Tarih 10 Ders Notları Tarih 10 Birinci Ünite ders notları pdf için tıklayınız. HAZIRLAYAN: ARİF ÖZBEYLİ Birinci Ünite 1.1. 1072-1308 YILLARI ARASINDAKİ BAŞLICA SİYASİ GELİŞMELER 1.2. ANADOLU’YA TÜRK GÖÇLERİ Anadolu’da VI ve VII. yüzyıllarda Sasani ile Bizans imparatorlukları arasında mücadeleler yaşanmış ve bu mücadeleler Anadolu coğrafyası için tam bir yıkım olmuştur. Daha sonra başlayan ve asırlar süren Bizans-Müslüman mücadeleleri de Anadolu’daki şehir ve kasabaları harabeye çevirmiş, bölgede nüfus oldukça seyrelmiştir. Balkanlarda; Uz, Peçenek ve Kuman akınları ile uğraşmak zorunda kalan Bizans İmparatorluğu, içerde de sık sık imparator değişiklikleri yaşamıştır. Özellikle II. Basileos’un (Bazileus) 1025’te ölümünden sonra uzun süre yönetimde istikrar yakalayamayan Bizans’ta, devlet düzeni bozulmuş ve halkın devlete olan güveni sarsılmıştır. Bu dönemde Anadolu’da; Rumlar ve Ermenilerle birlikte Süryaniler, Araplar ve Türkler bulunmaktadır. Anadolu’da yaşayan bu halklar, ekonomik olarak çok zor durumda olsalar da kendi yaşadıkları bölgelerde eski dillerini, adetlerini ve yaşayışlarını koruyabilmişlerdir. XI. yüzyılda Anadolu’da karşılaşılan durum, Türkler için umut verici olmuş ve Anadolu’nun fethini kolaylaştırmıştır. Balkanlarda ve Anadolu’da gücünü korumaya çalışan Bizans İmparatorluğu, büyük bir orduya ihtiyaç duymuştur. Ordusunu her an savaşa hazır tutmak zorunda olan Bizans, ihtiyaç duyduğu parayı karşılamak için zaten zor durumda olan halktan daha fazla vergi toplamaya başlamıştır. Para olarak toplanan vergilere, zamanla halkı daha da yıpratan zorunlu çalışma görevleri eklenmiştir. Vergi sistemindeki adaletsizlik, Bizans’ın kötü yönetimi ve yer yer baş gösteren isyanlar, halkı daha da perişan etmiştir. Anadolu’daki tekfurlar da halka her türlü zulmü yapmaya başlamıştır. Halk ise artık bu vergileri ödeyemez duruma gelmiş ve Türkleri çare olarak görmeye başlamıştır. Sefalet içindeki halk, tekfurların adaletsiz vergilerine karşı Türklerin haraç ve cizye vergilerini, çoktan kabullenmiştir. Bizans idaresinden bıkan halklar, Selçuklu akınlarına direnmemiştir. Özellikle mezhep farkından dolayı Bizans tarafından büyük baskı ve işkencelere maruz kalan Ermeniler, Türk akınlarına hiç direniş göstermemiştir. İran, Arap ve Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmış, Doğu Anadolu’nun nüfusu aralıklarla süren savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle oldukça azalmıştır. Böylece Türk akınları ve sonrasındaki Oğuz göçleri sırasında yerli halkın tavrı, Anadolu’nun süratle Türkleşmesini kolaylaştırmıştır. XI. yüzyılda Doğu Anadolu’da Ermeni ve Süryaniler ile Orta Anadolu’da yaşayan halk, Bizans’ın adaletsiz idaresi nedeniyle Türklere karşı Bizans İmparatorluğu’nun yanında yer almamıştır. Bu yüzden Bizans, bu yüzyıl başlarında Doğu Anadolu’daki Ermeni prensliklerini yıkıp buradaki halkı kitleler hâlinde Orta Anadolu’ya sürmüştür. Bizans’ın Ortodoks mezhebini bu milletlere dayatması, halkı Bizanslılardan daha da uzaklaştırmıştır. Malazgirt Meydan Muharebesi, Bizans’ın Anadolu’daki hâkimiyetinin büyük ölçüde kırıldığı önemli bir gelişme olmuştur. Bu savaştan sonra Selçuklular, Anadolu’yu yurt edinme politikasını uygulama fırsatı bulmuştur. Çağrı Bey’in liderliğinde Selçuklular önce keşif daha sonra da yurt edinme amacıyla ise daha rahat hareket etmeye başlayan Oğuzlar, güvenli bir şekilde Anadolu’ya yerleşmeye başlamıştır. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’da ilk Türk Beyliklerinin kurulmasıyla Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması hızlanmıştır. XI. yüzyılda Anadolu’yu yurt edinen Türkler, burada kurdukları devletleri daha çok kurucularının veya bölgenin adıyla anmıştır. Türkiye adı ise ilk defa Bizans kaynaklarında görülmüş ve Anadolu XII. yüzyıldan itibaren Batılılar tarafından Türkiye olarak anılmaya başlanmıştır. Arap kaynaklarında da Berrü’t- Türkiyye ifadesi XIV. yüzyıl başlarında kullanılmıştır.
1.3. Anadolu’nun Türkleşme Süreci Anadolu’ya ilk Türk akınları IV. yüzyılın sonlarında Avrupa Hunları tarafından düzenlenmiştir. 395-398 yılları arasında Avrupa Hunları; Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya girmiş, batı yönünden Doğu Roma İmparatorluğu’na baskı yapmış hatta Suriye’ye kadar inmiştir. Hunlardan sonra VI. yüzyıldan itibaren Sabarlar, Anadolu’ya girerek Konya, Kayseri ve Ankara civarına kadar ilerlemiştir. Ancak hem Hunlar hem de Sabarlar, Anadolu’da yerleşmeyi düşünmeyerek yurtlarına geri dönmüştür. VIII. yüzyılda Abbasiler tarafından Türkistan ve Horasan’dan getirilen Türkler, Bizans’a karşı gaza ve cihat amacıyla Anadolu’nun sınır bölgelerine yerleştirilmiştir. X. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkler, Anadolu’da gaza ve cihat hareketlerinde bulunmuş ancak bu akınlar Anadolu’yu yurt edinme amacı taşımamıştır. Anadolu’ya ilk Selçuklu akınları, Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, 1015’ten itibaren Çağrı Bey liderliğinde keşif yapmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 3 000 kişilik bir kuvvetle Anadolu’ya giren Çağrı Bey, elde ettiği ganimetler ve Anadolu hakkında öğrendiği pek çok önemli bilgiyle Tuğrul Bey’in yanına dönmüştür. Anadolu’yu yurt edinme politikasının temeli, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan sonra Tuğrul Bey tarafından atılmıştır. Tuğrul Bey, hanedan mensuplarını ve komutanlarını Anadolu’nun fethi konusunda görevlendirmiştir. 1048’de Pasinler Savaşı ile yaklaşık bir asır sürecek olan Selçuklu-Bizans mücadelesi başlamıştır. Tuğrul Bey’den sonra hükümdar olan Alp Arslan zamanında da fetih hareketlerine devam edilmiş ve 1064’te Ani Kalesi alınmıştır. 1071 Malazgirt Savaşı’yla Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır. Bu zafer sonrasında Sultan Alp Arslan’ın şekillendirdiği fetih politikası, Anadolu’nun fethini hızlandırmıştır. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu’nun Türkleştirilmesini bir devlet politikası hâline getirmiş ve bunu takiben Anadolu’da kurulan ilk Türk beylikleri de kalıcı Türk yerleşmesini sağlamıştır. Anadolu’nun yurt tutulması bağlamında Malazgirt Savaşı tam bir dönüm noktası olmuştur. Kısa bir süre içerisinde Anadolu’da; Danişmentliler (Sivas-Tokat-Kayseri), Mengücekliler (Erzincan), Artuklular (Mardin), Saltuklular (Erzurum), Dilmaçoğulları (Bitlis-Erzen), Ahlatşahlar-Sökmenliler (Ahlat-Erciş-Van) ve Çaka Beyliği (İzmir) gibi beylikler kurulmuştur. Malazgirt Zaferi sonrası Anadolu’nun fethi için beylikler, kuzeyde Gürcüler, batıda Bizans ve zaman zaman Haçlılar, güneyde ise Eyyubiler ile mücadele etmiştir. Bölgelerini farklı düşmanlara karşı iyi savunan beyliklerin çoğu, zamanla Türkiye Selçukluları hâkimiyetine girmiş ve kültür miraslarını Selçuklulara devretmiştir. İlk Türk beylikleri döneminde özellikle Anadolu’nun doğusu refaha kavuşmuştur. Bu beylikler; bölgenin Türkleşmesi amacıyla camiler, medreseler, kervansaraylar, imarethaneler, zaviye ler, hamamlar, kümbetler gibi mimari eserler inşa etmişlerdir. Böylece bölgelerini bayındır hâle getirmiş ve Anadolu’da kalıcılığı sağlamışlardır. Malazgirt Zaferi’nden sonra kurulan beylikler, yaklaşık 200 yıl Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin etkisiyle Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinin ortak noktası kurucularının Oğuzlara mensup olmasıdır. Türkiye Selçukluları ile Çaka Beyliği arasındaki ilişkilerde Bizans etkili olmuştur. Oluşturduğu güçlü donanma ile Bizans’ı denizden tehdit eden Çaka Bey, kızını da Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ile evlendirerek nüfuz kazanmıştır. Çaka Bey’in Balkanlardaki Peçenekler ile de ittifak kurması, Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’u (Aleksiyos Komnenos) endişelendirmiştir. I. Kılıç Arslan’a bir mektup yazan imparator, Çaka Bey’in asıl amacının Selçuklu tahtı olduğuna sultanı inandırmış ve sultanı Çaka Bey’e karşı kışkırtmıştır. Çaka Bey’i İznik’e davet eden I. Kılıç Arslan verdiği ziyafet esnasında Çaka Bey’i öldürtmüştür. Böylece Bizans, Çaka Bey tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Anadolu’da Kurulan Diğer Türk Devletleri Sökmenliler: Ahlat ve Van Gölü Havzası İnaloğulları: Diyarbakır ve çevresi Çubukoğulları: Harput ve çevresi Dilmaçoğulları: Bitlis ve çevresi İnançoğulları: Ladik (Denizli) Tanrıvermişoğulları: Efes ve çevresi
1.3.2. TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ (1077-1308) KUTALMIŞOĞLU SÜLEYMAN ŞAH (1077-1086) 1092 yılında Melikşah’ın ölümünden sonra Kılıç Arslan ve Davut Kulan Arslan esaretten kurtularak İznik’e gelmiş ve devleti Ebu’l-Kasım’dan devralmıştır. Büyük kardeş olan Kılıç Arslan İznik’te sultan ilan edilmiştir. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olup, Anadolu'daki fetih harekâtından sonra Antakya'dan Anadolu'ya girdi. 1074 yılında Konya ve havalisini mahallî Rum despotlarından alarak, fetihlere devamla İznik önlerine geldi. 1075 senesinde İznik'i fethederek, emrindeki kuvvetlerin merkezi yaptı. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin temeli atılmış oldu. 1084'te Hıristiyanlardan Antakya'yı aldı. 1086'da Suriye Selçuklu meliki Tutuş'la yaptığı savaşta yenildi ve savaş meydanında vefat etti.
I. KILIÇARSLAN (1092-1107) 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Türkiye Selçukluları, 1096 yılında Haçlı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. I. Kılıç Arslan’ın kardeşi Davut Kulan Arslan, çoğunluğunu Avrupa’nın yoksul halklarının oluşturduğu öncü Haçlı kuvvetlerini Anadolu’ya geçer geçmez bir baskınla yok etmiştir. Daha sonra gelen asıl Haçlı kuvvetleri başarılı olmuş ve İznik başta olmak üzere Urfa, Antakya, Kudüs gibi önemli şehirleri ele geçirmiştir. I. Haçlı kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Başkenti Konya’ya taşıdı. Danişmentlileri yenerek Malatya’yı aldı. Musul’u ele geçirdi. Büyük Selçuklu hükümdarı Mehmet Tapar’ın gönderdiği ordu ile yaptığı savaşta yenilerek Habur ırmağında boğuldu. Haçlı Seferleri’ne karşı Türkler, Anadolu’yu savunma görevini üstlenmiştir. Türkiye Selçukluları, Anadolu’yu Türkleştirmek için Bizans ve Haçlılar ile mücadele etmiş ve ayrıca Türkistan’dan gelen Türkmen kitlelerini Anadolu’ya yerleştirerek Anadolu’da kalıcılık sağlamıştır.
I. MESUT (1116-1155) Sultan Mesud, Danişmendli tahakkümünden kurtulmaya, Bizanslıları Anadolu'dan atmaya ve birliği sağlamaya çalıştı. Ankara, Çankırı, Kastamonu, Elbistan, Sivas ve Malatya bölgeleri Danişmentoğullarından alınmıştır. Bu sırada İkinci Haçlı Seferiyle Anadolu'ya giren Avrupalılar da, Türk kılıçları önünde duramadı. Halka adaletle muamele etmesi sebebiyle, Hıristiyanların bir çoğu, Bizans yerine Türk idaresine bağlandı.
II. KILIÇARSLAN DEVRİ (1155-1192) II. Kılıç Arslan tahta geçtiğinde Türkiye Selçukluları bazı sıkıntılar ile karşı karşıya kalmıştır. Kardeşi Şahinşah’ın kendisine karşı taht mücadelesine girişmesi ve güneyde Musul Atabeyi Nurettin Zengi’nin Selçuklu topraklarına saldırması üzerine II. Kılıç Arslan, Bizans ile ittifak kurmak için İstanbul’a gitmiştir. Bu ittifak sayesinde kısa sürede Sakarya’dan Fırat’a kadar olan bölgede iktidarını sağlamlaştırmıştır. Bizanslılar ve yardımcı kuvvetlere karşı, 1176 Miryokefalon (Düzbel/ Karamukbeli) Meydan Savaşı'nı kazanarak, Anadolu'yu yurt edinen Türklerin bölgeden atılamayacağını ispatladı. Selçukluların çok güçlenmesi, sınırlarını genişletmesi ve Türkmenlerin Batı Anadolu’ya kadar akınlara devam etmesi bu kez Bizans’ı tedirgin etmiştir. Bizans imparatorunun, II. Kılıç Arslan ile yaptığı ittifaka sadık kalmaması üzerine iki taraf savaşın eşiğine gelmiştir. Büyük bir ordu ile Konya’ya doğru yola çıkan Bizans kuvvetleri 17 Eylül 1176 tarihinde, Denizli yakınlarında olduğu tahmin edilen Miryokefalon denilen geçitte Selçuklu kuvvetleri tarafından pusuya düşürülerek yenilgiye uğratılmıştır. Sultan Kılıç Arslan, imparatoru esir etmek yerine, Selçuklu sınırlarındaki bazı Bizans kalelerinin yıkılması şartıyla bir antlaşma yapma yoluna gitmiştir. Bizans tarihindeki en büyük yenilgilerden birisi olan Miryokefalon mağlubiyeti ile Bizans’ın Türkleri Anadolu’dan çıkarma ümitleri tamamen sona ermiştir. Böylece Türklerin Anadolu hâkimiyeti kesinleşmiştir.
Bizans ve Miryokefalon Zaferi
Miryokefalon Zaferi, Malazgirt’ten sonra Türkiye tarihinde ikinci bir dönüm noktasıdır. Bizanslılar, Malazgirt’in kendileri için nasıl bir darbe olduğunu o güne kadar henüz yeterince kavrayamamış ve bu sebeple sürekli Anadolu’yu geri alma ümit ve hayaliyle yaşamış ve Anadolu’yu Türkler tarafından geçici bir süre için işgal edilmiş bir ülke gözüyle görmüştür. Halbuki Miryokefalon Zaferi’nden sonra, Haçlı istilaları nedeniyle 1097’den 1176’ya kadar Bizanslılarda olan üstünlük tekrar Türkiye Selçuklularına geçmiş, Bizans’ın Anadolu’yu kurtarma ve geri alma ümit ve hayalleri tamamen tarihe karışmıştır. Bir daha asla Doğu’ya büyük bir sefer düzenleyemeyecektir. Miryokefalon Zaferi’nden sonra İmparator Manuel Komnenos’un planlarını hem Batı’da hem Doğu’da gerçekleştiremeyeceği ortaya çıkmıştır. Bundan sonra Bizanslılar daima müdafaada ve çöküntüde, Türkler de ilerleme ve yükselme hâlinde olmuştur. Böylece, Malazgirt Zaferi’yle açılan vatan ve kurulan devlet, Miryokefalon Zaferi’yle korunmuş ve emniyet altına alınmıştır.
1.4. ANADOLU’DA DEVLETLEŞME SÜRECİ
1.4.1 Boylar Birliğinden Devletleşmeye
Tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren Türkler, devlet kurma idealine sahip olmuştur. Gerek Orta Asya’da gerekse göç edilen bölgelerde köklü devletler kurmaları bu ideallere sahip olduklarını kanıtlamaktadır. Hun, Kök Türk, Uygur, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti birlikte düşünüldüğünde, tarihin hemen her döneminde bağımsız bir Türk devletinin olduğu görülmektedir. Türkler, Orta Asya’daki ilk dönemlerinden itibaren boylar birliği şeklinde teşkilatlanmıştır. Bu teşkilatlanmada, Türk toplumunun en küçük yapısını oguş denilen aile oluşturmuştur. Oguşların birleşmesiyle urug yani sülale, urugların birleşmesiyle de boylar meydana gelmiştir. Boyların bir araya gelmesiyle oluşan topluluğa bodun yani millet; milletin oluşturduğu en büyük siyasi teşkilat olan devlete ise il veya el denilmiştir. Boy, eski Türk devletlerinin oluşumunda en dinamik yapıdır. Türk boylarının sık sık birleşerek devlet hâline gelmesi, iç ve dış sebeplerle dağılması ve tekrar tekrar yeni devletler oluşturması bu dinamik yapıyı kanıtlar niteliktedir. Ailelerin ve sülalelerin reisleri tarafından seçilen beyin, törenin uygulanmasını sağlamak, adaleti gözetmek, ekonomik faaliyetleri yürütmek, dayanışmayı sürdürmek ve boyu korumak gibi sorumlulukları vardır. Orta Asya’daki devlet anlayışını Anadolu’da da devam ettiren Türkler, Malazgirt Zaferi sonrasında ilk Türk beyliklerini kurmaya başlamıştır. Türklerin boylar hâlinde konar-göçer olarak yaşamlarını sürdürmeleri, merkezî devletlerin kuruluşunu yavaşlatmış ve bu devletlerde çeşitli sıkıntılar ortaya çıkartmıştır.
1.4.2 Türkiye Selçuklu Devleti Kültür ve Uygarlığı
Türkiye Selçuklu Devleti, kuruluş döneminde bir taraftan Bizans'ı ve Haçlı saldırılarını bertaraf etmek diğer taraftan Türk beylikleri ve Eyyubilerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu durum sosyal ve ekonomik alanda ilerlemeyi geciktirmiştir. 1176 Miryokefalon Zaferi ile Bizans’a ağır bir darbe vuran Türkiye Selçukluları, Danişmentlileri de ortadan kaldırdıktan sonra siyasi, sosyal ve ekonomik teşkilatlanma çalışmalarına ağırlık verebilmiştir. Türkiye Selçuklularının devlet teşkilatının oluşumunda, diğer Türk devletlerinin izleri görülmekle birlikte, en etkili devlet Büyük Selçuklu Devleti olmuştur. Türk devletlerinin genelinde olduğu gibi Türkiye Selçuklularında da tahta kimin geçeceği konusu kesin bir hükme bağlanmadığı için şehzadeler arasında taht kavgaları yaşanmıştır. Türkiye Selçuklularında veliahtlık müessesesi devam etmiş ve sultan, büyük veya küçük ayırt etmeksizin oğullarından birini veliaht seçmiştir. Veliahtlık, Eski Türk geleneğinde olduğu gibi babadan oğula, oğul küçük ise kardeşe geçse de bu durum da taht kavgalarını önlemeye yetmemiştir. Moğolların Anadolu’yu kasıp kavurduğu dönemde farklı bir uygulamaya gidilmiştir. Zaman zaman şehzadeler, taht mücadelelerinde birbirlerine üstünlük sağlayamamıştır. Bu durum karşısında tecrübeli devlet adamlarının uzlaşmayı sağlamasıyla şehzadeler, eş hükümdarlar şeklinde devleti yönetmiştir. Ancak bütün bu otorite kayıplarına rağmen Selçuklu Hanedanı’nın meşruiyeti tartışma konusu yapılmamıştır. Türkiye Selçuklularında devletin yönetim merkezi olan ve dergâh veya bârgâh olarak da anılan saray, hem devletin idare merkezi hem de hükümdarın şahsî ikametgâhı olmuştur. Sultanın özel hayatını sürdürdüğü saray bölümüne harem denmiştir. Saray teşkilatında en önemli görevliye hâcip denmiş ve hâciplerin reislerine de “hâcibü’l-hüccab” denmiştir. Türkiye Selçuklularında sultanın mutlak vekili olarak vezir görev yapmış ve sultan adına devleti idare etmiştir. Fakat devletin Moğol baskısıyla zayıfladığı dönemde artık vezir başta olmak üzere üst düzey devlet görevlileri, sultan tarafından değil İlhanlılar tarafından seçilmeye başlanmıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin askerî teşkilatı da esas itibariyle Büyük Selçuklu Devleti’nin devamı şeklinde olmuş ve boylar birliği esasına dayanmıştır. Bununla birlikte Türkmenlerin, devletin devamında sorunlara neden olmaya başlaması, devlette gulâm sisteminin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Saray işlerini yapmak ve sultanın yakın hizmetini görmek için gerekli olan kişiler, gulâmhanede yetiştirilen kişilerden seçilmiştir. Ücretli askerlik uygulaması Türkiye Selçuklularında özellikle XIII. yüzyılın başlarından itibaren görülmüştür. Türkiye Selçuklu Devleti’nde askerî, idari, mali ve hukuki bütün devlet işlerinin karara bağlandığı ve en yüksek yönetim organına Divân-ı Saltanat veya Divân-ı Alâ denmiştir Divân-ı Saltanat ve Divân-ı Alâ günümüzdeki bakanlar kurulu gibi çalışmıştır. Divân-ı Saltanat’a sultandan sonra devletin en yetkili kişisi olan vezir başkanlık etmiştir. Atabeg veya atabey uygulaması Türkiye Selçukluları’nda da devam etmiştir. Şehzadeler, melik unvanı ile küçük yaştan itibaren devlet işlerinde tecrübe kazanmaları için atabeg denilen devlet adamlarının gözetiminde vilayetlere gönderilmiştir. Bununla birlikte atabeglerin siyasette güçlenmemesi için gerekli tedbirler alınmıştır. Nâib-i Saltanat veya Niyâbet-i Saltanat, ilk defa Türkiye Selçuklularında görülmüştür. Başkentte hükümdara vekâlet eden nâipler, hükümdarın devlet merkezinde bulunmadığı zamanlarda devlet işlerini yürütmüştür. Büyük Selçuklu Devleti’nin geliştirdiği ikta sistemi, taşra teşkilatında Türkiye Selçukluları tarafından da uygulanmıştır. Türkiye Selçuklularında arazi işlerinden sorumlu olan ve bunlarla ilgili işleri düzenleyen menşur ve beratları hazırlayan görevliye de pervane denmiştir. Pervane üst düzey bir memuriyet olmamasına rağmen Divân-ı Alâ’nın üyelerinden kabul edilmiştir.
A-Türkiye Selçuklularında Sosyal Hayat Sosyal Hayat: Selçuklu hükümdarları kendi yönetiminde yaşayan Hristiyan halkı himaye ettiler. Bizans yönetiminin baskısından ve ağır vergilerinden bunalanlardan isteyenlerin kendi topraklarına yerleşmelerine izin verdiler. Hristiyan-Müslüman ayrımı gözetmeden uyguladıkları adil yönetim Rum, Ermeni ve Süryani halkın Türk yönetimini tercih etmelerine sebep oldu. Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu da yaşayan halkın büyük çoğunluğunu Türkler oluştururdu. Halk şehirliler ve köylüler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şehirliler: Devlet memurları, âyân, bilim adamları ve ahiler olmak üzere dört gruba ayrılıyorlardı. Devlet Memurları: Bir şehirde hükümeti temsil eden görevlilerdi. Âyân: Hükümet nezdinde halkı temsil eden kişilerde. Tacirler (tüccarlar) da bu sınıfa girerlerdi. Bilim Adamları: Müderrisler, kadılar, zaviye, tekke şeyhleri ve medrese öğrencileri bu gruba girmekteydi. Ahîler: Ahîler (kardeşler) şehirde oturan ve kendi aralarında dinî ve iktisadi özellikler taşıyan esnaflardır. Aralarında kurdukları teşkilata ahîlik denirdi. Ahî teşkilatı ticareti ve ticaret ahlakını düzenlemiş, üretim kalitesini yükseltmiş ve kaliteli eleman yetiştirilmesini sağlamıştır. b. İktisadi Hayat : Türkiye Selçukluları hakim oldukları bölgelerde siyasi birliği ve huzuru sağladılar. Bu da ülkede ekonomik hayatın canlanmasına ve gelişmesine neden olmuştur. Türkiye Selçuklularının ekonomik faaliyetleri tarım, sanayi ve ticaret olmak üzere üç başlık altında incelenebilir. Türkiye Selçuklularında sanayi büyük ölçüde esnaf teşkilatları (Ahiler) tarafından organize ediliyordu. Dericilik, halıcılık, kilimcilik ve diğer dokumalar daha çok ahilerin ilgi alanına giriyordu. • Anadolu'nun Doğu-Batı, Güney-Kuzey ticaret yolları üzerinde bulunması ve kıtaları birbirine bağlaması • Gümrük vergilerinin hafifletilmesi Anadolu'da ticaret II. Kılıç Arslan'dan itibaren gelişmeye başlayarak I. Alaeddin Keykubat döneminde en üst seviyeye çıktı. Moğol istilasından sonra ticaret faaliyetleri zayıfladı. Ancak Sivas, Kayseri ve Konya gibi merkezler ticari önemlerini korudular. Türkiye Selçuklularının yıkılmasından sonra siyasi ve iktisadi merkezler Marmara çevresine taşındı, kervan ticareti eski önemini kaybetti. Beylikler döneminde, Batı Anadolu'daki Türk beylikleriyle Avrupalılar arasında ticari ilişkiler devam etti. Moğollar da Akdeniz ülkeleriyle ticari faaliyetlerini devam ettirdiler.
Dil: Türkiye Selçukluları, zamanında bilim dili Arapça, devlet ve edebiyat dili Farsça idi. Selçuklu Sultanları ve aydınları özellikle Fars edebiyatına önem veriyordu. Bu dönemde edebiyat ve devlet dili olarak Türkçe saraydan uzak tutulmaktaydı. Bu durum Türk dilindeki gelişmenin yavaşlamasına neden olmuştur. Edebiyat ve resmi dilin Farsça olmasının nedeni; Türklere İslâmiyet'in İran yoluyla geçmesi, iki ülke arasında sıkı ilişkilerin kurulması, İran'dan aydın ve idarecilerin gelmesi ve Farsça'nın işlenmiş bir dil olmasıdır. Beylikler döneminde Karamanoğlu Mehmet Bey Türkçeyi resmi dil ilan etti (1277). Bu olay "Dil Bayramı" olarak kutlanmaktadır. XIII. yüzyılda Anadolu'da Türk dili gelişti. Şeyyad Hamza, Yunus Emre ve Sultan Veled Türkçe şiirler yazdılar. Anadolu'da Türkçenin gelişmesinde Moğolların büyük payı oldu. Edebiyat: Anadolu'da Türk Edebiyatı XIII. yüzyıl ve sonrasında en parlak çağını yaşadı. Selçuklular dönemindeki edebi akımlar, Halk Edebiyatı, Tasavvuf Edebiyatı ve Divan Edebiyatı diye gruplandırılır. Selçuklu Sultanları ve Anadolu beyleri ilmi ve edebi çalışmalara destek oldular, yurdun her tarafına yayılmasına çalıştılar. Moğol istilasından dolayı batıya göç eden birçok, bilgin ve edebiyatçı Anadolu'ya gelerek bilim ve fikir hayatının gelişmesine katkıda bulundular. Mevlana, Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Nesimî, Hoca Dehhani, Yunus Emre ve Ahmedî gibi ünlü edebiyatçılar yetişmiştir. Dönemin önemli eserleri ise, Mesnevi, Divan-ı Kebir, İskendemâme, Battal Gazi ve Danişment Gazi Destanlarıdır.
Bilim: Anadolu'da ilk medrese XII. yüzyılın ilk yarısında Danişmentoğulları tarafından Niksar'da kuruldu. Türkiye Selçuklularında ise ilk medrese II. Kılıç Arslan tarafından Konya ve Aksaray'da kuruldu. Anadolu'da güvenliğin sağlanması ve ekonomik durumun iyileşmesine paralel olarak diğer hükümdarlar zamanında da medreselerin inşasına devam edildi. Sanat: Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminde Türk sanatı önemli bir gelişme gösterdi. Bu dönem sanatının temeli daha önceki Türk - İslâm devletlerine dayanıyordu. Anadolu'ya bu devletlerin sanatını taşıyan Türkiye Selçukluları yaptıkları katkılarla Türk sanatını zirveye çıkardılar. Ayrıca Anadolu'da eski gelişmelerden de yararlandılar. Anadolu'da mimari alanda birçok eser ortaya konuldu. Bu eserlerde insan ruhuna, beden yapısına tabiat ve sosyal şartlara önem verildi. Anadolu Türk mimarisi, dini, sivil ve askeri mimari diye üçe ayrılabilir;
1. Camiler: Türklerin Anadolu'da yaptıkları mimari eserlerin ilk örneğini camiler teşkil eder. Bunların en önemlileri; Konya ve Niğde'deki Alaeddin Camii, Sivas ve Malatya Ulu camileri, Saltukoğullarından kalan Erzurum Ulu Camii, Mengüceklerden Divriği Ulu Camii, Danişmentlilerden kalan Kayseri Ulu Camii Artuklulardan kalan Mardin Ulu Camii gibi eserlerdir. 3. Medreseler: Bir toplumun kültür seviyesini gösteren önemli delillerden birisi de okullardır. Türkiye Selçukluları zamanında her şehirde bir ya da daha fazla medrese bulunuyordu. Bu da eğitime ne kadar önem verildiğini ortaya koymaktadır. Selçuklularda özellikle tıp alanında öğrenim yapan medreseler ve hastaneler oldukça yaygındı. En ünlü Selçuklu medreseleri Konya, Kayseri, Tokat, Amasya, Erzurum ve Niğde'de kuruldu. Konya'da Karatay ve İnce Minareli, Kırşehir'de Caca Bey, Afyon'un Çay ilçesindeki Çay Medresesi kapalı tip medreselere örnektir. Açık tip medreselere ise, Konya Sırçalı, Sivas'ta Şifaiye, Gök Medrese, Çifte Minareli, Kayseri'de Hunat Hatun, Hatuniye, Tokat'ta Gök Medrese örnektir. 5. Külliyeler: Külliye, cami ile birlikte kurulan medrese, kütüphane ve hastane gibi yapıların bütünüdür. Selçukluların ilk külliyesi Kayseri Hond (Hunat) Hatun Külliyesi'dir. Anadolu'da en eski külliye ise Mengüceklerden kalan Divriği Külliyesi'dir. Tekke ve Zaviyeler de dini mimari arasında sayılır. Bu yapılara Tokat Sünbül Baba, Konya Sırçalı Ata Tekkesi ve Konya Sahip Ata Hankahı örnek olarak gösterilebilir.
Sivil Mimari
Kervansaraylarda yolcular için yataklar, hayvanları için ahırlar, ticaret malları için mekanlar yanında hamam ve mescid gibi, bölümlerde bulunuyordu. Anadolu'da ilk kervansaray II. Kılıç Arştan zamanında Aksaray-Kayseri yolu üzerinde Alay Han'dır. Sivil mimarinin bir başka örneği de Darüşşifalardır. Günümüzün hastaneleri olan Darüşşifalar Selçuklu medreselerinin planına benziyordu. Kayseri Gevher Nesibe Darüşşifası Anadolu'nun en büyük darüşşifasıdır. Bunlar haricinde hanlar, çarşılar, köprüler, çeşmeler ve evler sivil mimariye örnek gösterilebilir.
1. Çinicilik: Süslemede kullanılan bu sanat dalı Konya merkezli gelişti. Çini sanatındaki gelişme Osmanlı döneminde zirveye ulaştı. 2. Resim ve Heykel: Türk - İslâm devletlerinde minyatür türünde resim gelişti. Anadolu'da Türkler şehirlerin surlarını ve büyük binaları heykel ve kabartmalarla süslediler. 3. Kitap Sanatı: Anadolu'da gelişen en önemli kitap sanatları hat, tezhip ve cilt sanatıdır. 5. Ağaç, Taş ve Maden İşlemeciliği: Anadolu'da yapılan minber, mihrap, kapı, pencere, Kur'an-ı Kerim rahleleri, mezar kitabeleri ağaç ve taş işlemeciliğinin başlıca güzel örnekleridir. İşlenmiş altın ve gümüşler ise maden işlemeciliğine örnek gösterilebilir. Türkiye Selçuklu ordusunun başkumandanı Beylerbeyi veya Emirül-Ümerâ unvanı taşırdı. Ordu kumandanlarına subaşı, sipehsâlar, serleşker denirdi. Bunlar aynı zamanda bulundukları mıntıkaların emniyet ve asayişini sağlamakla da meşgul olurdu. Türkmen kuvvetlerinin başında ise beyler bulunurdu. Selçuklularda donanma kumandanlarına Reis’ül-Bahr veya sahillerin kumandanı anlamında Meliküs-Sevâhil denirdi. Donanma kumandanlarına ayrıca Emîr-i Sevâhil de denilmiştir Süryani, Ermeni ve Rumlar; Bizans idaresine karşı Selçukluları tercih etmiştir. Türkiye Selçukluları, Anadolu'da yaşayan gayrimüslimlere, Müslüman halka bir zarar vermedikleri sürece müsamaha ile davranmışlardır. Bizans’ın baskısından bıkan Hristiyanlar artık Türklerin hâkimiyeti altında yaşamaktan memnun olmuştur. Selçukluların Anadolu’da sağladığı huzur ortamı, bölgedeki farklı din ve kavimlerin uyum içinde yaşamalarını ve ortak bir kültürün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Türkiye Selçukluları zamanında Anadolu’da gelişen Türk İslam medeniyeti doğudan gelen bilim ve sanat adamlarıyla da kuvvetlenmiştir. Doğudan gelen âlim ve sanatkârlar, özellikle Anadolu’da büyük mutasavvıf ve düşünürler yetişmesini sağlamıştır.
1.5. HAÇLI SEFERLERİ VE SONUÇLARI (1096-1270) SEBEPLERİ
-Hıristiyanların kutsal kabul ettikleri Kudüs’ü Müslümanlardan almak istemeleri. -Papa’nın ve Kluni tarikatının Hıristiyanları bu seferler için teşvik etmeleri. -Papa’nın Ortodokslar üzerinde hakimiyet kurmak istemesi. -Din adamlarının seferlerin başarılı olacağına dair güvence vermeleri. -Türklerin Anadolu’yu ele geçirmelerinden sonra Bizans’ın Papa’da ve Avrupa’dan yardım istemesi. -Hıristiyanların zengin doğu ülkelerini ele geçirmek istemeleri. -Toprak sahibi olmayan derebeylerin toprak sahibi olma düşüncesi.
Uzun bir sürece yayılan Haçlı Seferleri İslam dünyasını hedef almıştır. Sonuçları itibariyle de günümüze kadar etkileri görülen önemli tarihî bir gelişmedir. XI. Yüzyılın sonlarında başlayan bu seferler, aralıklarla XIII. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Haçlılara karşı Anadolu’da mücadeleye girişen ilk devlet, Türkiye Selçukluları olmuş diğer beylikler ve topluluklar da bu mücadelelerde Selçukluları desteklemiştir. Her sınıftan insanın katıldığı öncü sefer 1096’da başlamıştır. Keşiş Pierre l’Hermitt’in (Piyer Lermit) çağrılarıyla çoğunluğu asker olmayan binlerce kişi bu sefere katılmıştır. Düzenli birliklerden önce Fransızlar, Almanlar ve İtalyanlardan oluşan kalabalık bir kuvvet toplanmıştır. Macar ve Bizans topraklarında birçok yağma ve tahripte bulunan bu öncü kuvvet, 1 Ağustos 1096’da İstanbul’a ulaşmıştır. İstanbul’a ulaşan bu Haçlı kuvvetlerinin taşkınlıkları, Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’u tedirgin etmiştir. Haçlılar, öncü seferden itibaren Ortodokslara yardım etmeyi değil Bizans üzerinde kendi hâkimiyetlerini kurmayı istemiştir. Haçlıların gerek seferin başında Musevilere gerekse kendi dindaşlarına karşı giriştikleri katliamlardan sonra başlayan çapulcu davranışları, Bizans topraklarında tam bir yağmaya dönüşmüştür. Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan, kardeşi Davud Kulan Arslan’ı Haçlıları durdurmakla görevlendirmiştir. İznik yakınlarındaki ormanlarla kaplı Drakon adlı bir vadide Haçlı ordusu, Türkiye Selçuklu kuvvetleri tarafından pusuya düşürülmüş ve Haçlıların büyük bir kısmı imha edilmiştir. Öncü Haçlı kuvvetlerinden sonra yola çıkan asıl Haçlı kuvvetleri ise 1096 sonbaharından itibaren İstanbul’da toplanmaya başlamıştır. İmparator Aleksios ile Haçlılar arasında bir antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmaya göre Haçlılar, Türklerden alacakları eski Bizans topraklarını Bizans’a teslim edecektir. Bizans da buna karşılık Haçlıların ihtiyaçlarını karşılayacak ve Anadolu topraklarında Haçlılara rehberlik yapacaktır. İmparator, öncü kuvvetlerin İstanbul’da yaptığı tahribattan dolayı, gelen Haçlıları İstanbul’da bekletmeyerek derhâl Anadolu’ya geçirmiştir. Anadolu’ya geçen bu kuvvetler, burada da yağma ve katliamlar yapmış ve İznik’i hedef almıştır.
HAÇLI SEFERLERİ (1096-1270)
I. Haçlı seferi ile Anadolu’ya gelen Haçlılar I. Kılıçarslan tarafından büyük kayıplara uğratıldılar. Buna rağmen Haçlılar Antakya, Urfa gibi şehirleri ele geçirdikten sonra Kudüs’ü ele geçirdiler. II.Haçlı seferi Musul Atabeyi İmadettin Zengi’nin Urfa’yı alması üzerine yapılmıştır. Fakat Haçlılar başarılı olamamışlardır. III.Haçlı seferi ise Eyyubi hükümdarı Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kralını Hıttın Savaşı (1187)’nda yenilgiye uğratarak Kudüs’ü ele geçirmesi üzerine yapılmıştır. Haçlılar bu seferde de başarılı olamamışlardır. IV. Haçlı seferi ise Suriye üzerine yapılacakken hedef değiştirmiş ve İstanbul üzerine yapılmıştır. Latinler İstanbul’u ele geçirmişler ve burada Latin krallığını kurmuşlardır. İstanbul’dan kaçan Bizans soyundan olanlar biri İznik diğeri de Trabzon'’a olmak üzere iki krallık kurmuşlardır. 5.6.7. ve 8. Haçlılar başarılı olamadılar.7. ve 8. seferler Mısır üzerine yapılmış ve Fransa kralının ölümü ile seferler sona ermiştir.
SONUÇLARI -Papa’ya ve kiliseye güven azalmıştır. -Avrupa’da Derebeylik rejimi zayıflamıştır. -Akdeniz limanları doğu-batı ticareti sayesinde canlanmıştır. -Hıristiyanlar müslümanlardan pusula, kağıt, barut, matbaa gibi teknik araç ve gereçleri almışlardır. -Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devleti yıpranmıştır. -Başta Anadolu olmak üzere Müslümanların elinde bulunan Suriye ve Filistin gibi topraklardaki halk, bu seferlerden zarar görmüştür. 1.6. Anadolu’da Moğol tehlikesi
İlk Türk beylikleri ortak hedefler doğrultusunda ve çevrelerindeki düşmanlar karşısında zaman zaman birlikte hareket etmiştir. Türkiye Selçukluları ile Danişmentliler, Haçlıların Anadolu’yu hedef aldığı dönemde Anadolu’nun savunmasını birlikte üstlenmiştir.
Selçuklu-Harzemşah-Moğol İlişkileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde Türkler, Anadolu’da Bizans ve Haçlılar ile mücadele ederken doğuda da Moğol tehlikesi belirmiştir. Anadolu’nun Moğol işgaline uğraması ihtimaline karşı bazı tedbirler alan I. Alâeddin Keykubad; Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlerin surlarını ve sınır kalelerini yeniden inşa ettirmiştir. Ayrıca I. Alâeddin Keykubad, Abbasi halifesinin Moğol tehlikesine karşı yardım isteğini geri çevirmemiş ve Bağdat’a 5 000 kişilik bir kuvvet göndermiştir. Sultan I. Alâeddin Keykubad, Moğolların dünya için büyük bir tehlike olduğunu ve onların durdurulması için herkesin birlikte mücadele etmesi gerektiğini düşünmüştür. Bu amaçla Harzemşahlara ittifak teklif etmiştir. Buna karşın Anadolu ve Suriye sınırlarına gelen ve buralara yerleşmek isteyen Celâleddin Harzemşah, Eyyûbilerin elindeki Ahlât’ı kuşatmıştır. Bu kuşatmayı Anadolu için bir tehdit olarak algılayan Sultan I. Alâeddin Keykubad harekete geçmiş ve iki ordu Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen’de karşı karşıya gelmiştir. Bu savaşı Türkiye Selçukluları kazanmış ve Harzemşahlar yıkılma sürecine girmiştir. Moğollara karşı savaşı geciktiren bir siyaset takip eden Alâeddin Keykubad, Moğolların Anadolu’ya girmelerini engellemeye çalışmıştır. Moğol İstilasının önünden kaçarak Anadolu’ya gelen Oğuzların artık kontrol altında tutulamaması toplumsal dengeyi bozmuştur. Bu durum, Anadolu’da geniş bir alana yayılan Bâbailer Ayaklanması’na neden olmuştur. Yesevîlik tarikatına bağlı olan ve inançlarını Anadolu’da yaymaya çalışan Baba İlyas, Türkiye Selçuklu Devleti tarihindeki en büyük isyan hareketine öncülük etmiştir. Baba İlyas’ın ölümünden sonra onun müritlerinden olan Baba İshak, büyük bir Türkmen zümresini etrafında toplamış ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in dine aykırı hareket ettiğini bahane ederek onun aleyhinde propagandaya başlamıştır. Bu propagandalar sonucunda Anadolu’nun doğusunda başlayan isyan, kısa sürede geniş bir bölgeye yayılmıştır Türkiye Selçuklu ordusunun tekrar toparlanarak isyancılar üzerine büyük bir sefer düzenlenmesi ile isyan ancak bastırılabilmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti’ni güçsüz duruma düşüren Bâbailer Ayaklanması sonucu, devlet yönetimi zayıflamış ve bu zafiyet Moğollara, Anadolu’nun istilası yolunda umut vermiştir.
Moğollar Anadolu’da Moğol İstilası, 1221’den itibaren batı yönünde gittikçe yoğunlaşmış ve Anadolu coğrafyası için bir tehdit hâline gelmiştir. Daha önce Moğollardan kaçarak Horasan, İran ve Azerbaycan’a gelen Türkmenler, kitleler hâlinde Anadolu’ya göç etmeye başlamıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nde bazı devlet adamları, sultanın değiştirilmesinde bile rol oynayacak kadar güçlenmiştir. I. Alâeddin Keykubad, yaklaşan Moğol tehlikesi öncesinde devlet içindeki otoritesini sağlamak için emirlerin bazılarını ortadan kaldırmış ve onların mallarını devlet hazinesine katmıştır. Ticari faaliyetlere zarar veren Ermeniler de itaat altına alınmıştır. Moğol baskısının hissedilmeye başlandığı dönemde, Türkiye Selçukluları ile Moğollar arasında Harzemşahlar tampon bir devlet konumundadır. 1230 Yassıçemen Savaşı ile Harzemşahların ortadan kalkması, Anadolu tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaştan sonra I. Alâeddin Keykubad, bazı Harzemşahlıları da Selçuklu Devleti’nin hizmetine almıştır. Moğol tehlikesi karşısında onlardan da yararlanmayı amaçlayan Sultan’ın bu hareketi, Selçuklu devlet adamları arasında hoşnutsuzluğa neden olmuştur.
Kösedağ Savaşı Türkiye Selçuklularının Yassıçemen’deki başarısından dolayı Moğollar, Sultan Keykubad’a karşı tedbirli davranmaya devam etmiştir. Ancak I. Alâeddin Keykubad’ın 1237’de ölümü ve tahta II. Gıyâseddin Keyhüsrev’in geçmesinden sonra devlet bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Selçukluların Babailer Ayaklanması’nda zayıf duruma düştüğünü gören Moğollar, harekete geçerek Anadolu’ya girmiştir. Erzurum’un yağmalanması ve halkın büyük kısmının kılıçtan geçirilmesi, Türkiye Selçukluları ile Moğollar arasında bir savaşı kaçınılmaz hâle getirmiştir. Bu durum karşısında II. Gıyâseddin Keyhüsrev, Moğollara karşı müttefik arama yoluna gitmiştir. Moğolların, bölgenin tamamına zarar vereceğini belirten Sultan, ortak düşman karşısında Müslüman veya Hristiyan herkesin kendisine destek vermesini istemiştir. Hazırlıklardan sonra Kayseri’de, temelini Selçukluların oluşturduğu ve Gürcü-Frank paralı askerlerinin de katıldığı yaklaşık 80 000 kişilik bir ordu toplanmıştır. Halep melikinin gönderdiği 3 000 kişilik bir kuvvet de Sivas’ta bu orduya katılmıştır. Moğolların Sivas üzerine yürümesi ile karşı harekete geçen II. Gıyâseddin Keyhüsrev, Erzincan ile Sivas arasında bulunan Kösedağ mevkinde ordugâhını kurmuştur. 1243’te yapılan bu savaşta Selçuklular ağır bir mağlubiyet almıştır. Savaş sonunda Sultan ordusunu bırakarak savaş alanından kaçmış, devlet hazinesi ve ordunun bütün techizatı Moğolların eline geçmiştir. Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu’da ilerlemeye başlayan Moğollar, Baycu Noyan idaresinde Sivas’a girmiş ve şehri yağmalamıştır. Buradan Kayseri’ye ilerleyen Moğollar, bu önemli ticaret merkezini de yağmaladıktan sonra geri dönmüştür. Savaştan sonra Selçuklu veziri Moğollarla anlaşma yapmış ve Moğollar, Türkiye Selçuklularını vergiye bağlamıştır. Anadolu’daki Moğol Dönemi; Kösedağ yenilgisi ile başlamış ve Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu sonrasına, yaklaşık 1340’lara kadar sürmüştür. İran kökenli olan Selçuklu devlet adamları, devlet idaresinde Moğol temsilcisi gibi davransa da Türkmen beylerinin direnişi, bölgedeki Moğol gücünün kırılmasında etkili olmuştur. IV. Kılıç Arslan ile Vezir Süleyman Müineddin Pervane arasındaki çekişmelerde de Moğollar, Pervane’yi desteklemiş ve IV. Kılıç Arslan, 1266’da Pervane tarafından öldürülmüştür. Üç yaşında tahta geçirilen III. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında hâkimiyet tamamen Pervane’de olmuştur. Pervane, Moğollar ile Memlûkluları birbirine düşürerek Anadolu’yu Moğol baskısından kurtarmak istemiştir. Baybars ise bu oyuna gelmemiş ve Anadolu’dan ayrılmıştır. Elbistan Savaşı’nın intikamını almak için 30 000 kişilik bir kuvvetle Anadolu’ya giren Moğol hükümdarı Abaka Han yaklaşık 200 000 insanı öldürmüş ve Pervane’yi idam ettirmiştir. Bundan sonra ise Anadolu’da Moğol İstilası’nın etkisi daha fazla hissedilmeye başlanmıştır. Bu dönemde Türkmenler, Anadolu’da dikkat çekmeye başlamıştır. Moğol zulmüne karşı ilk tepkiler, şeyh ve dervişler tarafından cihat fikriyle organize edilen Türkmenlerden gelmiştir. Çok geçmeden isyana dönüşen bu tepkilerin ilk örneği Hatiroğlu Şerafeddin Bey’in 1276’daki Moğollara isyanıdır. Bu isyanda Karamanoğlu I. Mehmed Bey, Hatiroğlu Şerafeddin Bey’e destek vermiştir.
MOĞOL İSTİLASI SONRASI ANADOLU’NUN SİYASİ VE TOPLUMSAL DURUMU Moğol İstilası sonrasında Türkmenlerin Anadolu’ya göçleri daha da yoğunlaşmıştır. Bölgenin sosyal, iktisadi, dinî ve idari yapısında önemli değişiklere neden olan Türkmen göçleri, Anadolu’daki sosyal ve politik hayatı derinden etkilemiştir. Batı yönünde ve dalgalar hâlinde ilerleyerek Anadolu’ya giren Türkmenler, Anadolu’nun batısında Bizans ve doğusunda da Moğollarla mücadelede çok önemli vazifeler üslenmiştir. Yarı göçebe bir hayat süren bu grupları, iç düzenlerinde sorun çıkarma ihtimali sebebiyle Selçuklular sınır boylarına göndermiştir. Böylece uçlarda gaza ideolojisi dâhilinde Bizans’a karşı akınlar düzenleyen yeni siyasî gruplar ortaya çıkmıştır. Kösedağ Savaşı sonrası Türkiye Selçukluları yıkılış sürecine girmiş ve Anadolu’da Moğollar etkili olmaya başlamıştır. Miryokefalon Zaferi’yle Anadolu’nun Türkleşmesi kesinleşmiş ve bölgenin sosyal yapısı değişmeye başlamıştır. Yerleşik yaşam tarzının, devlet teşkilatlanmasındaki önemi kabul edilmiş ve Türkmenlerin yerleşik hayata geçmeleri için çalışılmıştır. Boy yapısı içerisinde nüfuzlarını korumak için yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmenler, batıdaki uçlara doğru yönlendirilmiştir. Kösedağ Savaşı sonrasında da İkinci Beylikler Dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönem XIII. Yüzyılın ikinci yarısında Karamanoğullarının faaliyetleri ile başlamış ve XVII. yüzyılın başlarına yani Ramazanoğulları topraklarının Osmanlı Devleti’ne dâhil edilmesine kadar devam etmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti’nde siyasi bütünlüğün parçalanmasına sebep olan Moğol İstilası, parçalanmayı ve bu beyliklerin kuruluşunu sağlayan başlıca sebep olmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılma sürecine girmesiyle birlikte, Türkmen beyleri, Selçuklu otoritesinin kaybolduğu bölgelerde merkezî otoritesi zayıflayan Bizans’ın da durumundan faydalanarak müstakil ya da yarı müstakil hâlde devletçikler şeklinde teşkilatlanmıştır. Anadolu’da Karamanoğulları, Candaroğulları, Germiyanoğulları, Canikoğulları, Hamitoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Eşrefoğulları, Teke Beyliği, Karesioğulları, Eratnalılar, Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları, Kadı Burhaneddin Devleti gibi irili ufaklı birçok siyasi teşekküller kurulmuştur Bu beylikler, Moğol hâkimiyetine karşı her yerde ve her zaman yılmadan mücadele etmiştir. Moğolların Anadolu’da tam bir hâkimiyet kurmasını engelleyen İkinci Dönem Türk Beylikleri olmuştur. Moğol İlhanlı Devleti’nde Ebû Said Bahadır Han’ın 1335’te varis bırakmadan ölümü sonrasında ise Anadolu üzerindeki Moğol baskısı ve tehdidi tamamen kalkmıştır Bununla birlikte Anadolu’da Türk varlığının devamını ancak siyasi bütünlüğün sağlanmasında gören Osmanlı Beyliği, kuruluştan itibaren politikasını Anadolu Türk beyliklerini kendi hâkimiyetleri altında birleştirmek üzerine kurmuştur.
Moğollar Sonrası Anadolu’da Mutasavvıflar Moğol baskısının artmasıyla birlikte Türkiye Selçuklularının Anadolu’da kurduğu siyasi, sosyal ve ekonomik düzen bir kargaşaya dönüşmüş ve huzur ortamı bozulmuştur. Siyasi otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde halk, tasavvuf ehli manevi otoritelere sığınmaya başlamıştır. Anadolu coğrafyasında tarikatlar halk üzerinde büyük etkiye sahip olmuştur. Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre gibi âlimler, açtıkları tekke ve zaviyeler ile kurdukları vakıflarla geniş halk kitleleri üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Anadolu’da yayılan tasavvufi akımlar, zamanla birbiriyle etkileşime girmiş ve bazıları güçlenerek geniş halk kitleleri arasında yayılırken bazıları da zamanla kaybolmuştur. Bu bağlamda Anadolu’da sosyal huzurun sağlanmasında Mevlevîlik çok önemli bir yer tutmuştur. Moğol İstilası’yla Horasan ve civarındaki unsurlar, Anadolu’daki merkezlere gelerek buraların ilmî gelişiminde etkili olmuştur. Horasan’ın Nişabur şehrinde doğup yetişen ve daha sonra Anadolu’ya gelen Hacı Bektâş-ı Velî, Anadolu’da Suluca Karahöyük’e yerleşmiştir XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ankara, Kırşehir, Konya, Kayseri gibi Anadolu’nun kültür merkezleri, aynı zamanda Bektâşiliğin de ilk merkezleri olmuştur. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi sürecinde özellikle Moğol İstilası sonrasında önemli bir rolü olan Hacı Bektâş-ı Velî kalıcı izler bırakmış ve etkileri yüzyıllar boyunca geniş toplum kesimleri üzerinde hissedilmiştir. Millî ve İslami değerleri birlikte yansıtan şiirleriyle Yunus Emre, XIII. yüzyılın karışıklıklar içerisindeki Anadolu insanında hayranlık uyandırmış ve sosyal huzurun sağlanmasına hizmet etmiştir. Yunus Emre ile birlikte Anadolu’da Türkçe, Türk edebiyatı ve tasavvufi Türk şiiri daha XIV. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Yunus Emre’nin farkı, şehir merkezlerinde yaşayan ve Farsça bilen zümrelere hitap eden eserler yanında, Türkçe konuşan halk tabakasına tasavvufu sevdirmiştir. İkinci Ünite
2. ÜNİTE
2.1. KURULUŞ DÖNEMİ GELİŞMELERİ 2.1. AŞİRETTEN BEYLİĞE
2.1.2. 14.YÜZYIL BAŞLARINDA YAKINDOĞU VE AVRUPA
Osmanlılar tarih sahnesine çıktıklarında Yakındoğu ‘da Türkiye Selçuklu Devleti, İlhanlılar, Altınorda, Memlükler ve Bizans vardı. Bizans’ın dışında Balkanlarda Bulgarlar, Sırplar ve Arnavutlar vardı.Bunun dışında Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Macar krallığı, Bosna ve Hırvat krallıkları daha batıda Avusturya krallığı, Venedik ve Ceneviz vardı.
Anadolu’da Siyasi Durum Anadolu’da Türkiye Selçuklu Devleti (İlhanlı egemenliği altındaydı), Bizans İmparatorluğu, Trabzon Rum İmparatorluğu ve Anadolu Beylikleri vardı. Dolayısıyla Anadolu’da siyasi bir birlik yoktu.
2.1.2 Osmanlı Beyliğinin Kuruluş Süreci
Oğuzlar Üçok ve Bozok diye ikiye ayrılır. Bozoklar Gün, Ay, Yıldız Han olmak üzere, Üçoklar da Dağ, Gök ,Deniz Han olmak üzere ayrıca üçe ayrılır. Osmanlı Devletini kuran Kayılar Gün Han kolundan gelirler. 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu Türk Birliği bozulmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin siyasi otoritesi zayıflamıştır. Türkiye Selçuklu hükümdarı III. Alaeddin Keykubat’ın İlhanlılar tarafından tahttan indirilmesi üzerine beylik 1299 yılında bağımsızlığını ilan etti.
2.1.3. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUYLA İLGİLİ GÖRÜŞLER
Osmanlı Beyliği’nin kurucularının; menşei, hangi boya mensup oldukları, Anadolu’ya ilk ne zaman geldikleri, hangi yörelerde yaşadıkları ve hatta beyliğin tam olarak ne zaman ve nerede kurulduğu hâlâ tartışma konusudur. Bunun en büyük nedeni Kuruluş Dönemi kaynaklarının yetersizliğidir. Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu anlatan ilk kaynakların, kuruluştan yaklaşık bir asır sonra kaleme alınması, dönemin aydınlatılmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle gerek hanedanın ortaya çıkışı gerekse beyliğin kuruluşu konularında tarihçiler, başta Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgeleri olmak üzere mevcut bilgilerden hareketle birtakım çıkarımlar ortaya koymuştur
Osmanlı tarihinin kaynakları, kütüphane ve arşiv kaynakları olmak üzere iki temel kaynak grubundan oluşur. İlk iki yüzyıl yani XIV ve XV. yüzyıllar için her iki kaynak grubu da oldukça yetersizdir. Bu durum bize, Osmanlıların bizzat yaptıkları veya içinde bulundukları tarihî olayları, zamanında kayıt altına almadıklarını hatırlatır. Kuruluşu II. Murad, gelişmesi II.Mehmed ve yükselişi II. Bayezid dönemleri olarak kabul edilen Osmanlı tarihçiliği, II. Bayezid Dönemi’nden itibaren yeni bir ivme kazanmış gerek nicelik gerek nitelik gerekse tür olarak yükselişini sürdürmüştür. Bizans tarihçileri Pachymeres (Pakimires), Nikephoros (Nikeforos) ve Kantakouzenos (Kantakuzen) ile Arap gezgin, coğrafyacı ya da tarihçileri İbn-i Batuta, el-Ömerî, İbn-i Said ve İbn-i Haldun’un bıraktıkları eserler döneme ışık tutmaktadır. Fakat bu bilgiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yazmak için yeterli değildir. Osmanlı Beyliği’ni kuran hanedanın menşeine dair iki farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan ilki; Ertuğrul Gazi’nin babasının Süleyman Şah olduğu yönündeki rivayettir. İkincisi ise babasının Gündüz Alp olduğu yönündeki genel kabul gören görüştür. Aşıkpaşazâde, Neşrî ve Oruç Bey gibi tarihçiler, Ertuğrul Gazi’nin babasının Süleyman Şah olduğunu ve onun Fırat Irmağı’nı geçerken boğulduğunu, Caber Kalesi’ne defnedildiğini belirtmiştir. Bu anlatıyla Osmanlıların kökleri, Anadolu’nun Fatihi Türkiye Selçuklularının kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a dayandırılmak istenmiştir. Ancak son araştırmalar, göstermektedir ki Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp’tır. Ahmedî, Enverî, Ruhi Çelebi ve Karamanî Mehmet Paşa gibi kişiler de bunu teyit eden şecereler hazırlamıştır. Ertuğrul Gazi’nin büyük oğlunun isminin Gündüz olması da bunu desteklemektedir. Belki de Süleyman Şah Efsanesi; Osmanlıların, Türkiye Selçuklularına vâris olduğunu kanıtlamak için ortaya atılmıştır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre Osmanlılar; Oğuzların, Bozok Kolu’na bağlı Günhan Soyu’nun Kayı Boyu’na mensuptur. Osmanlılar, Kayı Boyu’na mensup olduklarını en yoğun şekilde II. Murad zamanında vurgulamaya başlamıştır.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu üzerine çalışmalar yapan tarihçilerin ileri sürdüğü nazariyeler farklılık göstermektedir. Özellikle Paul Wittek (Vitek), Mehmet Fuat Köprülü ve Halil İnalcık, beyliğin kuruluşu ile ilgili önemli teoriler ortaya atmışlardır. Genel kabul gören anlayışa göre Osmanlı Beyliği, Batı Anadolu’da, Bitinya denilen bölgede kurulmuştur. Paul Wittek, nazariyesinde, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu “Gaza Tezi” ile açıklamıştır. Wittek’in 1937’de Londra Üniversitesi’nde açıkladığı bu teze göre Osmanlı Devletiʼnin görkemli yükselişinin gerçek sebebi gazadır. İslam’ın sınırlarını genişletmek çabası olan gaza ile devlet askerî fetihlerle ganimet elde etmeyi amaçlamıştır. Ayrıca Wittek, Osman Bey’i Oğuz Kağan’a bağlayan şecerenin, II. Murad zamanında hanedan siyaseti doğrultusunda oluşturulduğunu ve Osmanlıların, Kayı Aşireti ile de alakası bulunmadığını iddia etmiştir. Osmanlı Devleti’nin doğuşunu XIII. yüzyıl Anadolu tarihinin bir parçası olarak ele alan Mehmet Fuad Köprülü, “uç”lara özgü yapı üzerinde durmuştur. “Bir aşiretten cihangirane bir devlet çıkardık” anlayışına karşı çıkan Köprülü’ye göre Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda sadece fetih ve ganimet elde etme amaçlı seferler etkili olmamıştır. Ona göre beyliğin kuruluşu basit bir şekilde ortaya koyulamayacak kadar karışıktır ve farklı etkenlerin açıklanması ile ortaya konabilecek tarihî bir gelişmedir. Halil İnalcık, Paul Wittek’in tezini kabul etmekle birlikte yetersiz bulmuştur. İnalcık’a göre gaza Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda önemli bir yer tutar, fakat beyliğin kuruluşunu sadece gazaya bağlamak konuya tek boyutlu bakmaktır. İnalcık, uçlardaki sosyal değişime dikkat çekmiştir. XIII ve XIV. yüzyılda meydana gelen bu köklü sosyal değişimin temel sebebi Moğolların yönetimine girmek istemeyen Türkmenlerin göçleri ve bölgede buna bağlı oluşan nüfus baskısıdır. Bizans sınırında gaza ideolojisiyle donanmış bu nüfus potansiyeli, iyi yönlendirilmiş ve yeni bir Türk Beyliği’nin doğuşunu sağlamıştır.
2.2. BEYLİKTEN DEVLETE
OSMANLI-BİZANS İLİŞKİLERİ
Osmanlı Beyliği’nin kurulup gelişmesinde, kurulduğu coğrafyanın etkisi büyüktür. Osmanlı beyleri, beyliğin Bizans sınırında kurulmasının getirdiği siyasi ve sosyal avantajları iyi değerlendirmiştir. Bu dönemde Bizans, siyasi ve askerî yönden zayıflamış, taht kavgaları nedeniyle de merkezî otoritesini kaybetmiştir. Merkezden uzak tekfurlar, Bizans’a bağlı gibi görünse de kendi başlarına hareket etmeye başlamış, bu durum kuruluş aşamasındaki Osmanlı Beyliği’nin büyümesini kolaylaştırmıştır. Osman Bey, ilk zamanlarda Ertuğrul Gazi’nin Rum tekfurlarıyla iyi geçinme siyasetine devam etmiş ve bu sayede beyliği güçlendirmeyi amaçlamıştır. Osmanlıların kurulduğu Bitinya Bölgesi’nde, Bilecik ve İnegöl tekfurları ön plana çıkmıştır. Kayılar, yaylak ve kışlakları arasında gidiş geliş yaparken İnegöl tekfurunun topraklarını kullanmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden Osmanlılar, sorun yaşadıkları İnegöl tekfuruna karşı Bilecik tekfuru ile iyi geçinmeye çalışmıştır. Osman Bey, gelişigüzel bir fetih yolu takip etmemiş ve fetihlerini iki aşamada gerçekleştirmiştir. Öncelikle fethetmek istediği bölgenin yollarını ve çevresini kontrol altına almış ve tepki çekmeden hedefini çevrelemeye çalışmıştır. İkinci aşamada ise asıl hedef, üzerine gitmiş ve bölgenin fethedilmesini sağlamıştır. Fetihlerden önce bölge halkı ile doğrudan irtibata geçmiş ve onlara Osmanlı yönetimini benimsetmeye çalışmıştır. XIV. yüzyılın başlarında Bizans İmparatorluğu’nun Anadolu’da etkinliği tamamen kırılmıştır. Bu yüzyılda Bizans sürekli güç kaybetmiş, sınırında kurulan Osmanlı Beyliği ise gün geçtikçe kuvvetlenmiştir. Bitinya Bölgesi’nin dinî ve sosyal yapısı da Osmanlı Beyliği’nin güç kazanmasında etkili olmuştur. Bizans’ın Anadolu’daki siyasi gücü zayıflasa da bölgedeki Rum varlığı devam etmiştir. Osman Bey zamanında Bizans tekfurlarının elinden Karacahisar, Yarhisar, Bilecik, İnegöl, Yundhisar ve Yenişehir gibi şehir ve kaleler alınmıştır. Koyunhisar Savaşı (1302)-İzmit yolu Türklere açılmış, Bursa’nın kuzey tarafı hariç diğer üç tarafındaki yollar kontrol altına alınmıştır. Bursa’nın fethi (1326)-Bursa’nın hücumla alınmasının zor olduğunu gören Osman Bey, şehri uzun süre abluka altında tutmak için şehrin iki tarafına iki hisar yaptırmıştır. Orhan Bey, Bursa’nın İstanbul’la irtibatını kesmek için 1321’de Mudanya’yı fethetmiştir. Çevreden yardım alamadığı için zor durumda kalan Bursa tekfuru, şehirden ayrılmak isteyenlerin canlarına ve mallarına dokunulmaması şartıyla şehri teslim edeceğini bildirmiştir. Böylece Osman Bey zamanında başlayan ve on yıldan fazla süren bir muhasara sonucu Bursa, 6 Nisan 1326’da Orhan Bey tarafından fethedilmiştir Pelakanon Savaşı (1329)-Bizans kuvvetlerinin mağlup edildiği bu zaferle Osmanlı Beyliği’nin İslam dünyasındaki itibarı artmıştır. Ayrıca Palekanon Savaşı sonrasında Bizans, Anadolu’da kalan son topraklarından da ümidini kesmiştir. Palekanon Savaşı sonrası Bizans’tan yardım alma ümidi kalmayan İznik tekfuru, artık kuşatmadan kurtulmanın mümkün olmadığını anlamış ve şehrin kapıları Türklere açılmıştır. Orhan Gazi , İznik’in stratejik önemini düşünerek beyliğin merkezini bir süre İznik’e taşımış ve Bizans’a yapılacak seferlerde İznik’i üs olarak kullanmaya başlamıştır. İznik’ten sonra Anadolu’da önemli bir şehir olan İzmit, fethedilmek istenmiştir. İzmit, 1337’de teslim olmuş ve bölgenin ele geçirilmesiyle Kocaeli Yarımadası’nın fethi tamamlanmıştır.
İLK OSMANLI FETİHLERİ
Karacahisar,Yarhisar, Bilecik, İnegöl, Yundhisar ve Yenişehir’in Fethi Koyunhisar Savaşı (1302) Bursa’nın fethi (1326) Pelakanon Savaşı (1329) İznik ve İzmit’in fethi (1331-1337) Karesioğullarının Osmanlı Topraklarına Katılması (1345)
2.3. RUMELİ’DE GENİŞLEME Çimpe Kalesinin alınması (1353) Sazlıdere Savaşı (1362) Edirne’nin fethi (1362) Sırpsındığı Savaşı (1364) Çirmen Savaşı (1371) I.Kosova Meydan Muharebesi (1389) İstanbul’un kuşatılması (1391) Niğbolu Savaşı (1396) Varna Savaşı (1444) İkinci Kosova Savaşı (1448)
Rumeli’ye geçişte iki olay etkili olmuştur. Bunlardan birincisi, 1344 yılından itibaren Osmanlıların Bizans’taki saltanat mücadelesine karışması; ikincisi ise 1345 yılında Karesioğulları Beyliği’nin Osmanlılar tarafından alınmasıdır. Bizanslıların taht kavgalarına karışan Osmanlılar bundan yararlanarak Çimpe kalesini ele geçirmişler ve Rumeli’ye ayak basmışlardır. Tekirdağ ve Bolayır’a kadar olan yerler ele geçirilmiştir. Osmanlılar, Rumeli’ye geçişten itibaren Balkanlar yönünde bir fetih politikası izlemiştir. Balkan devletleri arasındaki siyasi ve mezhepsel çekişmeler, Osmanlıların Batıdaki ilerleyişini hızlandırmıştır. Bu dönemde bölgede Balkanlarda, irili ufaklı pek çok devlet bulunmaktadır. Bunların en önemlileri Sırp ve Bulgar krallıkları ile Bosna, Eflâk ve Arnavutluk prenslikleridir. Balkanlarda Anadolu’ya göre daha hızlı hâkimiyet kurulmasının sebebi bölgenin siyasi ve sosyal sorunlar içinde bulunması ve dinî açıdan parçalanmış yapısı etkili olmuştur. Çorlu, Lüleburgaz, Malkara, İpsala, Dedeağaç ve Dimetoka fethedilerek Edirne’ye batıdan gelebilecek yardımların önü kesilmeye çalışılmıştır. Sazlıdere savaşında Bizans ve Bulgar kuvvetleri yenilerek Edirne fethedilmiştir.(1362) Gümülcine ve Filibe alındı. Edirne,Filibe ve Gümülcine’nin alınması üzerine Sırp, Bulgar,Macar, Bosna ve Eflak kuvvetlerinden oluşan Haçlı ordusu Edirne üzerine yürüdü.Yapılan Sırpsındığı Savaşı’nda Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldı (1364). Bu savaş Haçlılarla yapılan ilk savaştır. Balkanlardaki Türk ilerleyişi hızlanmıştır. Bu savaşla Makedonya kapıları Osmanlı Devleti’ne açılmıştır. Batı yönlü Osmanlı fetih politikası gereği, devletin merkezi Edirne’ye taşınmıştır. Bu zaferle Balkanlardaki Macar hâkimiyeti de kırılmıştır. Sırpsındığı yenilgisini telafi etmek isteyen Sırplarla 1371’de yapılan Çirmen Savaşı’nı Osmanlılar kazanmış ve böylece Makedonya’nın fethi kolaylaşmıştır. Bu zaferden sonra Kavala, Drama ve Serez alındı. Osmanlı Beyliği; kuruluşundan itibaren özenle takip ettiği iskân politikası ve güçlü askerî yapısı sayesinde, fethedilen bölgelerde kalıcılığı sağlamayı başarmıştır. İskân politikası ilk defa Orhan Bey zamanında Rumeli’ye geçilmesiyle uygulanmaya başlanmıştır. Osmanlılar, gayrimüslimlerin yaşadığı toprakları fethedince Anadolu’dan getirdiği Türkmenleri bu bölgelere yerleştirmiştir. İskân, genellikle gönüllülük esasına göre yapılmıştır. Fakat sürgün yoluyla da iskân yapıldığı olmuştur.
Osmanlıların Rumeli’de İskan Siyaseti İskan Siyasetinin Özellikleri
- Konar-Göçerlerden olmasına dikkat edildi. - Anlaşmazlık içerisinde olan boylar tercih edildi. - Ekonomik düzenin iyi olduğu yerlerden iskan yapılmadı. - Rumeli’ye geçenlerden bir süre vergi alınmadı. - Göç edenlerin geri dönmesine izin verilmedi.
İskanın Faydaları - Konar- Göçerlerin yerleşik hayata geçmeleri sağlandı. - Aralarında kavgalar yaşanan aşiretleri birbirinden uzaklaştırmak - Fethedilen bölgelerin elde tutulması ve savunulması kolaylaştı. - Yeni fethedilen bölgeler Türkleştirildi. - Gayrimüslim halkın ayaklanma ihtimalini ortadan kaldırmak - Gayrimüslimlere hoşgörülü bir politika izlenerek Osmanlı’ya bağlıkları sağlandı.
Osmanlı Devleti, Rumeli’de iskân politikasıyla birlikte istimâlet politikasını da uygulamıştır. Sözlük anlamı “meylettirme, cezbetme, gönül alma” olan istimâlet; genel olarak Osmanlı Beyliği’nin uyguladığı “uzlaştırıcı fetih siyaseti” için kullanılan tabirdir. Osmanlı Devleti, fethedilen bölge halkına iyi davranarak onları himaye etmiş, inançlarında serbest bırakmış, onların can ve mal güvenliğini sağlamış, gönüllerini kazanmaya çalışmış ve vergilerde kolaylık göstermiştir. Fetihlerde kalıcılığın sadece askerî zaferlerle gerçekleştirilemeyeceğini gören Osmanlılar, istimâlet politikası ile bu kalıcılığı sağlamıştır. Osmanlıların Rumeli’deki fetihleri, Balkan devletlerini endişeye düşürmüştür. Osmanlılara tek başlarına karşı koyamayacaklarını anlayan bu devletler, Sırp Kralı Lazar öncülüğünde bir ittifak kurmuştur. Bu ittifakta Lehler, Çekler, Sırplar, Bulgarlar, Bosnalılar ve Arnavutlar yer almıştır. Türkleri, Balkanlardan atmak isteyen bu ittifaka karşı tüm hazırlıklarını tamamlayan I. Murad, Anadolu beylikleri kuvvetlerinin de katıldığı bir ordu ile harekete geçmiştir. Bu zaferden sonra Tuna’ya kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Osmanlıların karşısında sadece Macarlar kaldı. Haçlılarla yapılan ilk büyük meydan savaşıdır. 9 Ağustos 1389 tarihinde meydana gelen savaşta Haçlılar, sekiz saat sonunda mağlup edilmiş ve Haçlı komutanı Lazar, oğlu ve yüksek rütbeli komutanlar esir alınmıştır. Sultan I. Murad, zaferden sonra savaş meydanında dolaşırken Lazarʼın damadı olan yaralı Milos Obiliç (Miloş Obiliç) tarafından şehit edilmiştir. Daha önce farklı tarihlerde, çeşitli devletler tarafından defalarca kuşatılmış olmasına rağmen ele geçirilememiş olan İstanbul, 1391 ve 1395 tarihlerinde Yıldırım Bayezid tarafından iki defa kuşatılmıştır. Yıldırım, ikinci İstanbul Kuşatması’nda Anadolu (Güzelce) Hisarı’nı yaptırmıştır. Osmanlı Devleti’nin ilerleyişi üzerine bütün Hristiyan dünyası telaşlanmış ve bir Haçlı ordusu oluşturulmuştur. İki kol üzerinden Niğbolu’ya gelen Haçlı ordusu kaleyi karadan ve nehirden kuşatmıştır. Haçlılara karşı harekete geçen Yıldırım Bayezid süratle Niğbolu’ya gelmiş ve Haçlıları, 25 Eylül 1396’da bozguna uğratmıştır. Mısır’da bulunan Abbasi Halifesi, Yıldırım Bayezid Han’a “Sultan-ı İklim-i Rum” (Anadolu Sultanı) unvanı vermiştir. 1396’da Niğbolu’da kazanılan büyük zafer sonrası Avrupalılar, yaklaşık yarım asır boyunca Osmanlı Devleti üzerine büyük bir ordu gönderememiştir. Bu zaferle Bulgaristan hakimiyeti tamamen Osmanlıların eline geçti. Osmanlı devletinin Balkanlardaki hakimiyeti pekişti.
Balkanlardaki Sarsılan Hakimiyetin Güçlendirilmesi Eflak Osmanlı egemenliğine alındı. Arnavutluk’ta bazı bölgeler alındı.(Akçahisar ve Avlunya) Venedik’le yapılan ilk deniz savaşında mağlup olundu.(1416) Deliorman bölgesinde isyan çıkaran Şeyh Bedreddin yakalanarak idam edildi. Bizans’ın etkisiyle isyan eden Mustafa Çelebi başarılı olamayarak Bizans’a sığındı.
II. Murat Dönemi Amcası Mustafa Çelebi’nin isyanını astırdı. Mustafa Çelebi idam edildi. Mustafa Çelebi isyanında parmağı olan Bizans’ı cezalandırmak amacıyla İstanbul’u kuşattıysa da kardeşi Mustafa Çelebi isyanı dolayısıyla kuşatmayı kaldırdı.(1422) Mustafa Çelebi isyanını bastırdı.
Osmanlı-Venedik savaşı (1423-1430) Selanik’in fethiyle Venedikliler barış istediler.(1430) Balkanlarda bazı yenilgiler alınması ve Anadolu’da Karamanoğullarının saldırıları dolayısıyla II. Murat Haçlılardan barış istedi. Macarlarla Edirne-Segedin antlaşması imzalandı.(1444) 1444’te yapılan Edirne-Segedin Antlaşması sonrasında, Osmanlı tahtına küçük yaştaki II. Mehmet geçmiştir. Haçlıların harekete geçmesi üzerine devlet adamlarının isteğiyle II. Murad tekrar tahtına çıkmıştır. II. Murad, 1444’te Varna’da Haçlıları bozguna uğratmıştır.
Not: Varna ve II. Kosova savaşları Balkanlardaki Osmanlı hakimiyetini kesinleştirmiş, Haçlıların Türkleri Balkanlardan atma umutları sona ermiştir. Türklerin Tuna’nın güneyindeki hakimiyeti güç kazanmıştır. Rumeli topraklarını sadece fetih yoluyla yurt edinemeyeceğinin farkında olan Osmanlılar, bölgede iskân politikasını esas almıştır. İskâna öncülük edenler; gaziler, aşiret reisleri ve mensupları, akıncı beyleri, dervişler ve Tımarlı Sipahiler olmuştur. Anadolu’nun dinî ve iktisadi hayatında önemli yer tutan Gaziyi- ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bâcıyân-ı Rûm gibi zümreler, Rumeli’nin fethinden sonra gönüllü olarak bölgenin İslamlaşmasını ve imarını sağlamıştır. Fethedilen bölgelere yerleştirilen Müslümanlar arasındaki dervişler, sonradan kurulacak olan köylerin ve şehirlerin çekirdeğini oluşturmuştur. Dervişler, kurmuş oldukları zaviye ve tekkeler vasıtasıyla bölgenin gayrimüslimlerini etkilemiştir. Böylece Osmanlıların bölgeyi fethetmesinden önce halkı psikolojik olarak fethe hazır hâle getirmiştir. Bir nevi devlet görevlisi olan bu dervişlere; devlet, geçimleri için bazı imtiyazlar vermiştir. Ayrıca devlet, aşiretlere iskânı yaydıkları bölgelere, kendi adlarını verme hakkı tanımıştır. Rumeli’ye iskân edilen Türkmenler; buralarda han, hamam, köprü, medrese, zaviye, imaret, tekke, cami ve mescit gibi Türk İslam eserleri inşa etmiş ve böylece Balkanları bir Türk yurdu hâline getirmiştir.
2.4. ANADOLU’DA TÜRK SİYASİ BİRLİĞİNİ SAĞLANIYOR
Bizans sınırında küçük bir uç beyliği olarak ortaya çıkan Osmanlılar, ilk dönemlerinde Anadolu’daki diğer beylikler ile iyi geçinme siyaseti benimsemiştir. Osmanlılar gerek izledikleri bu siyasetle gerekse Bizans’a karşı girişilen gaza mücadelesiyle diğer beyliklerden farklı bir yerde olmuştur. Batı Anadolu’da, Germiyanoğluları’nın üstünlüğünü kaybetmeye başlamasıyla birlikte Karamanoğulları kendilerini Türkiye Selçuklularının vârisi olarak görmüştür. Fakat Osmanlılar, gaza siyaseti sayesinde, diğer beyliklerin ve Türkmenlerin takdirini toplamıştır. Bizans’a karşı kazanılan zaferler, Osmanlıların itibarını yükseltmiştir. Osmanlıların bu yükselişini fark eden Karamanoğulları, diğer beylikleri de organize ederek Osmanlıların siyasetine benzer bir politika izlemeye başlamıştır. Örneğin Karamanoğulları, diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmak için Memlûkluların da desteğiyle 1367’de Latinlerin elindeki Gorigos Kalesi (bugünkü Silifke ile Erdemli arasında bir yerleşim merkezi) üzerine sefer düzenlemiş ancak başarısız olmuştur. Karamanoğulları’nın Anadolu’da birliği sağlama siyaseti, 1387’de Osmanlılara mağlup olmalarıyla son bulmuştur. Bu olaydan sonra Anadolu’da siyasi birliği sağlayabilecek devletin Osmanlı Devleti olduğu ortaya çıkmıştır. Anadolu’da siyasi birliği sağlamak isteyen Osmanlılar, diğer beyliklerin iç meselelerinden faydalanmıştır. Osmanlılar, Anadolu beyliklerinde taht mücadelesi ortaya çıktığında kendi siyasetine uygun olan kişiyi desteklemiş ve onun beyliğin başına geçmesini sağlamıştır. Şartlar oluştuğunda da Osmanlılar, bu beyliğin topraklarını kendi topraklarına katmıştır. Örneğin Orhan Bey, Karesioğulları Beyliği’ndeki taht mücadelelerine karışarak bu beyliği Osmanlı hâkimiyetine almıştır. Osmanlılarda, beyliklere karşı izlenen politikalardan birisi de ele geçirilen önemli beyliklerin merkezine bir şehzadenin sancakbeyi olarak gönderilmesidir. Böylece bir bey liderliğinde idare edilmeye alışan halkın, kendi beyleri yerine Osmanlı şehzadesi tarafından yönetilerek onurlandırılması ve halkın Osmanlı Devletiʼne ısındırılması amaçlanmıştır.
Karesioğullarının Osmanlılara katılması (1345) Ahilerin elindeki Ankara alındı. (1362) Osmanlılar, Anadolu Türk beyliklerinin topraklarını sadece savaş yoluyla değil farklı yollarla da ele geçirmiştir. Germiyanoğullarının, Karamanoğulları ile mücadelesinde Germiyanoğlu Süleyman Bey, Osmanlıların desteğini almayı amaçlamış ve kızını, I. Murad’ın oğlu Bayezid ile evlendirmiştir. Bu evlilik sonrasında Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı çeyiz olarak Osmanlılara verilmiştir Hamitoğulları da Karamanoğulları’nın baskısı sonucunda Osmanlılara yaklaşma ihtiyacı hissetmiştir. Bu nedenle Hamitoğulları, 1381-1382’de Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç ve Karaağaç’ı 80 000 altın karşılığı Osmanlılara bırakmıştır. I. Murat döneminde Osmanlıların Anadolu’daki faaliyetlerinden rahatsız olan Karamanoğulları Osmanlı topraklarına saldırdı. Yapılan savaşta yenilince Karamanoğulları barış istemek zorunda kaldılar.
Not: Bu dönemde Osmanlılar Anadolu’nun en önemli siyasi gücü haline geldiler. I. Bayezit, I. Murat’ın ölümünü fırsat bilerek Anadolu’ya saldıran Karaman, Saruhan, Menteşe ve Hamitoğulları üzerine yürüyerek önce Germiyanoğullarına daha sonra Saruhan, Aydın ve Menteşeoğullarına son verdi. Alaşehir’i Bizanslılardan aldı.1391 seferinden sonra düşmanca tutumunu devam ettiren Karamanoğulları üzerine yürüyerek bu beyliğe son verdi (1397). Anadolu’da Anadolu Beylerbeyliği kuruldu. (Not: Daha önce I. Murat tarafından Rumeli Beylerbeyliği kurulmuştur) Candaroğullarının Kastamonu koluna son verdi. 1398’de Samsun’u aldı. Kadı Burhaneddin’in ölümüyle birlikte Sivas Tokat ve Kayseri’yi ele geçirdi. Bu durum Akkoyunlularla arasının açılmasına yol açtı. Malatya ve Elbistan’ı ele geçirdi. Bu durum Memlüklerle arasının açılmasına yol açtı. Yıldırım Bayezid bu faaliyetleriyle Fırat’a kadar olan yerleri ele geçirerek Anadolu Türk birliğini büyük oranda sağlamış oldu.
2.5. TÜRK DEVLETLERİNİN LİDERLİK MÜCADELESİ (ANKARA SAVAŞI VE FETRET DÖNEMİ)
Türk hükümdarlarının, dünyadaki diğer devlet ve milletleri hâkimiyeti altına alarak yönetmesi fikrine “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” denmiştir. Türk tarihinde, devlet kurma ve yönetme yetkisinin ilahi olarak hükümdara verildiğine inanılmış ve buna kut inancı denmiştir. Oğuz Kağan Destanı ve Kök Türk Kitabeleriʼnde de geçen kut inancı gereği, Türk kağanının sadece Türklerin değil tüm dünyanın hükümdarı olduğuna inanılmış ve fetihler de bunun için gerçekleştirilmiştir. Bilge Kağan; kitabelerde “Türk Tanrısı, Türk milleti yok olmasın diye beni kağanlığa oturttu.” diyerek bu anlayışı dile getirmiştir. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, İslamiyet’in kabulünden sonra Nizam-ı Âlem fikri ile birleşerek Osmanlı Devleti tarafından ileri seviyeye taşınmıştır. Türklerde hiçbir devirde önemini yitirmeyen bu ideal, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Devri’nde Yıldırım Bayezid ile Timur’u karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı Devleti, Yıldırım Bayezid zamanında Anadolu’nun büyük bir bölümünde hâkimiyet kurarak merkezî otoritesini Türk beyliklerine kabul ettirmiştir. Bu dönemde İstanbul’u da fethetmek isteyen Osmanlılar, doğudan gelen Timur tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır.
ANKARA SAVAŞI (1402)
Anadolu’dan kaçan beyliklerin kışkırtmaları, Timur’u istediği Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf ile Ahmet Celayir’in verilmemesi, sert mektuplaşmaların olması ,Çin seferine çıkacak olan Timur’un arkasında güçlü bir devlet bırakmak istememesi ve özellikle de her iki hükümdar da bulunan cihan hakimiyeti düşüncesi Ankara Çubuk Ovasında meydana gelen savaşta Osmanlı ordusu yenilgiye uğradı ve Yıldırım Beyazıt esir düştü. Bunun sonucunda beylikler yeniden kuruldu ve Anadolu Türk birliği bozuldu. İstanbul’un alınması gecikti ve Rumeli’deki ilerleyiş durdu. Fetret devri başladı. Doğuda güçlenen Akkoyunlular Osmanlı’ya rakip oldular.
FETRET DEVRİ(1402-1413) Ankara savaşından sonra Yıldırım’ın oğulları arasında 11 yıl devam eden taht mücadelelerinde Çelebi Mehmet başarılı olarak tahta geçmiştir. Dört kardeş arasında 11 yıl devam eden mücadeleler sırasında Anadolu beyliklerine, Bizans, Venedik, Ceneviz,Sırp, Eflak ve Bulgarlar toprak ve ekonomik tavizler vermek zorunda kaldılar. Aydınoğullarından İzmir’i Karamanoğullarından Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i aldı. Samsun alındı. (1419) Saruhanoğulları beyliğine son verdi. Aydınoğulları ve Menteşeoğulları beyliklerine son verdi. Germiyanoğulları toprakları vasiyet yoluyla Osmanlılara katıldı. Karamanoğullarnın elinden Hamitoğulları toprakları alındı. Taceddin oğulları beyliğine son verildi. Candaroğulları Osmanlılara bağlandı.
Şeyh Bedreddin Olayı Şeyh Bedrettin Olayı, Osmanlı Devleti’ni Fetret Devri’nde zor duruma sokan gelişmelerden biridir. Siyasi ihtirasları sebebiyle Çelebi Mehmet tarafından kazaskerlikten alınmayı kabullenemeyen Şeyh Bedreddin, görünüşte dinî-tasavvufi, gerçekte ise siyasi teşkilatlanmayı sağlamak üzere harekete geçerek yoğun bir propaganda faaliyetine girişmiştir. Şeyh Bedreddin’in etrafında kısa sürede geniş bir mürit ve sempatizan kitlesinin oluşması, Osmanlı Devleti’nin tepkisine neden olmuştur. Bu tepki sonucunda yakalanmaktan korkan Şeyh Bedreddin, Anadoluʼya kaçmıştır. Şeyh Bedreddin ve müritlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in başarıları üzerine Çelebi Mehmet isyancılar üzerine büyük bir kuvvet göndermiştir. Osmanlı kuvvetleri, isyancıları dağıtarak Şeyh Bedreddin’i yakalamıştır ve yargılanmasının ardından Şeyh Bedreddin, 1420’de Serez’de idam edilmiştir. Bâbailer Ayaklanması’na benzer özellikler taşıyan Şeyh Bedreddin Olayı da Fetret Devri’nde yaşanan taht kavgaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik buhranların sonucunda ortaya çıkmıştır. Buhranlı dönemlerde halka, içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarılacaklarını söyleyen isyancılar, eşitlikçi anlayışın hâkim olduğu bir toplumsal düzen kuracaklarını vaat ederek taraftar toplamış ve siyasal iktidarı ele geçirmeyi amaçlamıştır. 3.1. OSMANLI ASKERİ TEŞKİLATININ KURULMA SÜRECİ
Osmanlı Devleti, ordu teşkilatı bakımından tarihteki en büyük devletlerden biri olmuştur. XVII. yüzyıla kadar en güçlü askerî yapıya sahip olan Osmanlılar; Asya, Avrupa ve Orta Doğu’nun siyasetini belirlemede önemli rol oynamıştır. Osmanlıların bu başarısında Beylik Dönemi’nden itibaren askerî teşkilatlanmayı geliştirmeye yönelik adımlar atması ve farklı muharip sınıfları en iyi şekilde kullanarak dönemin şartlarına uygun hâle getirmesi etkili olmuştur. Anadolu’nun uç bölgelerinde toplanan Türkmenler doğuda Moğollara; batıda Bizanslılara karşı gaza hareketinin ön safında mücadele etmiştir. Osman Gazi, Bizans’a karşı savaşan bir alp ve aynı zamanda bir boy beyiydi. Osmanlı Beyliği’nin ilk savaşçı sınıfını, Osman Gazi’nin etrafında gaza ve ganimet amaçlı toplanan alplar ve gaziler oluşturmuştur. Karamürsel Alp, Konur Alp, Gündüz Alp, Akçakoca, Samsa Çavuş gibi alplar bu silsilenin en tanınmışlarındandır. Osman Bey’in gazileri ile yaptığı başarılı askerî faaliyetler diğer aşiret Türkmenlerinin de onlara katılmalarını sağlamıştır. Osman Gazi, kendi safında savaşan Türkmen aşiretlerine ganimetlerden pay vermiş ve ele geçirilen topraklara yerleşme hakkı tanımıştır. Bu şekilde elde ettikleri topraklar karşılığında aşiretler, Osman Bey’e tabi olmuş ve savaş zamanlarında atlı askerler göndermiştir. Bunlardan başka Beylik Dönemi’nde, Ahiyân-ı Rûm (Ahiler), Bâcıyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm adlarıyla anılan zümrelere mensup kuvvetler de seferlere katılmıştır. Ahiler, toplumda anlayışlı ve uzlaştırıcı bir tutumla esnaf teşkilatı oluşturmuştur. Ahilik teşkilatının çatısı altına giren esnaf ve sanatkârlar; mesleki, dinî, ahlaki eğitimden farklı olarak askerî talim ve terbiye de görmüştür. Ahilik, Anadolu’da süratle yayılmış, köylerde ve uç bölgelerde büyük nüfuza sahip olmuştur. Osman Gazi, yoldaşları ve alpları da Ahi teşkilatına mensuptur. İslamiyet Öncesi Dönem’de binicilik ve atıcılıkta usta olan Türk kadınları, savaşlara erkeklerle birlikte katılmıştır. İslamiyet’e geçişin ardından da bu gelenek sürdürülmüş ve Anadolu’da Bâcıyân-ı Rûm adıyla Ahiliğe denk bir kadınlar teşkilatı kurulmuştur. Abdalân-ı Rûm, savaşçı dervişlerin oluşturduğu teşkilattır. Abdal kelimesi, o devirde derviş kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Abdalân-ı Rûm teşkilatı, gaziler (alperenler), Ahiler ve Bâcıyân-ı Rûm ile birlikte büyük fayda sağlamıştır. Ayrı bir teşkilat olarak adlandırılan Gaziyân-ı Rûm ise alpları ifade etmiştir. Buna göre devamlı savaşa hazır, yaya ve atlı kuvvetlerin bulundurulması gerekiyordu. Fetihlerin devamı için gerekli olan ilk düzenli birlikler, Vezir Alâeddin Paşa ve Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in teklifleri doğrultusunda Bursa’nın fethinden sonra oluşturuldu. Osmanlı askerî teşkilatının temelini, Osman ve Orhan Bey’in sancağı altında toplanan Türkmen savaşçılar oluşturmuştur. Osmanlı Beyliği’nin başlangıçta düzenli askerî birlikleri yani beyliğe bağlı bir ordusu yoktur. Gerektiğinde, gazilerden oluşan ve tamamı atlı olan aşiret kuvvetlerinin bir yerde toplanması sağlanmış ve sefere çıkılmıştır. Savaş bitince bu kuvvetler dağılmış ve herkes işinin başına dönmüştür. İşte ilk fetihleri yapanlar, bu uç Türkmen kuvvetleridir. Uç gazileri; geniş araziyi süratle fethetmiş, köylere hâkim olmuş ve kalelerin etrafına küçük kuleler inşa ederek uzun süren kuşatmalarla buraları teslim almıştır. Bursa, İznik ve İzmit bu şekilde alınmış ve sadece Bursa’nın fethi 10 yıl sürmüştür.
İlk Düzenli Birlik: Yaya ve Müsellemler
Osman Bey’in idaresindeki askerî kuvvetler; düzenli savaşan, kuşatmalar yapan askerî birliklerden ziyade akında ve pusuda yetenekli okçu süvarilerden oluşurdu. Osman Bey’in ölümünden kısa bir süre sonra beyliğin sınırlarının hızla genişlemesi, Orhan Bey’i askerî düzenlemeler yapmak zorunda bıraktı. Kaldı ki beylik yapısından çıkıp güçlü bir devlet hâline gelmek için düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Buna göre devamlı savaşa hazır, yaya ve atlı kuvvetlerin bulundurulması gerekiyordu. Fetihlerin devamı için gerekli olan ilk düzenli birlikler, Vezir Alâeddin Paşa ve Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in teklifleri doğrultusunda Bursa’nın fethinden sonra oluşturuldu. Türk gençlerinden meydana getirilen bu düzenli birliklerin atsız askerine “yaya” , atlı askerine de “müsellem” adı verildi. Alâeddin Paşa’ya göre askerî sınıfa mensup olan kimseler ve vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırt edilirdi. Bu sebeple bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi tespit edildi. Buna göre askerlerin “ak börk” giymeleri kararlaştırıldı. Osmanlı Devleti’nin ilk düzenli askerî birliği olan yaya ve müsellem teşkilatı ile fetihler hızlanmıştır. Yaya ve müsellemler, Orhan Bey zamanında Hassa Ordusu sayılmıştır. XV. yüzyılın ortalarına kadar fiilen silahlı hizmette bulunmuş olan yaya ve müsellemler, Kapıkulu Ocaklarının gelişmesiyle yerlerini onlara bırakmıştır. Daha sonra Osmanlı askerî teşkilatının geri hizmetinde yer alan yaya ve müsellemler; askerî amaçlı köprü ve yol yapımı, kale tamir ve inşası, hendek kazımı gibi işlerde kullanılmıştır. Orhan Gazi’nin kurmuş olduğu, yaya ve müsellemlerden sonra mesleği tamamen askerlik olan Azeb teşkilatı kurulmuştur. Azebler, gönüllü Türk gençleri arasından seçilerek eyalet yöneticileri olan beylerbeyi komutası altında seferlere katılmıştır. Böylece devlet, askerliği kendine meslek edinmiş kimselerden oluşan disiplinli, savaşa hazır ve harp kabiliyeti yüksek bir orduya sahip olmuştur. Yeniçeri Ocağının kurulmasından sonra Azebler, öncü birlikler olarak kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı ordusunun savaş düzeninde en ön safta yer alan Azebler, savaş başladıktan sonra yanlara açılarak arkalarındaki topçuların ateş etmelerini sağlamış ve düşmanın paniğe kapılmasına yol açmıştır.
3.2. TIMAR SİSTEMİ VE TIMARLI SİPAHİLER
Osmanlı Devleti; Balkanlar, Anadolu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’yı fethettiğinde farklı ekonomik sistem ve çeşitli kültürlere sahip toplulukları da bünyesine katmıştır. Bu toprakların idaresi ve merkezî otoritenin bu bölgelerde de sağlanması için bir sistemin oluşturulması gerekmiştir. Oluşturulacak sistem hem merkezden uzak toprakların idaresini hem de toprağın işlenmesini sağlamıştır. İşte Osmanlı Devleti daha önce de Büyük Selçuklu ve Memlûklular gibi devletler tarafından kullanılan toprak sistemini geliştirip tımar sistemini ortaya çıkarmıştır. Tımar; geçimleri veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memura, vergi toplama yetkisinin devredilmesi anlamına gelmektedir. Tımar sahiplerine ise “ehli tımar veya Tımarlı Sipahi” denilmektedir Tımar sisteminin uygulanması, dönemin şartları gereğidir. Paranın kullanımı ve naklî, günümüzdeki kadar gelişmediği için merkezî hazineye alınması gereken vergiler hem nakit hem de ürün olarak toplanmıştır. Toplanan bu vergilerin bir kısmı bölgedeki devlet görevlilerinin maaşlarını karşılamak için bırakılmış ve kalan kısmı hazineye aktarılmıştır. Tımar sahipleri, savaş zamanında hazırladıkları cebelülerle birlikte sefere katılırdı. Seferlere katılmayan sipahilerin dirlikleri ellerinden alınır, idam da dâhil çeşitli cezalara çarptırılmaları söz konusu olabilirdi. Sancaklara dağıtılan Tımarlı Sipahiler, sancakbeyinin emri altındaydı. Seferler sırasında sipahilerin onda biri, bulundukları bölgenin korunması, asayişin sağlanması ve günlük işlerin görülmesi amacıyla geride bırakılır böylece üretimin devamlılığı sağlanırdı. Osmanlı köylüsünün devlete ödediği en önemli ve en yaygın vergi, ürettiği tahıldan alınan öşür vergisidir. Köylü bu vergiyi ürün olarak ödemiştir. Vergilerin nakde çevrilmesi ve merkezde toplanması zor olduğu için Osmanlı Devleti tarım gelirlerinin büyük kısmını sipahilere tımar olarak vermiştir. Böylece Tımarlı Sipahiler aracılığıyla vergilerin tahsil edilmesi sağlanmıştır. Tımar sisteminin uygulanmasında ilk aşama, fethedilen herhangi bir bölgenin tahririnin yapılarak vergi gelirlerinin belirlenmesidir. Bu gelirler, farklı büyüklükte parçalara ayrılarak ilgili şahısların rütbe ve mevkilerine göre dirlik olarak verilmiştir. Tımar sistemi içerisinde yer alan bu dirlikler gelir durumuna göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılmıştır. Osmanlı Devleti’nin tarım gelirlerinin büyük bir kısmı tımar sistemi içerisinde değerlendirilmiştir. Buna göre devlet, ziraattan alacağı vergiyi doğrudan asker olan tımar sahiplerine bırakmıştır. Tımarlı Sipahi, toprak üzerinde yaşayan reayadan, devletin belirlediği vergiyi toplama yetkisine sahiptir. Ancak toprağın mülkiyeti devlete aittir. Bu sistemde, Osmanlı Devleti vergi toplamak için masraf yapmamış, bu görevi Tımarlı Sipahi’ye vermiştir. Bununla birlikte Tımarlı Sipahiler, padişahın taşradaki temsilcileri olarak idari yöneticilik görevi de yapmıştır. Tahrir Osmanlı Devleti’nde, tımar sisteminin uygulandığı eyaletlerde yapılan sayımlara “tahrir” adı verilir. Tahrir yapmanın esas amacı, eyaletlerdeki nüfus ve gelir kaynaklarını tespit etmek ve bunları devlet görevlilerine, şahıslara ve vakıflara hizmetleri karşılığında; maaş, mülk ve gelir olarak dağıtmaktır. Gelirlerin bu yolla dağıtımı Osmanlılara, merkezî hazineden ödeme yapmaksızın ordu beslemesini, topluma her türlü sosyal hizmet götürmesini kolaylaştırmıştır. XV. yüzyılın ilk dönemlerinde başlayan tahrirler, 20 ile 30 yıllık aralarla XVII. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Bir bölgenin fethi, yeni bir padişahın tahta geçmesi veya savaş, afet gibi gelir toplama ve dağıtımında meydana gelen değişiklikler, yeni bir tahririn yapılmasını gerektiren sebeplerdendir. Tahrir işlemi yapıldıktan sonra iki ayrı deftere kayıt yapılmıştır.
Osmanlı Toplumunda Askerîler ve Reaya
Osmanlı Devleti’nde idari sisteme bağlı olarak bugünkü manada hem askerlik hizmeti yapanlar hem de memur statüsünde bulunanlar askerî sınıfı oluştururdu. Bu sınıfa mensup beylerbeyi, sancakbeyi, Tımarlı Sipahi gibi kişiler vergi vermez ve yaptıkları askerlik hizmetleri karşılığı bir yerin veya köyün vergisini toplama yetkisine sahip olurdu. Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçerlere ise “reaya” denirdi Osmanlı Devleti’nde, askerî ve reaya ayrımı, tımar sisteminin siyasi ve ekonomik temellerine dayanmaktadır. Tımar sistemi içerisinde yer alan reayanın ve Tımarlı Sipahi’nin bir takım sorumlulukları bulunurdu. Osmanlı köylüsünün devlete ve sipahiye karşı görevlerinin sınırları kanunlarla belirlenmişti. Bu görevleri dışında reayanın karşılıksız çalıştırılması yasaktı. Köylü, kendisine tahsis edilen toprağı işlemek ve vergisini sipahiye ödemekle yükümlüydü. Köylü, keyfî olarak tarlasını boş bırakamaz, çiftini, çubuğunu terk edip bir başka memlekete gidemezdi. Devletin sosyo-ekonomik, üretim ve askerî yapısını bozacağı için köylünün keyfî hareket etmesine asla müsaade edilmezdi. Tımarlı Sipahi; reayadan kanunnamelerde belirtilen oranlardan fazla vergi talep edemezdi. Ayrıca ürün olarak ödemesi gereken vergiyi nakit olarak alamaz veya ürünü daha uzak pazarlara götürmesini köylüden isteyemezdi. Bu sistemin denetlenmesi kadıya aitti. Böylece Tımarlı Sipahilerin, toprak ve köylü üzerindeki yetkileri hukuk çerçevesine alınmıştı. Sipahiler, üretimin yükselmesi için gerektiğinde köylüye tohumluk zahire ya da nakit yardımında bulunur ve tüm toprakların ekilmesine dikkat ederdi. Tımar topraklarının devlet mülkü olması nedeniyle miras bırakılması, satılması, kiraya verilmesi, vakfedilmesi ve bağışlanması yasaktı. Tımar toprakları, sipahinin ve köylünün elinden keyfî olarak alınamazdı. Ancak sipahi sefere katılmazsa devlet o senenin gelirini ondan alırdı. Bu şekilde Tımarlı Sipahilerin merkezî otoritenin aleyhine toprak ve mevki kazanmaları ve ayrı bir toprak aristokrasisi oluşturmaları önlenmişti. Bu durum merkezî otoritenin taşrada güç kazanmasını sağlamış ve Tımarlı Sipahiler taşrada merkezî otoritenin temsilcisi olmuştu. Tımar sisteminin bu faydalarının yanında askerî yönü de önemliydi. Osmanlı ordusu içinde eyalet ordusu denince öncelikle Tımarlı Sipahiler akla gelirdi. Bunlar, XVII. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ordusunun en büyük bölümünü oluşturan atlı askerlerdi. Osmanlılar, devlet gelirlerinin tamamını merkez hazinesine alıp maaş olarak askerlere dağıtmak yerine, daha pratik bir yol olan tımar sisteminin askerî yönünü geliştirmişti. Tımarlı Sipahi, vergi toplayarak hem kendini geçindirmek hem de tımarın büyüklüğüne göre cebelü adı verilen askeri yetiştirmek zorundaydı. Moğolca; silah, zırh anlamına gelen “cebe” kelimesinden Türkçe “-lü” ekiyle türetilen cebelü; zırhlı, teçhizatlı asker demektir. Osmanlı Devleti’nde Tımarlı Sipahilerden başka yine eyalet askeri statüsünde akıncılar, deliler, yörükler, beşliler, yayalar ve müsellemler gibi yardımcı kuvvetler kullanılmıştır. Bu kuvvetler daha çok öncü, geri hizmet ve kale kuvvetleri şeklinde görevlendirilmiştir.
Yeniçeri Ocağı ve Tımarlı Sipahiler Osmanlı Devleti, Orta Doğu ve Doğu Avrupa’daki ekonomik, sosyal ve kültürel yapıyı değiştirmeden korumayı başarmıştır. Bu yapıyı nasıl ve hangi amaçlarla korumaya çalıştığı önemlidir. Bu bölgelerde uygulanan sıkı idari, mali ve sosyal politikalar sayesinde Osmanlı Devleti, tarım ve ticaret faaliyetlerini artırmıştır. Askerî ve adli kurumlardaki teşkilatlanma da bu doğrultuda geliştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nde askerî güç olarak eyalet askerleri ve yeniçeriler etkin bir şekilde kullanılmıştır. Merkezde Kapıkulu askerleri ile eyaletlerde Tımarlı Sipahilerden oluşan Osmanlı ordusu, XVI. yüzyılın sonlarına kadar dünyada önemli düzenli ordulardan olmuştur. Askerî eğitim alarak yetiştirilen Tımarlı Sipahiler hem tarım ekonomisini hem de bölge halkının mal ve can güvenliğini korumuştur. Büyük çoğunluğu İstanbul’da bulunan yeniçeriler ise daha çocuk yaşta başlayan özel bir askerî eğitimle yetiştirilmiş seçkin askerlerden oluşmuştur. Devletin şehir ve kasabalarında belirli süreler için görevlendirilen yeniçeriler, buralarda halkın can ve mal güvenliğini, sosyal, kültürel ve hukuki haklarını kanunlara göre korumuştur. Böylece şehir ve kasabalarda el sanatları ve ticaret için güven ve barış ortamı sağlamıştır. Tımarlı Sipahiler ise taşradaki köylü, esnaf ve memurun hukuki haklarının korunmasından ve güvenliklerin sağlanmasından sorumludur. Asayiş ve güvenliği sağlamak için birinci derecede sorumlu olan yeniçeriler ve Tımarlı Sipahiler, sahip oldukları askerî, hukuki, idari görev ve yetkileri ile merkezî devletin otoritesini temsil etmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde devşirme kökenli askerî sınıf, merkezî otoritenin kurulmasında etkili olmuştur. Bu otorite kurulurken devşirme kökenli yeniçeriler ve yöneticiler, Tımarlı Sipahilere karşı bir denge unsuru oluşturmuştur. Osmanlılar, bu askerî gruplardan herhangi birisinin imtiyazlı ve güçlü bir sınıf hâline gelmesine izin vermemiştir.
3.3. YENİÇERİ OCAĞININ KURULMASI
Osmanlı fetih ve hâkimiyet yöntemlerinin gücü, Osmanlıların değişen jeopolitik koşullar karşısında stratejilerini hızlı şekilde yenilemeleri ve yeni şartlara uygun hâle getirmelerinde yatmaktadır. Osmanlı Devleti, ülke sınırlarının hızla genişlemesi üzerine daimî bir orduya ihtiyaç duydu. Osmanlı ordusundaki yaya ve müsellem birlikleri devamlı silah altında bulunmadığından fetihler için yetersiz kaldı. Edirne’nin fethinden sonra Rumeli’deki diğer fetihlerle savaş esirlerinin sayısında büyük bir artış oldu. Bu esirlerden yararlanmak için Kazasker Çandarlı Kara Halil’in çalışmaları ile Pencik sistemi uygulanmaya başlandı. Pencik usulüne göre savaş esirlerinin beşte biri asker olmak üzere devlet tarafından alınırdı. Bu oran, İslam hukukuna göre ganimetin beşte birinin Beytü’l-mal’a ait olması esasından ortaya çıkmıştı. Pencik sisteminin benzeri Osmanlı Devleti’nden önce Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular gibi devletlerde gulâm sistemi olarak uygulanırdı. Osmanlılar, kendinden önceki İslam devletlerinde görülen gulâm sistemini geliştirerek daha üst bir seviyeye taşımıştı. Kazasker Çandarlı Kara Halil, Pencik sistemi ile toplanan askerden yeni bir askerî teşkilat kurma fikrini ortaya attı. Kurulan bu askerî teşkilata “Yeniçeri Ocağı”, askerlerine ise “Yeniçeri” adı verildi. Yeniçeri Ocağı, Avrupa’da ilk daimî orduydu. Osmanlı ordusunun etkin bir unsuru olan Yeniçeriler, savaşlarda Osmanlı Devleti’ni üstün kılan kuvvetti. Bunun yanında yeniçeriler, padişahın merkeziyetçi otoritesinin başlıca aracı ve destekçisi olmuştu Yeniçeri Ocağı’nın asker ihtiyacı başlarda Pencik sistemi ile karşılanıyordu. Bu sisteme göre esirler arasından seçilenler, Anadolu’daki ailelerin yanına verilir ve burada Türk İslam âdet ve geleneklerini öğrenirdi. Daha sonra bu esirler, askerî eğitim için “Acemi Ocağı” adı verilen teşkilata alınırdı. İlk Acemi Ocağı I. Murad zamanında Gelibolu’da kuruldu. Bir askerî okul statüsündeki bu ocak, sadece Yeniçeri Ocağının değil bütün Kapıkulu yani merkez ocaklarının asker ihtiyacını karşılardı. Acemiler eğitim ve hizmetlerini tamamladıktan sonra yeniçeri olarak atanır ve başlarına ak börk giydirilirdi. Ancak Ankara Savaşı’ndan sonra Pencik sistemi devam ettirilemedi. Pencik sisteminin uygulanamaması nedeniyle Kapıkulu Ocaklarının asker ihtiyacı karşılanamadı. Bunun için Rumeli’deki Hristiyan halktan devşirme yöntemiyle belirli sayıda çocuğun alınmasına karar verildi. Daha önceki Türk İslam devletlerinde pek uygulanmayan bu sistem, Çelebi Mehmet zamanında uygulanmaya başladıysa da II. Murad zamanında kanun hâline getirilmişti. Devşirme Kanunu’na göre Osmanlı halkından, şartları elverişli Hristiyan çocuklar belli bir eğitimden geçirildikten sonra Kapıkulu askeri yapılmıştı. Devşirme sistemi, başlangıçta sadece Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarında uygulanmıştı. Bu sistem için ihtiyaca göre sadece Balkanlardan değil bazen Orta Anadolu’dan çocuklar da devşirilmiş hatta Kafkasya’dan da devşirme alındığı olmuştu. Böylece imparatorluk sınırları içerisindeki bütün Hristiyan halk bu uygulamaya tabi tutulmuştu. Devşirmeler, Acemi Ocağında yedi sekiz yıl kadar eğitim gördükten sonra yeteneklerine göre yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacısı ve Kapıkulu süvarisi şeklinde ayrılırdı. Yeniçeri Ocağına veya öteki Kapıkulu Ocaklarına geçişlerine bedergâh veya kapıya çıkma denirdi. Yeniçeri Ocağına alınan acemiler, burada askerî eğitimlerine devam ederdi. Yeniçeri Ocağının başında Yeniçeri Ağası bulunurdu. Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren merkezî yapıyı güçlendirmeye çalışmıştır. Ancak bu dönemde merkezî otoriteyi sarsan bazı gelişmeler yaşanmıştır. Orhan Bey zamanlarında Balkanlarda fethedilen topraklardan bir kısmı gazilere verilmiştir. Zamanla bu gaziler; bulundukları bölgelerde güçlenerek toprak sahibi, önemli bir askerî güç hâline gelmiştir. Benzer şekilde Vezir Çandarlı Halil Paşa’nın, makamını kendinden sonra oğluna ve ailesine geçirmeyi padişaha kabul ettirmesi de merkezî otoriteyi sarsan diğer bir gelişme olmuştur. Şehzadeler arasındaki taht kavgaları nedeniyle yaşanan mücadelelerde devletin bütünlüğünü ve otoritesini tehdit etmiştir. Buna karşın Osmanlı Devleti’nin merkezî otoriteyi kurması ve sürdürmesinde devşirme sistemi önemli bir unsur olmuştur. Osmanlılarda, orduda ve devlet görevlerinde devşirmelerin kullanılması ile herhangi bir kişi veya grubun imtiyaz kazanması ve güçlü bir sınıf hâline gelmesi engellenmiştir. Yeni Çağ’ın ilk merkezî devleti olan Osmanlı Devleti, feodal yapının oluşmasını engellemeye çalışmıştır. Osmanlılar, merkezî otoriteyi güçlendirmek için idari ve askerî teşkilatlarda kendi görevlilerini yetiştirmeye önem vermiş ve devşirme sistemini de bu amaçla kurmuştur. Bu sistemin temel ilkesi, Türk İslam âdet ve geleneklerine, hükümdara ve devlete sadakatle bağlılıktır. Hükümdar değişse de devşirmelerin devlete sadakat ve bağlılıkları değişmemiştir.
Osmanlı’nın Kılıcı: Yeniçeriler
Osmanlı ordusu, teşkilatı ve disiplini ile dünyanın sayılı ordularından birisiydi. Bu ordu içerisinde önemli bir güç olan Kapıkulu askerlerinin de etkisiyle Osmanlı Devleti kısa bir zamanda sınırlarını Viyana önlerinden, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar genişletti. Bu fetihlerde Kapıkulu ordusu, hükümdarların en büyük dayanaklarındandı. Osmanlı Devleti’nin düzenli ve maaşlı ordusu olan Kapıkulu Ocağının piyadelerine “Yeniçeri”, süvarilerine ise “Kapıkulu Sipahisi” denilirdi. Kapıkulu ordusunun içerisinde farklı askerî sınıflar da vardı. Kapıkulu ordusu içerisinde önemli bir unsur olan yeniçeriler, ilk kez I. Murad Devri’nde bin kişilik bir birlik olarak kuruldu. Yeniçeri Ocağı mensuplarının sayısı, Yıldırım Bayezid Devri’nde bir miktar arttı. II. Murad Devri’nde 3-4 bin civarında olan yeniçeri sayısı, Fatih Sultan Mehmet devrinde 8-12 bin kişilik bir askerî kuvvet hâline geldi. Kanuni Sultan Süleyman Devri’nde sayıları 12-14 bin kişi arasında değişen yeniçeriler, XVI. yüzyılın sonlarına doğru 40 bin kişilik bir ordu hâline dönüştü. Yeniçeri Ocağı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde profesyonel askerlik başladı. Böylece Osmanlılar, askerî teşkilatlanma ve güç bakımından diğer Türk Devletleri ile dönemin Avrupa devletlerinden farklı bir özellik gösterdi. Ocağın ve ocak sisteminin iyi işlediği devirlerde çok sıkı bir eğitimden geçirilen yeniçeriler, dönemlerinin savaş aletlerini en iyi kullanacak şekilde yetiştirildi. Yeniçeriler ok, yay, kılıç, balta, gürz ve benzeri silahları kullanmada son derece ustaydı. Ocakta, çeşitli savaş aletlerinin kullanımını öğretmek üzere bir talimhane bulunurdu. Burada kılıç kullanma, kabza tutma, ok atma ve benzeri bilgiler talim edilirdi. XV. yüzyılın ortalarından itibaren bu silahlara tüfek de eklendi. Yeniçerilerin eğitimlerinde askerî talimler kadar disiplinli yetişmeleri de önemliydi. Onların açlığa, susuzluğa tahammül edebilmeleri amacıyla talimler yaptırılırdı. Osmanlı Devleti, Avrupalılar tarafından XVIII. yüzyıla kadar en büyük askerî güç olarak görülmüştür. Özellikle o dönemde İstanbul’a gönderilen elçiler, elçilik heyetlerindeki görevliler ve tüccarlar yazdıkları seyahatnamelerde Osmanlı ordusunun Avrupa’da nasıl algılandığını anlatmıştır. Bu eserlerde disiplin ve itaat, Osmanlı ordusuyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Tarih 10 Dördüncü Ünite
4.1. ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASI
Tasavvuf; genel anlamda kalbin kötülüklerden arındırılıp yaratılanlara karşı güzel davranılması, insanın dünyalık menfaatlerden ve nefsinden uzaklaşarak Allah’ın varlığı ile yetinmesidir. Türklere İslamiyet’i yakından tanıtan, sevdiren mutasavvıfların ileri gelenlerinden biri de Ahmet Yesevî ve müridleri olmuştur. Ahmet Yesevî öğretisinin özü, ahlaki hürriyettir. Ahlaki hürriyete, “Hakkı bilmek için ilk önce kendini bilmek” ve “Ölmeden önce ölmek” anlayışıyla ulaşılır. Ahmet Yesevî, bunu kâmil insan öğretisiyle sistemleştirir. Bu öğretinin temeli hikmet, sohbet ve ahlak esaslarına dayanır. Bu üç esas insanı, nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtararak ahlaki olgunluğa kavuşturur. Yesevî’ye göre herhangi bir siyasi ve sosyal hizmet; ahlakı prensiplere, insanı sevmeye, adalete, doğruluğa ve eşitliğe dayanmalıdır. Ahmet Yesevî birlik üzerinde durmuş ve “Ben, sen diyen kimselerden geçtim işte.” diyerek ayrılık ve gayrılık gütmeyi yermiştir. Eserlerinde de vahdetin yani birliğin önemini vurgulayan Yesevi, insanları sürekli toplumsal ahlakın esası olan birliğe çağırmıştır. Ahmet Yesevî, eserlerine kaynak olarak Kur’an ve hadisi esas almış ve onların özünü dile getirmeye çalışmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî; öğretisinde insanlara iyiliği, alçak gönüllüğü, cömertliği, merhametli ve doğru olmayı öğütlemiştir. Her türlü sevgisizliğe, kötülüğe, bağnazlığa karşı İslami ve insani ilkeleri şiir ve musiki içinde birleştirip dile getiren Mevlânâ, etkisini yüzyıllarca sürdürmüştür. Mevlânâ’ya göre insan, kendi kendini eğiterek hayvani ve şeytani yönlerinden sıyrılır. Kişide, çevrenin etkisine ve eğitimin gücüne inanan Mevlânâ: “İnsanın eğitimi ile yabani at rahvan olur.” sözüyle eğitimle hayvanların bile yeteneklerinin geliştirilebileceğini belirtir. Mevlânâ öğretilerinde, dinî-tasavvufi düşüncesinin kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu vurgulamıştır. “Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” diyerek de bir Müslüman olarak tüm insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir. “Bende benimle ilgili bir şey bırakmadı.” dediği aşkın, gerçek hürriyet olduğunu idrak eden Mevlânâ, bu anlayışıyla insanlığa, merkezinde aşk bulunan etrafına da dalgalar hâlinde aşkı yayan öğretiler geliştirmiştir. Yunus Emre; ırk, din ve dil ayrımı yapmadan tüm insanlığa yönelik öğretiler geliştirmiştir. Ona göre insan her yerde aynı değeri taşıyan yüce bir varlıktır. “Yunus Emre der hoca, gerekse var bin hacca, Hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” dizesiyle Yunus, insan sevgisi ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken bağnazca tutumlara da karşı çıkmıştır. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, Sen kendini bilmedin, bu nice okumaktır?” diyen Yunus’a göre ilimden asıl amaç, insanın kendini tanıması ve olgunlaşmasıdır. Yunus, öğretilerinde bütün insanlığı ilahi aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş; insan olmanın, kendini bilmenin, Allah’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır. Sevgi temeli üzerine kurulu düşünce dünyasında Yunus, insanı sevme noktasında kalmayıp Allah sevgisine uzanır. Onun tarif ettiği insan Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen insan-ı kâmildir. Hacı Bektâş-ı Velî; ilhamını Kurʼanʼdan alarak insana bakar, insana hizmeti en büyük ibadet sayar. Öğretisinin temelini akıl ve bilgiye dayandıran Hacı Bektâş’ın düşünce sisteminde ayrılıkların ve farklılıkların yeri yoktur. Bütün yaratılmışlara aynı nazarla bakmış ve kimseyi herhangi bir özelliğinden ötürü diğerinden üstün tutmamıştır. Bu yüzden onda birleştiricilik duygusu hâkimdir. Hacı Bektâş: “İncinsen de incitme.”, “Her ne ararsan kendinde ara.” sözleri ile bütün insanlığı sevgi, barış ve kardeşliğe çağırmıştır. “Düşmanının bile insan olduğunu unutma.” sözü ile de insana verdiği değeri ortaya koyan Hacı Bektâş-ı Velî , insan gönlünü incitmenin sakıncalarını ve komşu hakkının önemini dile getirir. Haksızlık ve zulüm yapanları ikaz eden Hacı Bektâş, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” diyerek toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı kurmaya çalışmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî, “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et.” diyerek temizlik, dürüstlük, çalışkanlık ve helal kazancı teşvik ederken yıkıcılığa, zulme, sömürüye ve tembelliğe karşı da tavrını ortaya koymuştur. Hacı Bayrâm-ı Velî; “Bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, sen seni bil sen seni.” diyerek genellikle nefsin olgunluğunu önemli saymış, olgunluğa erişmek ve kendini tanımak gibi öğretileri dile getirmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî’ye göre insan ancak kendini tanıyarak ve bu düzenin asıl sahibinin emrine kendini adayarak gerçek varlığının şuuruna erer. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin öğretisi, önce Allah’a sonra canlı cansız tüm varlıklara derin bir sevgi duymanın yanı sıra onların hizmetine kendini adamak şeklindedir. Hacı Bayrâm-ı Velî de Hoca Ahmet Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî, Ahî Evran, Yunus Emre ve Hacı Bektâş-ı Velî gibi kendi çağına ve insanına hitap etmekle kalmamış; onların öğretileri Anadolu’dan İslam âlemine hatta bu sınırları da aşarak tüm insanlığa ulaşmayı bilmiştir. Ahî Evran; toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat dallarının gerekliliğini savunmuş, sanat erbablarının belli işyerlerinde toplanarak oralarda sanatlarını icra etmelerini yani bir araya gelmelerini tavsiye etmiştir. Ahi teşkilatının kurucusu olan Ahî Evran’a göre ahinin eli, kapısı ve sofrası açık; gözü, dili ve beli bağlı olmalıdır. Ahiliğin öğretisinde hırsızlık, dedikodu, iftira, cimrilik, yalancılık, sözünü tutmamak, haset etmek, büyüklenmek, münafıklık, katı gönüllü olmak, ayıp ve kusur araştırmak gibi kötü davranışlar engellenmeye çalışılır. Ahi eğitiminden geçen kişinin, sözü edilen kötü huylardan arınıp iyi huylar kazanması amaçlanır.
4.2. OSMANLI DEVLETİ’NDE ASKERÎ SINIF (YÖNETENLER)
Osmanlı Devleti’nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi için iki büyük sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan birincisi saltanat beratı ile padişahın dinî ya da idari yetki tanıdığı kişilerden oluşan yönetenler yani askerî sınıftır. Diğeri ise, idareye katılmayan muhtelif din ve soylara mensup zümrelerden oluşan yönetilenler yani reayadır. Reayanın görevi, üretim yapmak ve vergi vermek suretiyle askerî sınıfı desteklemektir. Padişah başta olmak üzere askerî sınıfın görevi ise Osmanlı hukukunu uygulayarak ülkede adaletin hüküm sürmesini ve halkın refahını sağlamaktır. Osmanlı toplumunda yönetenler sınıfı kendi arasında seyfiye, kalemiye ve ilmiye olmak üzere üç sınıfa ayrılırdı. Osmanlı devlet sisteminin temeli, seyfiye, kalemiye ve ilmiye sınıflarının birlikteliğine dayanır. Bu birlikteliğe dayanan yapı içinde görev ve yetkileri kanunnameler ile ortaya konan umera, ulema ve kalem erbabı merkez ve taşra teşkilatının işlemesinde katkı sağlamıştır. Örneğin Osmanlı Devleti’nde taşra teşkilatının çekirdeğini, merkezden atanan bir kadı ile güvenlik ve adaletten sorumlu bir subaşı oluşturmuştur. Taşra idarecilerinin çoğu merkez tarafından atanmıştır. Sadaret kethüdası tarafından tayin listesi yapılmış ve sadrazam tarafından atamalar gerçekleştirilmiştir. Kalemiye sınıfı, merkez teşkilatında Osmanlı bürokratik geleneklerinin oluşmasında, resmî yazışma usullerinin ortaya çıkmasında önemli rolü olmuştur. İlmiye sınıfı denilince sadece ilim adamları ve eğitim kavramları anlaşılmamalıdır. Bu sınıf devletin yargı, yönetim ve şehir hizmetleri de dâhil olmak üzere birçok alanında hizmet veren bir teşkilattır. Bunun yanı sıra askerî ve idari sınıfın da ilmiye teşkilatınca yetiştirildiği düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin asırlarca ayakta kalmasında ilmiye sınıfının büyük rolü olduğu görülmektedir.
1475’e kadar padişah Divan’a bizzat başkanlık yapmıştır. Ondan sonra bir arz odası inşa edildi. Padişah divan üyelerini burada kabul etmeye başladı. Divan’da görüşülen önemli konulara ilişkin kararlar ancak padişahın onayı ile kesinlik kazanırdı. Ancak devlet işleyişine ait sıradan işlemler Divan’ da kesin karara bağlanırdı. Vezirler Divan’da rütbece sıralanırlar ve kendilerine kubbenişin vüzera denirdi. Örf kolu, Divan dışında vezir, beylerbeyi, sancak beyi, kapıkulu zabitleri ve neferleri, tımarlı sipahileri olarak devam ederdi. Seyfiyenin iki temel görevi yönetim ve askerlikti. Yönetim Görevi: Osmanlı yönetim geleneğine göre, reayanın refah içinde yaşayabilmesi, adaletle yönetilebilmesi için, seyfiye kolu içindeki her dereceden görevli bey veya paşa unvanıyla merkezde ve taşrada görev yapıyordu. Askerlik Görevi: Seyfiye’nin bir görevi de askerlikti. Osmanlı ordusu, devletin diğer kurumlarında olduğu gibi, kapıkulu ve tımar sistemlerinin birleşmesinden bir silahlı kuvvetti. Ordunun ağırlığını kara ordusu oluşturmaktaydı. Ancak erken tarihlerden itibaren Osmanlılar denizcilikte de önemli faaliyetler yürütmüşlerdir. 2-KALEMİYE Nişancı: Tevki’i de denirdi. Nişancının üstlendiği görevler bakımından iki önemli işlevi vardı. Bunlardan ilki, merkez bürokrasinin her türlü işlemlerini yürütmekti. Bunu kendisine bağlı Reisü’lküttab ve ona bağlı kalemler vasıtasıyla yapıyordu. Beylikçi Kalemi: Divan kalemi denilen bu kalem, Divan-ı Hümayun’un işleyişi sırasında tutulan kayıtları düzenlerdi. Tahvil Kalemi: Bu kalem, her kolun yüksek dereceli görevlilerinin özlük (atama, tayin, azil vb.)işleriyle ilgili ferman ve beratları düzenlerdi. Ayrıca tımar sistemi ile ilgili her türlü emirlerde buradan çıkarılırdı. Ruus Kalemi: Tahvil kalemi dışında kalan devlet görevlilerinin özlük işlerine bakardı. Amedi Kalemi: Sadrazam ile padişah arasındaki yazılı ilişkilerin, dış ilişkilere ait metinlerin düzenlendiği kalemdi. Nişancının görev alanına giren ikinci işlevi, merkezde üçüncü hazine sayılan Defterhane-i amire idi. Defterhane’de tımar uygu-lamasına ait kayıtlat tutulurdu. Defterhane Defter Emini denen bir görevlinin denetiminde idi. Defterhanede yapılan işlemlere göre Mufassal, icmal ve Ruznamçe kalemleri vardı. Merkezdeki defterlerin bir nüshası da eyaletlerde bulunurdu. Klasik dönemde Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki defterdar bulunurdu. Mali işlemler Defterdara bağlı çeşitli kalemlerce yürütülürdü. Bunların başlıcaları şunlardı: Ruznamçe kalemi, Maliye Ahkam Kalemi, Tarihçi Kalemi, Gelir-Gider kalemi.” 3-İLMİYE
Bu üç görevden ilki bilgi aktarma görevi idi. Buna tedris denmiştir. Medreselerde Müderrisler tarafından verilirdi. İkinci görev, kaza görevi idi. Kaza aslında hükümdara ait olan bir yetki idi. İlmiye bu yetkiyi onun adına kullanıyordu. Kaza, İslam hukukuna göre hüküm verme görevidir. Bu kaza görevi iki boyutluydu. Boyutunun ilk yönü, kişiler arasındaki anlaşmazlıkları “fasl”etmek, yani çözümlemekti. Bu bakımdan kaza yetkisini kullanan kadı, bir yargıçtı. Kazanın ikinci boyutu, kamu düzeni ile ilgiliydi ve bakımdan kadılar yönetim konusunda da büyük yetkilerle donatılmışlardı. Osmanlı kanununa göre, ”bey, kadı hükmü olmaksızın icraatta bulunamaz, kadı da hüküm verdikten sonra hükmün yerine getirilmesini bizzat kendisi yapamazdı”. ”İlmiye mensuplarının üçüncü görev alanı, ifta; yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme yetkisiydi. Bu yetkiye sahip olana müftü (şeyhülislam) denirdi. Müftüler, kendilerine başvurulması durumunda herhangi bir işlemin veya eylemin verirlerdi. Din kurallarına uygun olup olmadığına dair fetva Şeyhülislam ve ilmiye mensuplarının özlük işlerini yürüten kadıaskerler, Divan-ı Hümayun’un üyesi olan ilmiye mensuplarıydı. Müderris, kadı veya müftü aynı kol içinde olan görevlilerdi. Bu sebeple bir ilmiye mensubu bu görevlerden herhangi birini yapabilir, isterse zaman içinde birinden diğerine geçebilirdi. Kadıların yönetim açısından görevleri şunlardı: Miras, ticaret ve nikah işlemlerini karara bağlarlardı. Yönetici olarak kadının kendi hüküm bölgesinde bütün görevliler üzerinde denetim yetkisi vardı. Hükümdardan gelen emirleri halka duyururdu. Vergilerin toplanmasında etkiliydi. Kadının en büyük yardımcısı naib idi. Naibler bilhassa nahiyelerde kadı adına hüküm verirlerdi. Bazı büyük kazalarda miras işlemlerini yürütmek üzere kassam denilen görevliler bulunurdu. Mahkemelerde ayrıca kadıya bağlı olarak çalışan muhzırlar vardı. Bunlar davalıları mahkemeye getirmek ve hüküm sonrasında davacının hakkının alınmasında kendisine yardımcı olmak gibi önemli bir görevi yerine getirirlerdi. Kamu davası niteliğini taşıyan davaların suçlularını kadı huzuruna getirmek görevi, bir örf mensubu olan subaşıların görevi idi.
Medreseler ve Tekkeler Osmanlı Devleti’nde medreseler, İslami ilimleri üst düzeyde öğreterek insanların yararına sunmayı amaçlamıştır. Medreselerde tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimlerin yanında matematik, astronomi, fizik, mantık ve felsefe gibi akli ilimler de okutulmuştur. Osmanlı müderrisleri akli ilimlerden özellikle mantık ve matematiğe önem vermiştir. Osmanlılarda iyi kadı olmanın yolu matematik ve astronomi gibi bilimleri de bilmekten geçmiştir. Medreseler; Osmanlı Devleti’nde âlimlerin yetiştirildiği, bilginin üretildiği yerdir. Orhan Bey’den itibaren diğer padişahlar da Bursa ve Edirne’de çeşitli medreseler yaptırmıştır. Medreseler, müderrislerinin yevmiyelerine göre 20’li, 40’lı, 60’lı medreseler şeklinde derecelendirilmiştir. Medresenin derecesi yükseldikçe müderrisin geliri de artış göstermiştir. En yüksek dereceli medrese Fatih’in yaptırdığı Sahn-ı Seman Medreseleriydi. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, Sahn-ı Seman Medreseleri ile aynı dereceye sahip Süleymaniye Medreselerini yaptırmıştır. Osmanlı Devleti’nde cami ve kütüphanelerde de medrese eğitimine benzer bir eğitim verilmiştir. Medrese eğitiminden farklı olarak daha çok halkın din eğitimini ve mensuplarının nefs terbiyesini esas alan tekke ve zaviyeler, eğitim ve bilgi üretiminin yapıldığı diğer kurumlardır. Osmanlı sultanları tasavvuf mensuplarına karşı oldukça müsamahakâr davranmıştır. Öyle ki tekkedeki derviş ve arifler, ilmiye sınıfından kabul edilmiş ve bunlara da yevmiye ödenmiştir. Devletin tekke ve zaviyelere olumlu yaklaşımı tek taraflı olmamıştır. Dervişler ve arifler de nüfuzlarını devletin ilerlemesi yönünde kullanmıştır. Fatih, ilmiye sınıfında hem teşkilat ve eğitim hem de anlayış açısından önemli değişiklikler yapmıştır. Bu dönemde müspet ilimler ve felsefi yaklaşımlar ön plana çıkmıştır. Birçok Latince eser Türkçe’ye çevrilmiş özellikle tıp, matematik ve astronomi alanlarında yeni eserler yazılmıştır. Dinî ve felsefi konulara ilgi duyan Fatih, ulema ile yakın ilişkiler kurmuş, birçok ilmî konunun tartışılmasını teşvik etmiştir. Bunun sonucu olarak Türk dünyasının önemli bilim insanları ya da onların yetiştirdiği kişilerden Akşemseddin ve Ali Kuşçu gibi alimler Fatih’in yanında yer almıştır.
Akşemseddin (?-1459) Asıl adı Şemseddin Mehmet olan Akşemseddin, Şam’da doğmuştur. Teni beyaz olduğundan Akşemseddin olarak meşhur olmuştur. Akşemseddin Türk siyasi ve ilim tarihinde önemli bir yere sahiptir. II. Mehmet’in İstanbul’u kuşatması sırasında, padişahın ve ordunun manevi gücünün yükseltilmesine yardımcı olan Akşemseddin, fetihten sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi okumuştur. Akşemseddin, Sahn-ı Seman medreseleri yapılıncaya kadar medrese olarak kullanılan Zeyrek Camisi’nde ders vermiştir. Hastalıkların nedenlerini açıklayan Akşemseddin’e göre hastalıklar, kalıtımsal olan ve mikrop yoluyla geçen şeklinde ikiye ayrılmıştır. Böylece Akşemseddin, mikroptan haber vermesi bakımından Louis Pasteur (Pastör) ve Robert Koch (Rabırt Koh) gibi bilginlerin öncüsü olmuştur.
Ali Kuşçu (?-1474) Ünlü Türk sultanı ve bilim adamı Uluğ Bey’in “Doğancı Başısı” olduğu için ailesi “Kuşçu” lakabıyla tanınıyordu. Küçük yaştan itibaren matematik ve gök bilimine ilgi duyan Ali Kuşçu, Semerkand’da devrin en büyük bilim adamları olan Kadızâde-i Rumî, Gıyâseddin Cemşîd el Kâşî ve Uluğ Bey’den matematik ve gök bilimi dersleri aldı. Ali Kuşçu’yla beraber İstanbul medreselerinde, özellikle gök bilimi ve matematik alanında büyük gelişmeler başlamıştır. Onun etkisiyle Fatih, medreselerin vakfiyelerinde değişiklik yapmış ve müderrislere naklî ilimlerin yanında akli ilimlerde de uzman olma zorunluluğu getirmiştir. İstanbul’un ünlü bilim insanları da Ali Kuşçu’nun matematik ve gök bilimi derslerini izlemiştir. Ali Kuşçu, Osmanlı Devleti’nde Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Mehmet (Mirim) Çelebi gibi kıymetli gök bilimcilerinin yetişmesini sağlamıştır. Ali Kuşçu, İstanbul’un enlem ve boylamını belirlemek için de çalışmalar yapmış ve günümüzde kabul edilen değerlere yaklaşık bir değer bulmuştur.
Uluğ Bey (1394-1449) Asıl adı Muhammed Turğay olan Uluğ Bey Timur’un torunudur ve devlet adamlığından ziyade, bilimsel çalışmalarıyla tanınmıştır. Özellikle matematik ve gök bilimine ilgi gösteren Uluğ Bey, Semerkand Medresesi’ni kurmuş; devrin en büyük rasathanesi olan Semerkand Gözlemevi’ni de yaptırmıştır. Gök bilim kataloglarının en mükemmeli olan “Zîc-i Uluğ Bey”, günümüze kadar konumsal gök biliminin temel kitabı olarak kullanılmıştır. Zîc; VIII ve XVI. yüzyıllar arasında İslam gök bilimcilerinin hazırladığı; yıldızların, gök cisimlerinin gerçek ve görünür konumları ile hareketlerinin çizimine verilen addır. XVII. yüzyılda, İngiltere’de Greenwich Gözlemevi’ni kuran John Flamsteed (Con Fileymstid) “Britanya Gök Tarihi” adlı eserini hazırlarken, Zîc-i Uluğ Bey’den yararlanmıştır. 1836’da yayınlanan 4 ciltlik Ay haritasındaki kraterlerden birine Uluğ Bey ismi verilmiştir.
4.3. HALK KÜLTÜRÜ VE KİTABÎ KÜLTÜR
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Dönemi’nde ortaya çıkan sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri, Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminin kültür dünyasıyla benzerlik gösterirdi. Anadolu’da XII. Yüzyıldan itibaren farklı sınıf ve seviyeden insanlar; hikâye dinleyerek, kukla ve taklit izleyerek, nükte ve şaka yaparak gülüp eğlenirdi. Türkiye Selçuklu ve Anadolu beyliklerinin saraylarında nedim, komik, taklitçi, ozan ve şairler bulunurdu. Bu saraylarda bulunan nedimin görevi kıssa anlatmak, taklit yapmak, kısacası eğlendirmekti. Bu kişiler edebî terbiye sahibi, bilgili ve zeki insanlardı. Anlatılar; genel olarak masal, menkıbe, fıkra ve hikâyeler ile eski Türk kültüründen gelen unsurları, İran ananelerini, Hind hikâyelerini ve İslam kültür dünyasının etkilerini içermiştir. XV. yüzyıldan itibaren nedim ile meddah lakabı aynı anlamda kullanılmaya başlamış ve XVI. yüzyılla birlikte meddahlık gitgide yaygınlaşmıştır. Bu dönemde ozanların yerini ise âşık ve saz şairleri almıştır. Genellikle sanatını halk arasında icra eden bu kişilerden öne çıkanlar saraylarda kendilerine yer bulmuştur. Osmanlı Devleti, çeşitli etnik ve dinî kökenden halkların ticari, sosyal, kültürel, dinî ve bilimsel etkinliklerini sürdürdüğü bir devlettir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde, geniş ve zengin bir kültürel birikim oluşmuştur. Farklı kültürlerin katkılarıyla oluşan bu birikim, tarih boyunca yazılı veya sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Osmanlılar da diğer büyük devletler gibi kültürünü çeşitli yollarla kaydederek korumuş ve kendisinden sonra gelen nesillere aktarmaya gayret etmiştir. Kültürün yazılı olarak aktarılmasında çoğunlukla ferman, berat, ahitname gibi devlet yayınları ile telif veya tercüme kitap, risale ve minyatür vb. kullanılmıştır. Osmanlı hükümdarlarında kitap toplama ve bunları kullanma alışkanlığı vardı. Padişahların kendilerine ait en az bir kütüphanesi bulunurdu. I. Murad tarafından Bursa’da kurulduğu ifade edilen kütüphane, ilk saray kütüphanesi olarak nitelendirilir. Osmanlı Devleti’nde saray kütüphaneleri dışında, özellikle XVIII. Yüzyılın sonundan itibaren batılılaşma ve çağdaşlaşma hareketlerinin etkisiyle kurulan darülfünun, hendesehane, mühendishane ve muallimhane gibi üniversite kütüphaneleri vardı. Osmanlı padişahları, kuruluştan itibaren şair ve bilim insanlarıyla yakın ilişki içinde olmuş ve Türk dilinin gelişimini hızlandırmışlardır. Arapça ve Farsça pek çok eser, Türk kültürüne kazandırılmış ve böylece devletin bilgi ve kültür seviyesi yükseltilmek istenmiştir.
II. Murat (1421-1451) II. Murad Devri, önemli kültürel gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Türk diline önem veren padişah, Türkçe eserler yazdırdığı gibi birçok yabancı eserin de Türkçeye tercümesini sağlamıştır. II. Murad Dönemi’nde âlimler Türkçe eser yazma konusunda teşvik edilmiştir. Âşık Paşa’nın yazdığı “Garipname” adlı eser bu teşviklerin bir neticesi olarak kabul edilmelidir. Millî bir kültür hareketine öncülük eden II. Murad, Danişmentli ve Selçuklu devirlerindeki Fars kültürünün etkilerini unutturmak için çalışmıştır. Türk diline ait önemli eserler olan Yazıcızâde Ali’nin “Tevârih-i Âl-i Selçuk”u; Molla Arif Ali’nin “Danişmendnâme”si; Şeyhî’nin “Hüsrev ve Şirin”i; Mercimek Ahmet’in “Kâbusnâme”si II. Murad Devri’nde yazılmıştır. Yine II. Murad zamanında Yazıcızâde Mehmet Efendi tarafından kaleme alınan “Muhammediyye” adlı eser dinî edebiyatımızın temel eserlerindendir. Osmanlı Devleti’nde padişahlar sadece siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmeler ile meşgul olmamış, kültürel faaliyetlerde de bulunmuştur. Birçok Osmanlı padişahı yüksek eğitimlerinin yanında kalemi güçlü şairler olarak da karşımıza çıkmıştır. Hatta bazı padişahlar “divan” sahibi olacak kadar şiir yazmış ve Divan edebiyatına yön vermiştir. Bilinen ilk şair padişah olan II. Murad, gündelik hayatındaki hislerini zaman zaman nazım şeklinde dile getirmiştir. II. Murad’ın şair ve âlimleri haftada iki defa huzurunda toplaması da sanata verdiği önemi göstermektedir. II. Murad’dan itibaren Osmanlı padişahlarının birçoğu şair olup Divan edebiyatı ananesince isimleri yerine mahlaslar kullanmıştır Yavuz Sultan Selim, henüz şehzadeliği sırasında Şah İsmail için nazım şekli ile o zamana kadar görülmemiş bir şiir yazmıştır. Şiir okunurken yukarıdan aşağıya, soldan sağa aynı şekilde okunabilmektedir.
4.4. FETİHLE GELEN DÖNÜŞÜM
Geleneksel anlamda konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olmasına rağmen Osmanlılar, kuruluştan itibaren yerleşik hayatı daha fazla benimseyen bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkmıştır. Kurulduğu bölgedeki kadim şehir, kasaba ve köyler ile buralarda yaşayanları yadırgamadan kabullenen Osmanlılar; cami, medrese, mescit, han ve hamam gibi yapılarla buraları imar etmiştir. Ayrıca fethedilen şehirlerdeki çarşı ve pazarlar geliştirilmiş ya da yeniden inşa edilmiştir. Yeni bir şehrin kurulup gelişmesi, coğrafi şartlarının elverişliliğine ve uzun bir sürece bağlıdır. Orta Çağ’ın teknoloji düzeyi düşünüldüğünde yeni bir şehir kurmaya cesaret edecek veya ihtiyaç duyacak devlet bulunmuyordu. Bu nedenle Türkler de fethettikleri şehirlere yerleşerek onları imar etmeye devam etti. Osmanlı Devleti’nin fethettiği şehirlerde Türkler, Bizans mahalleleri dışında kendi mahallelerini kurdu. Orhan Bey’in İznik’te kendi vakfı olarak kurduğu imaretiyle birlikte yeni bir şehir merkezi modeli ortaya çıkmıştır. Bu model en mükemmel hâlini İstanbul’da, Türk şehir modeliyle almıştır. Buna göre şehir merkezine cami, aşevi, hamam, şifahane gibi kurumlar yapılmış, yerleşme ise daha dış mahallelere kaydırılmıştır. Osmanlılar, şehirleşmeye getirdikleri bu yeni mimari anlayışla dağınık şekilde bulunan sosyal kurumları bir site içinde toplamıştır. Ayrıca şehir merkezlerinde pek çok işyeri inşa edilmiş, sosyal kurumların giderlerini karşılamak için vakıf olarak kiraya verilmiş ve böylece şehirlerin sosyo-ekonomik canlılığı sağlanmıştır. Osmanlı’da mahalle, birbirini tanıyan bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuştur. Bir başka ifade ile mahalle; aynı mescitte ibadet eden cemaatin, aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehrin bölümüdür. Balkanlarda bulunan bugünkü yol ve şehir ağının ana hatları da Osmanlı Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Filibe, Sofya, Belgrad, Üsküp, Manastır, Köstence ve Rusçuk birer küçük kasaba veya köy iken Osmanlı Dönemi’nde büyük şehirler hâline gelmiştir. Bunun yanında Osmanlı egemenliği ile beraber Edirne, Selanik, Niğbolu, Silistre gibi şehirler de büyük gelişme göstermiştir. Osmanlı Dönemi’nde büyüyen ve gelişen bu şehirler, başlangıçta idari-askerî merkezlerken zamanla dokumacılık, boyacılık, dericilik gibi el sanatlarının gelişmesi ve esnafın buralara yerleşmesiyle ticari merkezler hâline gelmiştir.
Osmanlılarda El Sanatları
Bosna’dan Yemen’e, Kafkasya’dan Kırım’a kadar çok farklı coğrafyalara hükmeden Osmanlı Devleti, insanların yeteneklerini kullanabilmelerini sağlamak amacıyla güvenli bir ortam oluşturmuştur. Bu güvenli ortamda şehirler; mimarisiyle, zanaat, sanat ve kültür faaliyetleriyle birer yaşam merkezi hâline gelmiştir. Özellikle kuruluş devrinden itibaren İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı sanat ve mimarisinin beşiği olmuştur. Günümüze kadar ulaşan müzeleri, sarayları, koleksiyonları, kütüphaneleri ve camileri dolduran tezhip, çini, minyatür, halı, kilim, kumaşlar ve binlerce cilt yazma eser vardır. Bu eserler, Anadolu ve çevresinde gelişen Türk el sanatlarına ait zengin bir hazinedir. Bir milletin kültürel kişiliğinin en canlı ve anlamlı belgeleri niteliğinde olan el sanatları, Osmanlı Devleti’nde büyük gelişme göstermiştir. Özellikle ahşap ve taş işlemeciliği, dokumacılık, çinicilik ve hat sanatları yeni bir ifade ve anlatım zenginliği kazanmıştır. Bu dalların her biri kendi içinde ustalık alanları, kullanılan gereç veya üretilen üründen adını alan gruplara ayrılmıştır. Nakkaşlar, kuyumcular, kâtipler, ciltçiler, çiniciler, kumaş dokuyucuları, maden işi yapan kazgancılar, ahşap işleriyle uğraşan kündekârlardan oluşan bu sanat ve zanaat grupları, kendi içlerinde birer eğitim kurumu gibi çalışmıştır. Bu meslek gruplarının ustaları, Ahilik teşkilatına bağlı olarak loncalar oluşturmuş ve “esnaf şeyhleri” tarafından yönetilmiştir. Ahi terbiyesiyle yetişen Osmanlı sanatkârlarının hile ve aldatmaca bilmediği, bu yola başvuranların ise şiddetle cezalandırıldığı bilinmektedir. Dokumacılık, Osmanlı Devleti’nde gerek artan nüfusun gerekse sarayın ve ordunun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için hızlı bir şekilde gelişmiştir. Dokuma sanayinin geliştiği Bursa’da; yünlü kumaşların, ipekli dibaların ve her cins kadifenin dokunduğu bilinmektedir. Dokumacılıkta oldukça ileri gitmiş olan Çin bile Bursa’dan kumaş satın almıştır. Yine bu dönemde Macaristan, İtalya, Polonya ve Balkan ülkelerinin pazarlarında Bursa kumaşları satılmıştır. Bursa kumaşlarının üstünlüğü, malzemesinin zenginliği ve desenlerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır. Osmanlı şehirlerine, yabancı ülkelerden boyanmak için kumaşlar gönderilmiştir. Ayrıca Türk alı ve çini mavisi gibi renklerin usullerini öğrenmek için Osmanlı şehirlerine Fransa’dan heyetler gelmiştir. Ahşap işlemeciliği, Osmanlılar Devri’nde daha ziyade geometrik yıldız motifleri ile fildişi ve sedef kaplamalı olarak yapılmıştır. Süslemelerde yazı hemen hemen hiç görülmeyecek şekildedir. I. Ahmet’in sedef kaplamalı firuze, yakut ve zümrüt taşlarıyla süslü tahtı başta olmak üzere Kur’an mahfazaları, rahleler ve minberler gibi nadide eserler dünya müzelerinin en kıymetli koleksiyonları arasında yer alır. Çini sanatında Selçuklu Dönemi’nin ardından, Osmanlıların İznik’te bir çini merkezi kurmasına kadar duraklama yaşanmıştır. Osmanlı Dönemi’nde İznik ve Kütahya’dan sonra Bursa, Edirne ve İstanbul da önemli çini merkezleri olmuştur. XV ve XVI. Yüzyıllarda mimari ile kaynaşan çini süslemelerinin en güzel örnekleri; İznik Yeşil Camii, Topkapı Sarayı Çinili Köşk, Bursa Yeşil Camii ve Yeşil Türbe’dir. Osmanlı Dönemi’ndeki çinilerde, Selçuklulara nazaran renklerde de artış olmuştur. Bu dönemde yeşil, mavi ve siyah ile beyaz, sarı ve fıstıki yeşil kullanılmaya başlamıştır. Rüstem Paşa Camii ve Türbesi’ndeki çinilerde kırk bir çeşit lale motifi kullanılmıştır. Günümüzde çini sanatı Kütahya’da yaşatılmaktadır. Taş süsleme sanatı, XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde hızla gelişme göstermiştir. İlk dönem Osmanlı mimarisinde taş işlemeciliği, daha çok yapıların dış kısmında uygulanmıştır. Bu uygulamaların ilk örnekleri Bursa Yeşil Camii yüzey süslemesinde ve Edirne Eski Camii minberinde görülmüştür. Mimari anıtlarda ve mezar taşlarında kullanılan ve yapıldığı yörenin özelliklerini gösteren motifler, gündelik eşyalarda da kullanılmıştır. Mezar taşlarında bir gelenek olarak kadın, çocuk, erkek ve meslek başlıkları yapılmış ve bu başlıklar ölenin sosyal durumu ile o dönemin kıyafetleri hakkında bilgi vermiştir. Hat, yazıyı estetik ölçülere bağlı kalarak güzel bir şekilde yazma sanatıdır. İslamiyet’te dinî yapılarda resim bulunması uygun görülmediği için bunun yerini yazı sanatı olan hat almıştır. Hat sanatı, zamanla mimari dekorların başlıca zenginliği ve bütün dekoratif sanatların da önemli bir unsuru hâline gelmiştir.
Tarih 10 Dördüncü Ünite 4.1. ANADOLU’NUN İSLAMLAŞMASI Tasavvuf; genel anlamda kalbin kötülüklerden arındırılıp yaratılanlara karşı güzel davranılması, insanın dünyalık menfaatlerden ve nefsinden uzaklaşarak Allah’ın varlığı ile yetinmesidir. Türklere İslamiyet’i yakından tanıtan, sevdiren mutasavvıfların ileri gelenlerinden biri de Ahmet Yesevî ve müridleri olmuştur. Ahmet Yesevî öğretisinin özü, ahlaki hürriyettir. Ahlaki hürriyete, “Hakkı bilmek için ilk önce kendini bilmek” ve “Ölmeden önce ölmek” anlayışıyla ulaşılır. Ahmet Yesevî, bunu kâmil insan öğretisiyle sistemleştirir. Bu öğretinin temeli hikmet, sohbet ve ahlak esaslarına dayanır. Bu üç esas insanı, nefsin esaretinden ve kendine yabancılaşmaktan kurtararak ahlaki olgunluğa kavuşturur. Yesevî’ye göre herhangi bir siyasi ve sosyal hizmet; ahlakı prensiplere, insanı sevmeye, adalete, doğruluğa ve eşitliğe dayanmalıdır. Ahmet Yesevî birlik üzerinde durmuş ve “Ben, sen diyen kimselerden geçtim işte.” diyerek ayrılık ve gayrılık gütmeyi yermiştir. Eserlerinde de vahdetin yani birliğin önemini vurgulayan Yesevi, insanları sürekli toplumsal ahlakın esası olan birliğe çağırmıştır. Ahmet Yesevî, eserlerine kaynak olarak Kur’an ve hadisi esas almış ve onların özünü dile getirmeye çalışmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî; öğretisinde insanlara iyiliği, alçak gönüllüğü, cömertliği, merhametli ve doğru olmayı öğütlemiştir. Her türlü sevgisizliğe, kötülüğe, bağnazlığa karşı İslami ve insani ilkeleri şiir ve musiki içinde birleştirip dile getiren Mevlânâ, etkisini yüzyıllarca sürdürmüştür. Mevlânâ’ya göre insan, kendi kendini eğiterek hayvani ve şeytani yönlerinden sıyrılır. Kişide, çevrenin etkisine ve eğitimin gücüne inanan Mevlânâ: “İnsanın eğitimi ile yabani at rahvan olur.” sözüyle eğitimle hayvanların bile yeteneklerinin geliştirilebileceğini belirtir. Mevlânâ öğretilerinde, dinî-tasavvufi düşüncesinin kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu vurgulamıştır. “Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” diyerek de bir Müslüman olarak tüm insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir. “Bende benimle ilgili bir şey bırakmadı.” dediği aşkın, gerçek hürriyet olduğunu idrak eden Mevlânâ, bu anlayışıyla insanlığa, merkezinde aşk bulunan etrafına da dalgalar hâlinde aşkı yayan öğretiler geliştirmiştir. Yunus Emre; ırk, din ve dil ayrımı yapmadan tüm insanlığa yönelik öğretiler geliştirmiştir. Ona göre insan her yerde aynı değeri taşıyan yüce bir varlıktır. “Yunus Emre der hoca, gerekse var bin hacca, Hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” dizesiyle Yunus, insan sevgisi ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken bağnazca tutumlara da karşı çıkmıştır. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, Sen kendini bilmedin, bu nice okumaktır?” diyen Yunus’a göre ilimden asıl amaç, insanın kendini tanıması ve olgunlaşmasıdır. Yunus, öğretilerinde bütün insanlığı ilahi aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş; insan olmanın, kendini bilmenin, Allah’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır. Sevgi temeli üzerine kurulu düşünce dünyasında Yunus, insanı sevme noktasında kalmayıp Allah sevgisine uzanır. Onun tarif ettiği insan Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen insan-ı kâmildir. Hacı Bektâş-ı Velî; ilhamını Kurʼanʼdan alarak insana bakar, insana hizmeti en büyük ibadet sayar. Öğretisinin temelini akıl ve bilgiye dayandıran Hacı Bektâş’ın düşünce sisteminde ayrılıkların ve farklılıkların yeri yoktur. Bütün yaratılmışlara aynı nazarla bakmış ve kimseyi herhangi bir özelliğinden ötürü diğerinden üstün tutmamıştır. Bu yüzden onda birleştiricilik duygusu hâkimdir. Hacı Bektâş: “İncinsen de incitme.”, “Her ne ararsan kendinde ara.” sözleri ile bütün insanlığı sevgi, barış ve kardeşliğe çağırmıştır. “Düşmanının bile insan olduğunu unutma.” sözü ile de insana verdiği değeri ortaya koyan Hacı Bektâş-ı Velî , insan gönlünü incitmenin sakıncalarını ve komşu hakkının önemini dile getirir. Haksızlık ve zulüm yapanları ikaz eden Hacı Bektâş, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” diyerek toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı kurmaya çalışmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî, “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et.” diyerek temizlik, dürüstlük, çalışkanlık ve helal kazancı teşvik ederken yıkıcılığa, zulme, sömürüye ve tembelliğe karşı da tavrını ortaya koymuştur. Hacı Bayrâm-ı Velî; “Bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, sen seni bil sen seni.” diyerek genellikle nefsin olgunluğunu önemli saymış, olgunluğa erişmek ve kendini tanımak gibi öğretileri dile getirmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî’ye göre insan ancak kendini tanıyarak ve bu düzenin asıl sahibinin emrine kendini adayarak gerçek varlığının şuuruna erer. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin öğretisi, önce Allah’a sonra canlı cansız tüm varlıklara derin bir sevgi duymanın yanı sıra onların hizmetine kendini adamak şeklindedir. Hacı Bayrâm-ı Velî de Hoca Ahmet Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-î Rumî, Ahî Evran, Yunus Emre ve Hacı Bektâş-ı Velî gibi kendi çağına ve insanına hitap etmekle kalmamış; onların öğretileri Anadolu’dan İslam âlemine hatta bu sınırları da aşarak tüm insanlığa ulaşmayı bilmiştir. Ahî Evran; toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat dallarının gerekliliğini savunmuş, sanat erbablarının belli işyerlerinde toplanarak oralarda sanatlarını icra etmelerini yani bir araya gelmelerini tavsiye etmiştir. Ahi teşkilatının kurucusu olan Ahî Evran’a göre ahinin eli, kapısı ve sofrası açık; gözü, dili ve beli bağlı olmalıdır. Ahiliğin öğretisinde hırsızlık, dedikodu, iftira, cimrilik, yalancılık, sözünü tutmamak, haset etmek, büyüklenmek, münafıklık, katı gönüllü olmak, ayıp ve kusur araştırmak gibi kötü davranışlar engellenmeye çalışılır. Ahi eğitiminden geçen kişinin, sözü edilen kötü huylardan arınıp iyi huylar kazanması amaçlanır. 4.2. OSMANLI DEVLETİ’NDE ASKERÎ SINIF (YÖNETENLER) Osmanlı Devleti’nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi için iki büyük sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan birincisi saltanat beratı ile padişahın dinî ya da idari yetki tanıdığı kişilerden oluşan yönetenler yani askerî sınıftır. Diğeri ise, idareye katılmayan muhtelif din ve soylara mensup zümrelerden oluşan yönetilenler yani reayadır. Reayanın görevi, üretim yapmak ve vergi vermek suretiyle askerî sınıfı desteklemektir. Padişah başta olmak üzere askerî sınıfın görevi ise Osmanlı hukukunu uygulayarak ülkede adaletin hüküm sürmesini ve halkın refahını sağlamaktır. Osmanlı toplumunda yönetenler sınıfı kendi arasında seyfiye, kalemiye ve ilmiye olmak üzere üç sınıfa ayrılırdı. Osmanlı devlet sisteminin temeli, seyfiye, kalemiye ve ilmiye sınıflarının birlikteliğine dayanır. Bu birlikteliğe dayanan yapı içinde görev ve yetkileri kanunnameler ile ortaya konan umera, ulema ve kalem erbabı merkez ve taşra teşkilatının işlemesinde katkı sağlamıştır. Örneğin Osmanlı Devleti’nde taşra teşkilatının çekirdeğini, merkezden atanan bir kadı ile güvenlik ve adaletten sorumlu bir subaşı oluşturmuştur. Taşra idarecilerinin çoğu merkez tarafından atanmıştır. Sadaret kethüdası tarafından tayin listesi yapılmış ve sadrazam tarafından atamalar gerçekleştirilmiştir. Kalemiye sınıfı, merkez teşkilatında Osmanlı bürokratik geleneklerinin oluşmasında, resmî yazışma usullerinin ortaya çıkmasında önemli rolü olmuştur. İlmiye sınıfı denilince sadece ilim adamları ve eğitim kavramları anlaşılmamalıdır. Bu sınıf devletin yargı, yönetim ve şehir hizmetleri de dâhil olmak üzere birçok alanında hizmet veren bir teşkilattır. Bunun yanı sıra askerî ve idari sınıfın da ilmiye teşkilatınca yetiştirildiği düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin asırlarca ayakta kalmasında ilmiye sınıfının büyük rolü olduğu görülmektedir.
1475’e kadar padişah Divan’a bizzat başkanlık yapmıştır. Ondan sonra bir arz odası inşa edildi. Padişah divan üyelerini burada kabul etmeye başladı. Divan’da görüşülen önemli konulara ilişkin kararlar ancak padişahın onayı ile kesinlik kazanırdı. Ancak devlet işleyişine ait sıradan işlemler Divan’ da kesin karara bağlanırdı. Vezirler Divan’da rütbece sıralanırlar ve kendilerine kubbenişin vüzera denirdi. Örf kolu, Divan dışında vezir, beylerbeyi, sancak beyi, kapıkulu zabitleri ve neferleri, tımarlı sipahileri olarak devam ederdi. Seyfiyenin iki temel görevi yönetim ve askerlikti. Yönetim Görevi: Osmanlı yönetim geleneğine göre, reayanın refah içinde yaşayabilmesi, adaletle yönetilebilmesi için, seyfiye kolu içindeki her dereceden görevli bey veya paşa unvanıyla merkezde ve taşrada görev yapıyordu. Askerlik Görevi: Seyfiye’nin bir görevi de askerlikti. Osmanlı ordusu, devletin diğer kurumlarında olduğu gibi, kapıkulu ve tımar sistemlerinin birleşmesinden bir silahlı kuvvetti. Ordunun ağırlığını kara ordusu oluşturmaktaydı. Ancak erken tarihlerden itibaren Osmanlılar denizcilikte de önemli faaliyetler yürütmüşlerdir. 2-KALEMİYE Nişancı: Tevki’i de denirdi. Nişancının üstlendiği görevler bakımından iki önemli işlevi vardı. Bunlardan ilki, merkez bürokrasinin her türlü işlemlerini yürütmekti. Bunu kendisine bağlı Reisü’lküttab ve ona bağlı kalemler vasıtasıyla yapıyordu. Beylikçi Kalemi: Divan kalemi denilen bu kalem, Divan-ı Hümayun’un işleyişi sırasında tutulan kayıtları düzenlerdi. Tahvil Kalemi: Bu kalem, her kolun yüksek dereceli görevlilerinin özlük (atama, tayin, azil vb.)işleriyle ilgili ferman ve beratları düzenlerdi. Ayrıca tımar sistemi ile ilgili her türlü emirlerde buradan çıkarılırdı. Ruus Kalemi: Tahvil kalemi dışında kalan devlet görevlilerinin özlük işlerine bakardı. Amedi Kalemi: Sadrazam ile padişah arasındaki yazılı ilişkilerin, dış ilişkilere ait metinlerin düzenlendiği kalemdi. Nişancının görev alanına giren ikinci işlevi, merkezde üçüncü hazine sayılan Defterhane-i amire idi. Defterhane’de tımar uygu-lamasına ait kayıtlat tutulurdu. Defterhane Defter Emini denen bir görevlinin denetiminde idi. Defterhanede yapılan işlemlere göre Mufassal, icmal ve Ruznamçe kalemleri vardı. Merkezdeki defterlerin bir nüshası da eyaletlerde bulunurdu. Klasik dönemde Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki defterdar bulunurdu. Mali işlemler Defterdara bağlı çeşitli kalemlerce yürütülürdü. Bunların başlıcaları şunlardı: Ruznamçe kalemi, Maliye Ahkam Kalemi, Tarihçi Kalemi, Gelir-Gider kalemi.” 3-İLMİYE
Bu üç görevden ilki bilgi aktarma görevi idi. Buna tedris denmiştir. Medreselerde Müderrisler tarafından verilirdi. İkinci görev, kaza görevi idi. Kaza aslında hükümdara ait olan bir yetki idi. İlmiye bu yetkiyi onun adına kullanıyordu. Kaza, İslam hukukuna göre hüküm verme görevidir. Bu kaza görevi iki boyutluydu. Boyutunun ilk yönü, kişiler arasındaki anlaşmazlıkları “fasl”etmek, yani çözümlemekti. Bu bakımdan kaza yetkisini kullanan kadı, bir yargıçtı. Kazanın ikinci boyutu, kamu düzeni ile ilgiliydi ve bakımdan kadılar yönetim konusunda da büyük yetkilerle donatılmışlardı. Osmanlı kanununa göre, ”bey, kadı hükmü olmaksızın icraatta bulunamaz, kadı da hüküm verdikten sonra hükmün yerine getirilmesini bizzat kendisi yapamazdı”. ”İlmiye mensuplarının üçüncü görev alanı, ifta; yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme yetkisiydi. Bu yetkiye sahip olana müftü (şeyhülislam) denirdi. Müftüler, kendilerine başvurulması durumunda herhangi bir işlemin veya eylemin verirlerdi. Din kurallarına uygun olup olmadığına dair fetva Şeyhülislam ve ilmiye mensuplarının özlük işlerini yürüten kadıaskerler, Divan-ı Hümayun’un üyesi olan ilmiye mensuplarıydı. Müderris, kadı veya müftü aynı kol içinde olan görevlilerdi. Bu sebeple bir ilmiye mensubu bu görevlerden herhangi birini yapabilir, isterse zaman içinde birinden diğerine geçebilirdi. Kadıların yönetim açısından görevleri şunlardı: Miras, ticaret ve nikah işlemlerini karara bağlarlardı. Yönetici olarak kadının kendi hüküm bölgesinde bütün görevliler üzerinde denetim yetkisi vardı. Hükümdardan gelen emirleri halka duyururdu. Vergilerin toplanmasında etkiliydi. Kadının en büyük yardımcısı naib idi. Naibler bilhassa nahiyelerde kadı adına hüküm verirlerdi. Bazı büyük kazalarda miras işlemlerini yürütmek üzere kassam denilen görevliler bulunurdu. Mahkemelerde ayrıca kadıya bağlı olarak çalışan muhzırlar vardı. Bunlar davalıları mahkemeye getirmek ve hüküm sonrasında davacının hakkının alınmasında kendisine yardımcı olmak gibi önemli bir görevi yerine getirirlerdi. Kamu davası niteliğini taşıyan davaların suçlularını kadı huzuruna getirmek görevi, bir örf mensubu olan subaşıların görevi idi. Medreseler ve Tekkeler Osmanlı Devleti’nde medreseler, İslami ilimleri üst düzeyde öğreterek insanların yararına sunmayı amaçlamıştır. Medreselerde tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimlerin yanında matematik, astronomi, fizik, mantık ve felsefe gibi akli ilimler de okutulmuştur. Osmanlı müderrisleri akli ilimlerden özellikle mantık ve matematiğe önem vermiştir. Osmanlılarda iyi kadı olmanın yolu matematik ve astronomi gibi bilimleri de bilmekten geçmiştir. Medreseler; Osmanlı Devleti’nde âlimlerin yetiştirildiği, bilginin üretildiği yerdir. Orhan Bey’den itibaren diğer padişahlar da Bursa ve Edirne’de çeşitli medreseler yaptırmıştır. Medreseler, müderrislerinin yevmiyelerine göre 20’li, 40’lı, 60’lı medreseler şeklinde derecelendirilmiştir. Medresenin derecesi yükseldikçe müderrisin geliri de artış göstermiştir. En yüksek dereceli medrese Fatih’in yaptırdığı Sahn-ı Seman Medreseleriydi. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman, Sahn-ı Seman Medreseleri ile aynı dereceye sahip Süleymaniye Medreselerini yaptırmıştır. Osmanlı Devleti’nde cami ve kütüphanelerde de medrese eğitimine benzer bir eğitim verilmiştir. Medrese eğitiminden farklı olarak daha çok halkın din eğitimini ve mensuplarının nefs terbiyesini esas alan tekke ve zaviyeler, eğitim ve bilgi üretiminin yapıldığı diğer kurumlardır. Osmanlı sultanları tasavvuf mensuplarına karşı oldukça müsamahakâr davranmıştır. Öyle ki tekkedeki derviş ve arifler, ilmiye sınıfından kabul edilmiş ve bunlara da yevmiye ödenmiştir. Devletin tekke ve zaviyelere olumlu yaklaşımı tek taraflı olmamıştır. Dervişler ve arifler de nüfuzlarını devletin ilerlemesi yönünde kullanmıştır. Fatih, ilmiye sınıfında hem teşkilat ve eğitim hem de anlayış açısından önemli değişiklikler yapmıştır. Bu dönemde müspet ilimler ve felsefi yaklaşımlar ön plana çıkmıştır. Birçok Latince eser Türkçe’ye çevrilmiş özellikle tıp, matematik ve astronomi alanlarında yeni eserler yazılmıştır. Dinî ve felsefi konulara ilgi duyan Fatih, ulema ile yakın ilişkiler kurmuş, birçok ilmî konunun tartışılmasını teşvik etmiştir. Bunun sonucu olarak Türk dünyasının önemli bilim insanları ya da onların yetiştirdiği kişilerden Akşemseddin ve Ali Kuşçu gibi alimler Fatih’in yanında yer almıştır. Akşemseddin (?-1459) Asıl adı Şemseddin Mehmet olan Akşemseddin, Şam’da doğmuştur. Teni beyaz olduğundan Akşemseddin olarak meşhur olmuştur. Akşemseddin Türk siyasi ve ilim tarihinde önemli bir yere sahiptir. II. Mehmet’in İstanbul’u kuşatması sırasında, padişahın ve ordunun manevi gücünün yükseltilmesine yardımcı olan Akşemseddin, fetihten sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi okumuştur. Akşemseddin, Sahn-ı Seman medreseleri yapılıncaya kadar medrese olarak kullanılan Zeyrek Camisi’nde ders vermiştir. Hastalıkların nedenlerini açıklayan Akşemseddin’e göre hastalıklar, kalıtımsal olan ve mikrop yoluyla geçen şeklinde ikiye ayrılmıştır. Böylece Akşemseddin, mikroptan haber vermesi bakımından Louis Pasteur (Pastör) ve Robert Koch (Rabırt Koh) gibi bilginlerin öncüsü olmuştur. Ali Kuşçu (?-1474) Ünlü Türk sultanı ve bilim adamı Uluğ Bey’in “Doğancı Başısı” olduğu için ailesi “Kuşçu” lakabıyla tanınıyordu. Küçük yaştan itibaren matematik ve gök bilimine ilgi duyan Ali Kuşçu, Semerkand’da devrin en büyük bilim adamları olan Kadızâde-i Rumî, Gıyâseddin Cemşîd el Kâşî ve Uluğ Bey’den matematik ve gök bilimi dersleri aldı. Ali Kuşçu’yla beraber İstanbul medreselerinde, özellikle gök bilimi ve matematik alanında büyük gelişmeler başlamıştır. Onun etkisiyle Fatih, medreselerin vakfiyelerinde değişiklik yapmış ve müderrislere naklî ilimlerin yanında akli ilimlerde de uzman olma zorunluluğu getirmiştir. İstanbul’un ünlü bilim insanları da Ali Kuşçu’nun matematik ve gök bilimi derslerini izlemiştir. Ali Kuşçu, Osmanlı Devleti’nde Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Mehmet (Mirim) Çelebi gibi kıymetli gök bilimcilerinin yetişmesini sağlamıştır. Ali Kuşçu, İstanbul’un enlem ve boylamını belirlemek için de çalışmalar yapmış ve günümüzde kabul edilen değerlere yaklaşık bir değer bulmuştur. Uluğ Bey (1394-1449) Asıl adı Muhammed Turğay olan Uluğ Bey Timur’un torunudur ve devlet adamlığından ziyade, bilimsel çalışmalarıyla tanınmıştır. Özellikle matematik ve gök bilimine ilgi gösteren Uluğ Bey, Semerkand Medresesi’ni kurmuş; devrin en büyük rasathanesi olan Semerkand Gözlemevi’ni de yaptırmıştır. Gök bilim kataloglarının en mükemmeli olan “Zîc-i Uluğ Bey”, günümüze kadar konumsal gök biliminin temel kitabı olarak kullanılmıştır. Zîc; VIII ve XVI. yüzyıllar arasında İslam gök bilimcilerinin hazırladığı; yıldızların, gök cisimlerinin gerçek ve görünür konumları ile hareketlerinin çizimine verilen addır. XVII. yüzyılda, İngiltere’de Greenwich Gözlemevi’ni kuran John Flamsteed (Con Fileymstid) “Britanya Gök Tarihi” adlı eserini hazırlarken, Zîc-i Uluğ Bey’den yararlanmıştır. 1836’da yayınlanan 4 ciltlik Ay haritasındaki kraterlerden birine Uluğ Bey ismi verilmiştir. 4.3. HALK KÜLTÜRÜ VE KİTABÎ KÜLTÜR Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Dönemi’nde ortaya çıkan sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri, Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminin kültür dünyasıyla benzerlik gösterirdi. Anadolu’da XII. Yüzyıldan itibaren farklı sınıf ve seviyeden insanlar; hikâye dinleyerek, kukla ve taklit izleyerek, nükte ve şaka yaparak gülüp eğlenirdi. Türkiye Selçuklu ve Anadolu beyliklerinin saraylarında nedim, komik, taklitçi, ozan ve şairler bulunurdu. Bu saraylarda bulunan nedimin görevi kıssa anlatmak, taklit yapmak, kısacası eğlendirmekti. Bu kişiler edebî terbiye sahibi, bilgili ve zeki insanlardı. Anlatılar; genel olarak masal, menkıbe, fıkra ve hikâyeler ile eski Türk kültüründen gelen unsurları, İran ananelerini, Hind hikâyelerini ve İslam kültür dünyasının etkilerini içermiştir. XV. yüzyıldan itibaren nedim ile meddah lakabı aynı anlamda kullanılmaya başlamış ve XVI. yüzyılla birlikte meddahlık gitgide yaygınlaşmıştır. Bu dönemde ozanların yerini ise âşık ve saz şairleri almıştır. Genellikle sanatını halk arasında icra eden bu kişilerden öne çıkanlar saraylarda kendilerine yer bulmuştur. Osmanlı Devleti, çeşitli etnik ve dinî kökenden halkların ticari, sosyal, kültürel, dinî ve bilimsel etkinliklerini sürdürdüğü bir devlettir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde, geniş ve zengin bir kültürel birikim oluşmuştur. Farklı kültürlerin katkılarıyla oluşan bu birikim, tarih boyunca yazılı veya sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Osmanlılar da diğer büyük devletler gibi kültürünü çeşitli yollarla kaydederek korumuş ve kendisinden sonra gelen nesillere aktarmaya gayret etmiştir. Kültürün yazılı olarak aktarılmasında çoğunlukla ferman, berat, ahitname gibi devlet yayınları ile telif veya tercüme kitap, risale ve minyatür vb. kullanılmıştır. Osmanlı hükümdarlarında kitap toplama ve bunları kullanma alışkanlığı vardı. Padişahların kendilerine ait en az bir kütüphanesi bulunurdu. I. Murad tarafından Bursa’da kurulduğu ifade edilen kütüphane, ilk saray kütüphanesi olarak nitelendirilir. Osmanlı Devleti’nde saray kütüphaneleri dışında, özellikle XVIII. Yüzyılın sonundan itibaren batılılaşma ve çağdaşlaşma hareketlerinin etkisiyle kurulan darülfünun, hendesehane, mühendishane ve muallimhane gibi üniversite kütüphaneleri vardı. Osmanlı padişahları, kuruluştan itibaren şair ve bilim insanlarıyla yakın ilişki içinde olmuş ve Türk dilinin gelişimini hızlandırmışlardır. Arapça ve Farsça pek çok eser, Türk kültürüne kazandırılmış ve böylece devletin bilgi ve kültür seviyesi yükseltilmek istenmiştir. II. Murat (1421-1451) II. Murad Devri, önemli kültürel gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Türk diline önem veren padişah, Türkçe eserler yazdırdığı gibi birçok yabancı eserin de Türkçeye tercümesini sağlamıştır. II. Murad Dönemi’nde âlimler Türkçe eser yazma konusunda teşvik edilmiştir. Âşık Paşa’nın yazdığı “Garipname” adlı eser bu teşviklerin bir neticesi olarak kabul edilmelidir. Millî bir kültür hareketine öncülük eden II. Murad, Danişmentli ve Selçuklu devirlerindeki Fars kültürünün etkilerini unutturmak için çalışmıştır. Türk diline ait önemli eserler olan Yazıcızâde Ali’nin “Tevârih-i Âl-i Selçuk”u; Molla Arif Ali’nin “Danişmendnâme”si; Şeyhî’nin “Hüsrev ve Şirin”i; Mercimek Ahmet’in “Kâbusnâme”si II. Murad Devri’nde yazılmıştır. Yine II. Murad zamanında Yazıcızâde Mehmet Efendi tarafından kaleme alınan “Muhammediyye” adlı eser dinî edebiyatımızın temel eserlerindendir. Osmanlı Devleti’nde padişahlar sadece siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmeler ile meşgul olmamış, kültürel faaliyetlerde de bulunmuştur. Birçok Osmanlı padişahı yüksek eğitimlerinin yanında kalemi güçlü şairler olarak da karşımıza çıkmıştır. Hatta bazı padişahlar “divan” sahibi olacak kadar şiir yazmış ve Divan edebiyatına yön vermiştir. Bilinen ilk şair padişah olan II. Murad, gündelik hayatındaki hislerini zaman zaman nazım şeklinde dile getirmiştir. II. Murad’ın şair ve âlimleri haftada iki defa huzurunda toplaması da sanata verdiği önemi göstermektedir. II. Murad’dan itibaren Osmanlı padişahlarının birçoğu şair olup Divan edebiyatı ananesince isimleri yerine mahlaslar kullanmıştır Yavuz Sultan Selim, henüz şehzadeliği sırasında Şah İsmail için nazım şekli ile o zamana kadar görülmemiş bir şiir yazmıştır. Şiir okunurken yukarıdan aşağıya, soldan sağa aynı şekilde okunabilmektedir. 4.4. FETİHLE GELEN DÖNÜŞÜM Geleneksel anlamda konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olmasına rağmen Osmanlılar, kuruluştan itibaren yerleşik hayatı daha fazla benimseyen bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkmıştır. Kurulduğu bölgedeki kadim şehir, kasaba ve köyler ile buralarda yaşayanları yadırgamadan kabullenen Osmanlılar; cami, medrese, mescit, han ve hamam gibi yapılarla buraları imar etmiştir. Ayrıca fethedilen şehirlerdeki çarşı ve pazarlar geliştirilmiş ya da yeniden inşa edilmiştir. Yeni bir şehrin kurulup gelişmesi, coğrafi şartlarının elverişliliğine ve uzun bir sürece bağlıdır. Orta Çağ’ın teknoloji düzeyi düşünüldüğünde yeni bir şehir kurmaya cesaret edecek veya ihtiyaç duyacak devlet bulunmuyordu. Bu nedenle Türkler de fethettikleri şehirlere yerleşerek onları imar etmeye devam etti. Osmanlı Devleti’nin fethettiği şehirlerde Türkler, Bizans mahalleleri dışında kendi mahallelerini kurdu. Orhan Bey’in İznik’te kendi vakfı olarak kurduğu imaretiyle birlikte yeni bir şehir merkezi modeli ortaya çıkmıştır. Bu model en mükemmel hâlini İstanbul’da, Türk şehir modeliyle almıştır. Buna göre şehir merkezine cami, aşevi, hamam, şifahane gibi kurumlar yapılmış, yerleşme ise daha dış mahallelere kaydırılmıştır. Osmanlılar, şehirleşmeye getirdikleri bu yeni mimari anlayışla dağınık şekilde bulunan sosyal kurumları bir site içinde toplamıştır. Ayrıca şehir merkezlerinde pek çok işyeri inşa edilmiş, sosyal kurumların giderlerini karşılamak için vakıf olarak kiraya verilmiş ve böylece şehirlerin sosyo-ekonomik canlılığı sağlanmıştır. Osmanlı’da mahalle, birbirini tanıyan bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuştur. Bir başka ifade ile mahalle; aynı mescitte ibadet eden cemaatin, aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehrin bölümüdür. Balkanlarda bulunan bugünkü yol ve şehir ağının ana hatları da Osmanlı Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Filibe, Sofya, Belgrad, Üsküp, Manastır, Köstence ve Rusçuk birer küçük kasaba veya köy iken Osmanlı Dönemi’nde büyük şehirler hâline gelmiştir. Bunun yanında Osmanlı egemenliği ile beraber Edirne, Selanik, Niğbolu, Silistre gibi şehirler de büyük gelişme göstermiştir. Osmanlı Dönemi’nde büyüyen ve gelişen bu şehirler, başlangıçta idari-askerî merkezlerken zamanla dokumacılık, boyacılık, dericilik gibi el sanatlarının gelişmesi ve esnafın buralara yerleşmesiyle ticari merkezler hâline gelmiştir. Osmanlılarda El Sanatları Bosna’dan Yemen’e, Kafkasya’dan Kırım’a kadar çok farklı coğrafyalara hükmeden Osmanlı Devleti, insanların yeteneklerini kullanabilmelerini sağlamak amacıyla güvenli bir ortam oluşturmuştur. Bu güvenli ortamda şehirler; mimarisiyle, zanaat, sanat ve kültür faaliyetleriyle birer yaşam merkezi hâline gelmiştir. Özellikle kuruluş devrinden itibaren İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı sanat ve mimarisinin beşiği olmuştur. Günümüze kadar ulaşan müzeleri, sarayları, koleksiyonları, kütüphaneleri ve camileri dolduran tezhip, çini, minyatür, halı, kilim, kumaşlar ve binlerce cilt yazma eser vardır. Bu eserler, Anadolu ve çevresinde gelişen Türk el sanatlarına ait zengin bir hazinedir. Bir milletin kültürel kişiliğinin en canlı ve anlamlı belgeleri niteliğinde olan el sanatları, Osmanlı Devleti’nde büyük gelişme göstermiştir. Özellikle ahşap ve taş işlemeciliği, dokumacılık, çinicilik ve hat sanatları yeni bir ifade ve anlatım zenginliği kazanmıştır. Bu dalların her biri kendi içinde ustalık alanları, kullanılan gereç veya üretilen üründen adını alan gruplara ayrılmıştır. Nakkaşlar, kuyumcular, kâtipler, ciltçiler, çiniciler, kumaş dokuyucuları, maden işi yapan kazgancılar, ahşap işleriyle uğraşan kündekârlardan oluşan bu sanat ve zanaat grupları, kendi içlerinde birer eğitim kurumu gibi çalışmıştır. Bu meslek gruplarının ustaları, Ahilik teşkilatına bağlı olarak loncalar oluşturmuş ve “esnaf şeyhleri” tarafından yönetilmiştir. Ahi terbiyesiyle yetişen Osmanlı sanatkârlarının hile ve aldatmaca bilmediği, bu yola başvuranların ise şiddetle cezalandırıldığı bilinmektedir. Dokumacılık, Osmanlı Devleti’nde gerek artan nüfusun gerekse sarayın ve ordunun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için hızlı bir şekilde gelişmiştir. Dokuma sanayinin geliştiği Bursa’da; yünlü kumaşların, ipekli dibaların ve her cins kadifenin dokunduğu bilinmektedir. Dokumacılıkta oldukça ileri gitmiş olan Çin bile Bursa’dan kumaş satın almıştır. Yine bu dönemde Macaristan, İtalya, Polonya ve Balkan ülkelerinin pazarlarında Bursa kumaşları satılmıştır. Bursa kumaşlarının üstünlüğü, malzemesinin zenginliği ve desenlerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır. Osmanlı şehirlerine, yabancı ülkelerden boyanmak için kumaşlar gönderilmiştir. Ayrıca Türk alı ve çini mavisi gibi renklerin usullerini öğrenmek için Osmanlı şehirlerine Fransa’dan heyetler gelmiştir. Ahşap işlemeciliği, Osmanlılar Devri’nde daha ziyade geometrik yıldız motifleri ile fildişi ve sedef kaplamalı olarak yapılmıştır. Süslemelerde yazı hemen hemen hiç görülmeyecek şekildedir. I. Ahmet’in sedef kaplamalı firuze, yakut ve zümrüt taşlarıyla süslü tahtı başta olmak üzere Kur’an mahfazaları, rahleler ve minberler gibi nadide eserler dünya müzelerinin en kıymetli koleksiyonları arasında yer alır. Çini sanatında Selçuklu Dönemi’nin ardından, Osmanlıların İznik’te bir çini merkezi kurmasına kadar duraklama yaşanmıştır. Osmanlı Dönemi’nde İznik ve Kütahya’dan sonra Bursa, Edirne ve İstanbul da önemli çini merkezleri olmuştur. XV ve XVI. Yüzyıllarda mimari ile kaynaşan çini süslemelerinin en güzel örnekleri; İznik Yeşil Camii, Topkapı Sarayı Çinili Köşk, Bursa Yeşil Camii ve Yeşil Türbe’dir. Osmanlı Dönemi’ndeki çinilerde, Selçuklulara nazaran renklerde de artış olmuştur. Bu dönemde yeşil, mavi ve siyah ile beyaz, sarı ve fıstıki yeşil kullanılmaya başlamıştır. Rüstem Paşa Camii ve Türbesi’ndeki çinilerde kırk bir çeşit lale motifi kullanılmıştır. Günümüzde çini sanatı Kütahya’da yaşatılmaktadır. Taş süsleme sanatı, XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde hızla gelişme göstermiştir. İlk dönem Osmanlı mimarisinde taş işlemeciliği, daha çok yapıların dış kısmında uygulanmıştır. Bu uygulamaların ilk örnekleri Bursa Yeşil Camii yüzey süslemesinde ve Edirne Eski Camii minberinde görülmüştür. Mimari anıtlarda ve mezar taşlarında kullanılan ve yapıldığı yörenin özelliklerini gösteren motifler, gündelik eşyalarda da kullanılmıştır. Mezar taşlarında bir gelenek olarak kadın, çocuk, erkek ve meslek başlıkları yapılmış ve bu başlıklar ölenin sosyal durumu ile o dönemin kıyafetleri hakkında bilgi vermiştir. Hat, yazıyı estetik ölçülere bağlı kalarak güzel bir şekilde yazma sanatıdır. İslamiyet’te dinî yapılarda resim bulunması uygun görülmediği için bunun yerini yazı sanatı olan hat almıştır. Hat sanatı, zamanla mimari dekorların başlıca zenginliği ve bütün dekoratif sanatların da önemli bir unsuru hâline gelmiştir. |
3473 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |