordu. Âdâbı muaşereti uygularken dayandığı temel espri’şuydu: Benlik duygusunu öne çıkarmadan, başkalarını kırmadan, minnet hissi uyandırmadan, başa kakmadan, kendi varlığını hissettirmeden, bir tüy kadar hafif görünerek bunları yapmaya çalışmak. Temel prensip bu olunca, zaman ve zemin değişmesine paralel olarak söz ve davranışlarda bazı değişmeler normal karşılanmalıdır. Bize göre önemli olan söz ve davranış biçimleri değildir. Önemli olan hayata bakış açısıdır. Konuyu bu yönüyle ele, aldığımızda, eski kültürle yeni kültür arasındaki farkı, daha doğrusu tezadı, anlamak kolaylaşır. Klasik kültürde "ben" arka planda iken, yeni kültürde "ben" ön plandadır. Kapitalist yaşama biçimini benimsemiş kişi, dindar olsun dindar olmasın, egosunu tatmin etmek için çalışır. Birinde sevap kazanmak için öne çıkan ego, öbüründe para, şan-şöhret kazanma şeklinde ortaya çıkar. "Ben'in öne çıktığı bir düzende, Osmanlı kültürü söz konusu olamaz. Mesela selamı ele alalım. Osmanlı kültüründe selamın anlamı şudur: "Ey selam verdiğim kişi, benden sana zarar gelmez. Benden yana emin olabilirsin. Benim senin hakkında iyi niyetlerim ve hayırlı tedennilerim var. Benim yanımda kendini emniyette hissedebilirsin." Osmanlı selamı böyle anlardı. Tanıdık olsun olmasın, karşılaştığı herkese selam verirdi. Bugün selamı bu anlamda alan ve veren insanların sayısı çok azdır. İnsanlar tanımadığı kimselere selam vermediği gibi, yabancı birinin selam vermesini de tuhaf karşılıyorlar. Büyük şehirlerde, aynı apartmanda oturan insanlar birbirini tanımıyor. Sokakta, merdivende, kapıda karşılaşıyor; ama selâmlaşmıyorlar. Halbuki bunlar Osmanlının torunlarıdır. Osmanlı kültüründe komşuluğun insan hayatında çok önemli bir yeri vardı. Komşu, aileden ve akrabadan biri gibi görülürdü. Müslüman denince, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyen kişi anlaşılırdı. Komşular arasında bir anlaşmazlık çıkınca, polise değil, mahallenin büyüklerine gidilirdi. Mahallenin büyükleri sevilen, sayılan, adaletinden ve tarafsızlığından emin olunan, hakemliğe layık kimselerdi. Şimdi bunların hepsi hayal oldu... O büyükler ki, daima ceplerinde bozuk para ve şeker bulundururdu. Çocuklarla karşılaşınca, hemen ellerini ceplerine atar; onları sevindirirlerdi. Bunun istisnası düşünülemezdi. Daha büyüklerine hal hatır sorulur, imkanlar ölçüsünde hediye verilirdi. Osmanlı âdâbında küçük büyüğe hatır soramaz; ayıp sayılır. Daima büyük küçüğün hatırını sorar. Küçüğün bir hatası veya ayıbı görülmüş ise; o anda müdahale edilmez, görmezden gelinir. Büyüğün bu hoşgörü ve asaleti karşısında küçük ziyadesiyle mahçup olur, büyüğün sevgisini ve güvenini kaybetmekten korkardı. Dolayısıyla bir daha aynı vaziyette görülmekten çekinirdi. Kendisine çeki düzen verirdi. Bazen gerekli görüldüğünde, bir başka zaman, gayet müşfik ve kibar bir lisanla, zarif bir şekilde, küçüğe hatasını düzeltmesi ima edilirdi. Hiçbir zaman kırıcı ve genci mahçup edici cümleler kullanılmazdı. Küçük ve latifeli dokundurmalar yapılır; öyle ki orada başkaları varsa bunu anlamazlar bile . Ancak konuşanla muhatabı anlar.
BATI KÜLTÜRÜNÜN DAVRANIŞLARIMIZA YANSIMASI Kültürle medeniyeti birbirine karıştırmamak lâzım. Çoğu okur-yazarımız. hatta bazı aydınlarımız kültürle medeniyeti eş anlamda kullanarak mefhum karışıklığına sebep oluyorlar. Bendeniz kültürü şöyle algılıyorum: Her toplumun kendine has bir dünya görüşü var. Bu görüşü yansıtan bir takım soyut kavramlar var ki, bunlara "değer yargıları" diyoruz. Bu soyut kavramlar, hayatın akışı içinde, insanların günlük yaşamında pratiğe geçiyor; uygulama imkânı buluyor. Böylece somut kurallar haline dönüşüyor. Buna da yaşama biçimi diyoruz. Kültür, işte bu ikisinin yâni hayat görüşü ile yaşama biçiminin bileşkesidir. Medeniyeti daha çok yaşam biçimi olarak algılıyoruz. Teknoloji, yâni üretim vasıtaları, yaşam biçimini büyük çapta etkiliyor. Aynı yaşam biçimini seçen bir milletin veya milletler topluluğunun ortaya koyduğu soyut eserleri, salt düşünce ürünlerini ve nihayet teknolojiyi medeniyet olarak isimlendirebiliriz. Çağdaş Batı kültürü ile Osmanlı kültürü arasındaki temel fark, dünya görüşündedir. Batı, değer yargıları hiyerarşisinde en üst kademeye insanı ve aklı koyarken; Osmanlı da Allah'ı, yâni vahyi koymuştur. Bütün yapı aşağıya doğru bu esaslara göre düzenlenmiştir. Batı dünya görüşü, bugün bildiğimiz teknolojiyi üretmiştir. Türk toplumu da bu teknolojiye mahkûmdur. Muazene budur. Şimdi önümüzde iki yol var. Birincisi, mevcut teknolojiye ulaşmak için Batı ile aynı dünya görüşünü paylaşmak ve aynı yoldan geçmek. Türkiye bunu denedi, ama olmadı. Çünkü, kültürel kimlik öyle kolay değişen bir şey değildir. İkincisi, kendi dünya görüşümüz içinde yeni bir yaşam biçimi üreterek aynı olmayan benzer bir teknolojiyi yakalamak. Bu mümkündür. Zordur, ama mümkündür. Diğer toplumlar karşısında acze düşmemek için, benzer bir teknoloji üretmek mecburiyetindeyiz. Bendenize göre, olayın esası budur. Batı'dan ne öğrendik, ne öğrenemedik? Batı kültürünü kabul mü, yoksa red mi etmeliyiz? Bu sorular teferruattır. Elbette birtakım pratik problemlerin çözümünde o birikimden faydalanacağız. Ancak, detayı ve bütünü kendi dünya görüşümüze göre değerlendirip bir tasnife tâbi tuttuktan ve yorumladıktan sonra.
ZORAKİ KÜLTÜR DEĞİŞİMİNİN DAVRANIŞLARIMIZA ETKİSİ Konuyu resim ve ideoloji münakaşası şeklinde ele alıp kolaya kaçmak istemem. Ayrıca, meselenin bu boyutu âdâbı muaşerete de aykırıdır. Meseleyi bir eğitimci gözüyle, sosyolojik açıdan, "kuşaklararası çatışma" adı altında incelememiz daha uygun olur kanaatindeyim.
Meseleyi aile plânında ele aldığımız zaman, bilhassa gençleri iki cendere arasında sıkışmış görüyoruz. Hem toplumda itibar kazanmak, hem aile içi bağlan muhafaza etmek., işte bu çok zor. Bugünün genci, bu zoru yaşıyor. Bir genç, kız olsun erkek olsun, zoraki kültürün isteklerine cevap verirken, aynı zamanda anneye babaya da itaat eder görünüyorsa; bu itaat göstermelik bir itaattir. Karşılıklı sevginin, güvenin ve dürüstlüğün olmadığı yerde; prensip birliği de olmaz. Burada aile reisine büyük görev düşüyor. Babalık otoritesini bir baskı aracı olarak kullanmadan, sevgiyle, şefkatle, dostça, mantıkla yaklaşarak; çocuklarıyla ve karısıyla diyalogunu sürdürecek. Kuru nasihatin eğitimde pek tesiri yoktur. Eskiler, "hal dili kal dilinden daha tesirlidir." derler. Yâni müsbet davranışlar, sözden daha tesirlidir. Baba, anne veya eğitimden sorumlu kişi, doğru bildiği şeyleri önce kendisi tatbik edecek. Kendi kusurlarını düzeltmemiş, günahlarını yenememiş bir babanın çocukları ve karısı üzerinde tesirli olamayacağı tabiîdir. Gerçek otorite, sevgiye, saygıya ve karşılıklı güvene dayanan bir otoritedir. Güzel huylu, güzel sözlü, güzel davranışlı inşanın başkalarını kendisine doğru çeken sihirli bir câzibesi vardır. O insanla beraber olmaktan asla sıkılmazsınız. Buna en güzel örnek Peygamberimizdir. Bütün tehdid edici dış unsurlara rağmen, insanlar pervanelerin ışığa koştuğu gibi, O'nun çevresinde toplanmışlar; saadet asrının mümtaz sahabeleri olmuşlardır. Farzı muhal, eğer Resuli Ekrem asık suratlı, katı sözlü biri olsaydı; saadet asrının tarih sahnesine çıkması mümkün değildi. Yine eski kültürümüzün temsilcileri, "Saygı istenilmez, verilir." derler. Zira, saygı, kişiye değer vermenin, sevmenin, saymanın ve muhabbet duymanın bir ifadesidir. Zaten saygı duyulmaya lâyık kimse, hal ve kal diliyle bu tür saygıyı sizde uyandırır. "Bana saygı göster" demesine lüzum kalmadan, siz kendiliğinizden ona saygı duyarsınız. Bu çerçevenin dışındaki saygı, gerçek saygı değildir; gösteriştir, riyadır, iki yüzlülüktür. Bugünün toplumunda iki yüzlülüğe, gösterişe, menfaate ve korkuya dayalı, sahte saygı tezahürleri az veya çok vardır. Eskiler saygının anlamım bilen insanlardı. Öyle ki, kendilerine saygı gösterildiği zaman mahcubiyetten yüzleri kızarırdı. Eğitirken aceleci değillerdi. Kendi nefislerinde yaşamadıkları bir fazileti, başkalarına telkin etmezlerdi. Hoşgörülü, bağışlayıcı, affedici, sevgi doluydular. Bir bakışları, bir tebessümleri karşıdakinin kalbine sevgi tomurcukları açtırmaya kâfi gelirdi. Güzel huyların başı, Allah sevgisidir. Sonra peygamber sevgisi gelir. Allah'ı ve O'nun Resulünü sevmeyen, gerçek sevginin ne olduğunu bilemez. Allah’ı ve Resulünü sevmeyen kişinin "sevgi" diye telaffuz ettiği şey, şehvettir. Dilimizdeki bir bahtsızlık da buradadır. Mevcut kültürün takdim ettiği ve medyanın da sık sık kullandığı aşk ve sevgi şehvetten başka bir şey değildir. Gerçek aşk, ulvi bir duygudur.
Yunus Emre, "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü" mısraı ile dile getirir. İnsan ki, o yaratılanların en şereflisidir; "eşrefi mahlûkat”tır. Allah'ı seven bir kişinin insanı sevmemesi düşünülemez. Kalabalıkta insanları ite kaka ilerleyen, balkondan aşağı çöp torbası fırlatan, radyonun sesini sonuna kadar açarak komşularım rahatsız eden insan, gerçek sevgiden nasibini alamamış demektir. Batı toplumunda çalışkanlık, dürüstlük, temizlik, kibarlık gibi zahiren güzel hasletler görürüz. Bunları yapmaktaki gayeleri insanlığa hizmet değildir. Zira Batı kültürünün dayandığı sistem kapitalisttir. Gayesi daha çok kazanmak ve daha rahat yaşamaktır. Temizliğe dikkat ediyorsa, kendi sağlığım düşündüğü içindir. Çalışkan ve disiplinli ise, daha çok kazanmak içindir. Dürüst ise, kanunlar ve patron öyle istediği içindir. Polisle ve patronla başı derde girmesin diye dürüst davranır. İlmi araştırma yapıyorsa; başkalarından üstün olmak, şan ve şöhret kazanmak, egosunu tatmin etmek içindir. Kısaca, Batı kültürünün alt yapısı ve müesseseleri kapitalist esaslarına göre kurulmuştur. Kapitalizm ise, menfaatciliğe ve egoizme dayanır. Bize gelince: Biz esasta değil, şekilde Batıcıyız, Onun içindir ki, Batı kültürü bize bir fazilet kazandıramamıştır. Onlar üretici, biz tüketiciyiz. Sadece madde planında değil, mana planında da tüketiciyiz. Onların sanayi ürünlerini tükettiğimiz gibi, kültürünü de tüketiyoruz, Okullarımızda okutulan sosyal bilimler tamamıyla Batı menşelidir. Kendisi üretmekten âciz, düşünmeyi, araştırmayı, ortaya bir eser çıkarmayı başaramayan; bütün işi taklitten ibaret olan, kaldı ki onu da doğru dürüst beceremeyen bir toplumdan güzel hasletlerin tezahür etmesi mantığa aykırıdır. Biz Müslüman kaldığımız müddetçe, gerçek anlamda Batılı olmamıza imkân yoktur. Batı'nın dayandığı temel felsefe faydacılıktır. Egoyu tatmin eden her şey mübahtır. Halbuki İslâm'ın dayandığı temel düşünce "diğergamlık'tır. Egoizmle diğergamlık birbirinin zıddı iki düşünce sistemidir. Hem Müslüman kalacaksın hem Batılı olacaksın... Bu mümkün değildir. Mümkün olmadığı içindir ki, bütün zorlamalara rağmen gerçek Batılı olamadık. Müslüman kimliğimizi de koruyamadığımız için kozmopolit bir toplum haline geldik. Bu kaostan ancak toplumsal bir mutabakatla kurtulabiliriz. "Toplumsal mutabakat nasıl sağlanacak?" diyeceksiniz. Kolay değil, ama mümkündür. Her şeyden önce, aydınlarımız alışkanlık haline getirdikleri çifte standarttan vaz geçecekler. Toplumun bir kesimi için "hak" olan şey, diğer kesimi için "yasak" olacak. Böyle adalet olmaz. Bu, bir bakıma, Batının aydınımıza empoze ettiği bir tutumdur. Batı, kendisi için geçerli olan bazı hakları, kendi dışındaki insanlara, daha doğrusu tüketici kalabalıklar haline getirdiği insanlara uygun görmez. Batı kendi toplumuna başka, kendi dışındaki dünyaya başka davranır. Batılıya göre kendisi medeni, geri kalmış ülkelerin insanı gayri medenidir. Gayri medeniler kendi kendilerini idare edemezler, mutlaka başlarında onlar adına karar veren bir Batılı efendi veya Batı kültürü almış bir yerli lider bulunmalıdır. Batı kültürü almış aydınımız da üç aşağı beş yukarı böyle düşünür: Bu halk cahil olduğundan kendisi için neyin doğru olduğunu bilemez. Onun adına karar veren aydın bir kadro gereklidir. İşte temel yanlışımız buradadır. Biz halkımıza güvenmezsek, halkımız bize nasıl güvenecektir? Bu çifte standart, toplum aktivitesini yok etmiştir. İnsanlar arasında güvensizlik, sorumsuzluk, sadakatsizlik, iki yüzlülük, sevgisizlik almış yürümüştür. Eğer bu yanlışların ve geri kalmışlığın faturasını halka çıkaracak olursak, problemi çözmemiz mümkün değildir. Hep birlikte oturup, "Nerede yanlış yaptık?" sorusuna cevap aramalı; bunu yaparken de sen-ben kavgasını bir yana bırakmalıyız. Bugün Batı'nın gerçek anlamda muhasebesi yapılmış değildir. Japonya'ya atılan atom bombası, Batı'nın alnında kara bir lekedir. Amerika, Vietnam rezaletinden henüz temize çıkmış değildir. Dün Kuveyt ve Irak ta oynanan oyunlar, bugün Bosna-Hersek'te, Azarbeycan'da, Somali’de devam ediyor. Batı, kendi içinde medeni, dış dünyaya karşı vahşidir. Bütün bu açık seçik gerçeklere rağmen Batı kültürünü methetmek insanlık adına ayıptır. Çok sık sorulan bir soru var. Deniliyor ki: "Bugün hepimiz evimizde, iş yerimizde, büromuzda Batılı sanayi ülkelerimde üretilen makineler, cihazlar kullanıyoruz. Hepimiz az veya çok Batı mallarına tiryaki olmuşuz. Bu davranışımızla bir bakıma Batı ülkelerini desteklemiş, onları zengin etmiş olmuyor muyuz?" Bu tür sorular ve bunların doğurduğu münakaşalar tâ Osmanlı zamanında, matbaanın icadıyla beraber başlamış. Batı mallarını satın alıp Batı'nın tüketici pazarı olmak istememişiz. Bu güzel, ama kendi sanayimizi de kuramamışız. Ne zaman ki, Kanuni'den sonra, silah üstünlüğü Avrupa'ya geçmiş; cephelerde bozgun üstüne bozgun yaşamaya başlamışız, o zaman askeri alanda modernleşmeyi kabul etmişiz. Fatih, Bizans'ı dize getirecek Osmanlı icadı topları kendi ülkemizde döktürürken, Tanzimatçılar Avrupa'dan silah ve savaş gemisi satın almışlar. Ödenmesi zor, devlet hâzinesini güç durumda bırakan, büyük dış borçlara girmişler. Avrupa usulü ordu kurmak için Avrupa'dan askeri öğretmenler ve danışmanlar getirilmiş. Dışarıya askeri öğrenciler gönderilmiş. Derken, yavaş yavaş Baü mallarını tüketen bir büyük pazar haline gelmişiz. Sadece Batı mallarını tüketmekle kalmamış, Batı kültürünü de almışız. Kapitalist dünya görüşünü benimsemişiz.
Teknolojiden faydalanmak ayrı, Batı kültürünü benimsemek ayrı şeylerdir. Japonya teknolojide hızla ilerleyip Avrupa'yı yakaladığı halde, Avrupa kültürüne itibar etmemiş, kendi kültürünü yaşatmaya devam etmiştir. Kendimiz üretemiyoruz diye, teknoloji vasıtalarından uzak duramayız. Bilgisayar çağında, kâğıt kalemle şirket hesaplarını tutmanın bir anlamı yoktur. İhtiyaçla konforu birbirinden ayırmak lazım. Konfor, egoyu tatmine yöneliktir. Bugün Avrupalı kullandığı arabanın markası ile övünür. Arabanın fonksiyonu nedir? Sizi bir yerden bir yere taşır. Bu fonksiyonu yerine getiren mütevazi bir araba Müslümana neden haram olsun? Yerli bir araba ile bu ihtiyacını karşılayabilecekken, tutar da Mercedes veya benzeri pahalı bir araba alırsa, işte bu münakaşa edilebilir. Çünkü Mercedes ihtiyaç için değil, prestij kazanmak, diğerlerinden üstün olmak için alınır. İhtiyaç kavramı izafidir. Bana göre ihtiyaç olan bir şey, size göre ihtiyaç olmayabilir. Müslüman elini vicdanına koyacak. İslâmi ölçüler içinde hareket edecek. İhtiyacının dışında konfora tamah etmeyecek. "Komşuda var, neden bizde olmasın." sözü ile hareket eden bir aile, ihtiyaç için değil taklit için satın alır. Taklitçilik, kültür yozlaşmasının neticesidir. Yeni kültür egoya hizmet ediyor. Egonun kalp gözü kördür. Allah'ı unutan insan, bütün mesaisini dünyaya sarfeder. Ömrü mal biriktirmekle, eşya yenilemekle, para kazanmakla geçer. Komşusunda olup da kendisinde bulunmayan her şey onun için ihtiyaçtır. En mütevazi ailelerimizin bile evleri eşya dolu. Çoğu kullanmak için değil, seyretmek ve tatmin olmak için. Memurumuzun, işçimizin ömrü taksit ödemekle geçiyor. Eski Osmanlı evlerini hatırlıyorum. Yerde el tezgahında örülmüş kilimler, üzerlerinde minderler. Odalar o kadar geniş görünürdü ki, çocuklar cirit atardı. Yer sofrasında yemek yenir, yer yatağında yatılırdı. Oturma odasına sofra serilir, yemek odası olurdu. Akşam yatak serilir, yatak odası olur. Üç-dört odalı ev, hem aileye hem misafire yeterdi. Şimdiki evler eşyanın işgaline uğramış, insana dönecek yer kalmıyor. Üç-dört odalı bir daire, mütevazi bir aileye dar geliyor.
Kaynak: Çankırılı, Ali , Görgü ve Nezaket Kuralları, s.-177-184. |
1591 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |