• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.

Tarih Kavramları

OSMANLI TARİH DEYİMLERİ VE TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ

 

ABANOZ- Hindistan, Madagaskar, Moris Adaları, Japonya, ve Habeş’te yetişen gayet kuvvetli, sert ve pek güzel cila kabul eden ağacın adıdır. Vaktiyle bugün antika sayılan tespih, kutu, kalemdar, nalın, baston, ok ve emsali şeyler yapılırdı. İslâmın kıymetli âbidelerini teşkil eden cami ve türbelerin kapı ve dolapları abanozdan yapılmıştır.

ABDAL-Evliya zümresinden halkın mesalihinde tasarruf için mânevi izne mazhar olanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi: Kara Abdal, Deniz Abdal. Abdalın lügat mânası; dünyadan habersiz, safderun, alıktır. 1) Ahmak ve safderun, 2) bir şeye akıl yormaz kalendermeşrep ve derviş adam, suretinde tarif olunmuştur.

ABI HAYAT- Ebedî bir hayat verdiği zannolunan su demektir.

ACEM ÇAPKINLARI- Kiralık atlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Arabaların taammümüne ve hassaten tramvayların inşasına kadar halk şehir dâhilinde, bir yerden bir yere gitmek için sokak ve meydanlarda duran bu hayvanları kiralarlar ve onlarla gidip gelirlerdi. Kiralık atların sürücüleri daha ziyade Acem olduğu için bu ismi almıştı. Müşteri ata biner, sürücü elinde kamçı, arkasında koşardı. Çapkın; haşarı, sürtük, rezilden başka yörük, koşucu mânalarını da ifade eder. Açık eşkin yürüyüşü olan at hakkında dahi kullanılırdı. Eskiler bunu «çapkun» suretinde yazarlardı

ACEMİ OĞLANLAR-Yeniçeri ocağında istihdam edilmek üzere esirlerden, yahut devşirme usulüyle Hıristiyanlardan toplanan çocuklara verilen addı. «Acemi oğlanlar» tâbiri «acemi» ile «oğlan» ın birleşmesinden meydana gelmiştir.

ACEM KÖSTEĞİ- Eski yazmalarda kitap dikildikten sonra cilde dibinden ve iç tarafından bir kısmı kitaba, bir kısmı da cilde gelmek üzere yapıştırılan ince tıraş edilmiş meşinin ismidir. Bu suretle yapılmış olan ciltler gayet sağlam olurdu.

ÂDET-İ AĞNAM- Koyun ve keçiden alınan resme verilen addı.

AĞA KAPISI- Yeniçeri ağalarının bulunduğu resmî daireye, verilen addı. Kapı; vaktiyle resmî daire demek olduğu için ağa kapısı ağa dairesi demekti. Ağa kapısı Osmanlı saltanatının ilgasına kadar meşihat dairesi «şeyhülislâmlar kapısı» ittihaz edilmiş olan Süleymaniye’deki bina idi. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine burası kısa bir müddet serasker dairesi oldu. Sonra serasker dairesi şimdiki Üniversitenin yerinde bulunan eski saraya nakledilerek burası meşihat dairesi ittihaz olundu.

AĞA SANCAĞI- Yeniçeri Ağasına ait sancağa verilen addı. Yeniçeri ağaları ilk zamanlarda sancak beyi rütbesinde olduklarından tuğları bir tane idi. Sonradan beylerbeyi derecesine çıkarılmaları üzerine iki tuğ götürürlerdi. 1610 (H. 1019) dan itibaren Hacıbektaş Şeyhi tarafından ocağa verilen beyaz bayrak da alaylarda yeniçeri ağasının önünde giderdi. Sefere gidilirken tertib edilen alaylardaki geçit resmi esnasında yeniçeri ağasının yedekleri arkasından adı İmam-ı Âzam Bayrağı olan beyaz sancak giderdi.

AĞIL RESMİ- Koyun ve keçiden alınan resimlerden birinin adı idi. Buna «çit parası» da denilirdi. Her üç yüz koyun ve keçiden beşer akça olmak üzere alınmakta idi. Bu resim yaylak ve kışlaklarda otlatılan hayvanların barınması için yapılan ağıllar münasebetiyle alınırdı. Sahipli yerlerdeki ağıllardan bir şey alınmazdı. Ağnam resmi ile beraber iltizam eden mültezimler sonraları her kısım varidatta yaptıkları gibi bunu da suistimal ederek köylülerin kendi köylerine mahsus meralarda otlattıkları hayvanlardan da resim almağa başlamışlardı.

AĞNAM -Hayvanlardan alınan resim mânasına olarak kullanılır bir tâbirdi. Bu makamda resmi ganem ıstılahı da istimal olunurdu. «Ağnam» koyun demek olan «ganem» in cemidir. Ganem; koyun demek olduğu, onun cem'i olan «ağnam» bu itibarla koyunlar mânasına geldiği halde «ağnam» ve «ağnam resmi» alelitlâk hayvanlar vergisi makamında kullanılmıştır. Çünkü ağnam resmi meyanında koyundan başka keçi, domuz ve deveden alman vergiler de dâhildi.

Ağnamdan muhtelif namlarla muhtelif za­manlarda tahsil olunan resimler aşağıda göste­rildiği veçhile yedi nevide toplanır:

1              — Ondalık ağnam resmi,

2              — Adeti ağnam resmi,

3              — Selâmet akçası; ya toprak bastı pa­rası, yahut geçit resmi,

4              — Ağıl resmi, yahut çit parası,

5              — Ağnam bacı,

6              — Serçin, derçin, ya zephiyye, yahut mürde bacı,

7              — Otlak, yaylak, kışlak resmi. Bunlardan ondalık ağnamıyla âdeti ağnam

resmi başlıca bir kalem teşkil eder ve her | malî sene başında birlikte olarak sancakça müzayede ile mültezimlere maktuan ihale olunurdu. Mültezimler iltizam ettikleri yerlerdeki

 

AHAR- Yazı yazarken yapılan yanlışların tashihinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen sulu maddeye verilen addı. Bir de kâğıdın parlak görünmesi, bu sayede pürüzlü, mesamatı geniş, kısmen kaba, delikli ve kalemin yürümesine gayrimüsait, mürekkebi yaymaya müstait ham kâğıt ıslah edilmiş ve bu aharlama sayesinde kalemin yürüyüşü ve mürekkebin akışı temin edilmiş olurdu. Bu ameliye yapılmış olan kâğıtlara baharlı kâğıt» ismi verilirdi.

AHİTNAME- İki hükümet arasında sulh ve asayişe, siyasi, ticari ve sair işlere dair imza ve teati olunan mukavelelerle devletçe muhtelif hususlar için siyaseten tanzim olunan resmî evrak hakkında kullanılır biç tâbirdi, Biri Arapça, diğeri Farsça iki kelimeden terekkubeden ve ahit, soz vermek, üzerine almak; name ise mektup, bir taraftan diğer tarafa yazılıp gönderilen kâğıt mânasına gelen bu ıstılahın Türkçesi «soz kâğıdı» dır. OsmanlIlarda iki hükümdar gibi iki kumandan arasında da ahitname yapılırdı. Ahitnameler yedi rükün üzerine tertibedilirdi: l)Cenabıhakka hamdü sena; 2) Hazreti Peygambere salâtü selam ; 3) Ahdü pey manın büyüklüğü; 4) Muahedeye muhalif hareketten çekinme; 5)Ahdin keyfiyet ve ehemmiyetini izah ve tafsil; 6) Ahdinde durmanın lüzumu ve aksinden çekinme ; 7) Allahtan, ahde sadakatte sebat etmek

AHKÂM DEFTERİ- Kanunnamelerle hükümlerin ve nizam mahiyetinde olan kararların aynen kaydına mahsus defterin adı idi. Kalemlerin herbirinde böyle bir defter bulunur, o gibi şeylerin örnekleri olduğu gibi oraya geçirilirdi. Muameleleri vâsi olan kalemlerde her sene için ayrı şyrı defter tutulurdu. İşleri o kadar geniş olmıyanlarda ise birkaç seneliği bir araya getirilir, defter dolunca yenisine kaydedilirdi. Çok dikkat ve itina ile tutulan bu defterler daimî bir müracaat yeri idi. Eski bir muamele, yahut bir iş mevzuubahsol-duğu zaman bu defterlere bakılır, ona göre mütalaa beyan veyahut muamele ifa edilirdi.

 

AKAĞALAR- Osmanlı sarayında kullanılan hademelerden bir kısmının unvanıydı. Osmanlı sarayının harem hizmetinde siyahi haremağaları istihdam olunduğu gibi akağalar da kullanılmıştır. Habeş'ten gelen haremağaları misillû akağalar da padişahlığın ve onun kaldırılmasından sonra bir müddet devam eden halifeliğin ilgasına kadar devam etmiştir. Akağaların ekserisi boşnak ve bir kısmı Anadolulu idi. En son vazifeleri Topkapı Sarayı kapıları bekçiliğinden ve aynı sarayın bazı dahilî hizmetlerinden ibaret kalmış olan akağaların haremağalarından farkı, evvelkilerin beyaz, sonrakilerin siyah olmalarından ibaretti. Recüliyet noktasından biri birinden farklı değildiler. Bununla beraber akağalar hilkaten erkeklikten mahrum oldukları halde siyahiler sureti mahsusada ihsa edilmişlerdi. Bunlara aynı zamanda «tavaşi» de denilirdi. Sarayda akağalar istihdamına ilk evvel İkinci Murat zamanında başlanmıştır. Adedi kırk olan akağaların meratip silsilesi de onun zamanında vücuda getirilmiştir. İçlerinden temayüz edenler kilercibaşı, hazinedar başı, kapı ağası olurdu. Akağaların en büyüğü (kapı ağası) idi. Saray kapıları bunlar tarafından muhafaza olunduğu için içeriye girip çıkanlara bunlar bakarlardı. Padişahların hususi hizmetlerini de bunlar görürlerdi.

AKÇA- Vaktiyle tedavül eden gümüş paranın adıydı. «Kamus-u Türki» de şöyle izah olunmuştur:

1.- Vaktiyle mütedavil bulunmuş bir küçük gümüş sikke.

2.- Nakit, para, zenginlik; ak akça gümüş meskukât; ufak akça - bozuk para; akça etmez, bir akça - pek değersiz, akça tahtası - sarrafların para saydıkları kenarlı ve bir tarafı dar ve açık tahta; bir kese akça - beş yüz kuruş meblâğ; akça kesesi - para kesesi.»

«Ak» Türkçede beyaz demek olduğundan «akça» beyaz sikke demek olur. Akça adlı para Osmanlı padişahlarından Orhan tarafından 1328 (H. 729) senesinde Bursa’da bastırılmıştır. İlk basılan akçanm vezni rubu miskal, yani altı kırat ve 1,154 gramdan, ayan da yüzde doksandan ibaretti.

İlk Osmanlı sikkesi o vakte kadar bütün İslâm meskûkâtında müstamel olan dirhem ve dinar usulünden büsbütün başkaydı, ve onlardan tefrik için de «akça-i Osmani» namı verilmişti.

AKINCI- Keşif, yağma ve tahrip maksatlarıyla ecnebi memleket arazisine akın yapanlara verilen isimdi. Osmanlı devletinin müessisi Osman Gazi zamanında şimdi bildiğimiz, gördüğümüz askerlerden ne eser vardı, ne de o teşkilat mevcuttu. O zamanda başlıca kabilenin ve daha sonraları ele geçirilen yerlerdeki İslâm ehlinin silâh tutanları sefer zuhurunda davet edilir, iş bitince de işleri güderiyle iştigal eylemek üzere terhis kılınırdı. Bunun bir şekli Umumi Harbi mütaakip Sırplarla birleşen «Karadağ» da vardı. Bu hükümetin muvazzaf askeri cüzüydü. Harb zamanında istihdam ettiği hep o iş için davet olunan eli silâh tutanlardan mürekkepti.

ALAY BEYİ- Vaktiyle miralay rütbesinde olan, vilâyet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908 inkılâbından sonra bu tâbir terk edilerek yerine «alay kumandanı» tâbiri ikame olunmuştur. Bu tâbir daha evvel de zeamet sahipleri hakkında kullanılırdı. Bu gibiler harb vukuunda tasarruf ettikleri zeametin icabettirdiği derecede kapı kulu götürmekle beraber bulundukları mıntıkadaki tımar sahipleriyle onların getirmeğe mecbur oldukları kılıç sahiplerine mensup bulundukları beylerbeylerinin maiyetinde olarak, kumanda ederlerdi.

ALAY İMAMI- Alay’ın birinci taburunun imamına verilen addı. Teşrifatta yüzbaşıya tekaddüm ederdi.

ALAY KÖŞKÜ- Padişahın gerek ordu alayını ve gerek diğer alay lan seyretmek için yaptırdıkları köşk hakkında kullanılan bir tâbirdi. Üçüncü Murat zamanında yapılan bu köşk Topkapt Sarayının Sogukçeşme tarafındaki köşesindedir.

ALEM- Sancak bayrak makamında kullanılır bir tâbirdi. «Kamus» da delâlet ettiği muhtelif mânalar için şu izahat vardır : «Alem fethateynle iki toprağı ayıran «sınır» a denür. Yollara konulan mil ve minare gibi nişana denür. Uzun dağa alâ kavlin dağa denür. Sevb ve kumaşta olan tamgaya denür ı ki nişan için ederler. Sancağa denür, rayet mânasına ve bayrağa denür. Sancak emir nişanı ve bayrak sair sergerde nişanı olduğu için. Bir kavim ve cemaatin seyyit ve zişanına denür. Cem’i a’lâm gelür.»

 

ALEMDAR- Bayrak taşıyanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bayrak, sancak mânasına Arapça bir kelime olan «alem» ile Farsça taşımak mânasına gelen «dâşten» mastarının, emri hazırı «dar» dan mürekkep bir ıstılahtı. Bu makamda «bayraktar», «sancaktar» da kullanılırdı. Alemdarlık yeniçeri ocağında bir vazifeydi. «Eba Eyyub-ül Ensari» «Alemdar-ı Resul» olarak tarihe geçtiği gibi Sultan Mahmut zamanında sadrazamlık eden Mustafa Paşa da alemdarlıkla şöhret bulmuştur.

ALERRÜUS CİZYE- Herkesin malî istitaati gözetilmek üzere şahıs üzerine ve adam başına tarholunan cizye demekti. Cizye; gayrimüslimlerden askerlik hizmeti karşılığı olarak alınan bir vergiydi. Bilâhara «bedel-i askerî» unvanını aldı, 1324 İnkılâbı üzerine herkesin asker olması esası kabul olunduğu cihetle bedel-i askerî de kalkmıştır. Alerrüus cizye, tam mânasıyla «şahsi vergi» demektir.

ALEYKE AVÎNULLÂH- Allahın yardımı senin üzerine olsun » mânasına gelen dua makamında bir cümledir.

ALKIŞ ÇAVUŞLAR- Eskiden Padişahlarla vezirlere yapılan alkış merasimini ifa eden bir kısım saray memurlarına verilen addı. Osmanlıların ihtişam devirlerinde kalabalık bir yekûn teşkil eden bu çavuşlar sonraları azaldığı gibi Tanzimatı  mütaakıp lâğvedilmiş, Saltanatın sonuna kadar devam eden alkışçılık hassa hademesi tarafından ifa olunmuştur.

 

ALKIŞÇILAR- Padişahlarla vezirleri alkışlayanlar hakkında kullanılır bir tabirdi. Vezirlerin alkışlanması Tanzimat’tan sonra kaldırılmış ise de padişahların j alkışlanması Osmanlı Saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. Eskiden (alkış çavuşları) t denilen saray adamları tarafından debdebeli bir şekilde yapılan bu merasim son zamanlardaki alaylarda 8-10 u geçmeyen basit birtakım adamlar tarafından yapılırdı. 1908 Temmuz İnkilabından sonra ikinci Abdülhamid’in halefi Sultan Reşad'ın başkâtipliğini yapan Halit Ziya Uşaklıgil hâtıralarında (Saray ve Ötesi, cilt 7, sahife 168, 169) buna dair şu tafsilât vardır: «Hademe arasında bir de alkışçılar tâbir edilen bir zümre vardı ki sırasına göre altı, sekiz, on kişiden terekküb ederek alaylarda tam hünkârın arabasının geçeceği bir yerde, halka halinde toplanırlar ve gür sesle bir şeyler söyleyerek

 

ALTI BÖLÜK- Yeniçeri askerinin süvari kısmını teşkil eden ve «Ebna-yi Sipahiyan» namını alan altı bölüğe verilen addı. Bu altı bölük mensuplarına «Altı bölük neferatı» denilirdi. Altı bölük, sipah, silâhtar, ulûfeciyan-ı yemîn, ulufeciyan-ı yesar, gureba-yi yemin ve gureba-yı yesar bölükleriydi. Epeyce bir zaman yalnız ismen mevcudolan «altı bölük» de yeniçerileri takiben lâğvedildi.

ALTMIŞLI- İlmiye rütbelerinden birinin adıydı. Bu rütbe İstanbul rüusuna dâhildi. İstanbul rüusunun aşağıdan yukarı doğru dereceleri şöyleydi: İptida-i hariç, hareket-i hariç; iptida-i dâhil, hareket-i dâhil, musile-i sahn, sahn-i seman, iptida-i altmışlı, hareket-i altmışlı, musile-i Süleymaniye, Süleymaniye, dâr-ül hadis-î Süleymaniye. İstanbul rüusundan İzmir paye i mücerredine terfi edilir, oradan Edirne paye-i mücerredine, sonra da sırasıyla devriye mevalisi, mahreç, Bilâd-ı Hamise, Haremeyn, İstanbul, sadr-ı Anadolu, sadr-ı Rumeli'ye çıkılırdı.

AMANNAME- Teslim halinde mal ve canlarına dokunulmayacağına dair muhariplere verilen kâğıt hakkında kullanılır bir tâbirdi. Eminlik, korkusuzluk, müsaade demek olan Arapça eman ile mektup, bir taraftan diğer tarafa yazılıp gönderilen kâğıt mânasına gelen Farsça name’den terekkübeden bu ıstılahın mânası «güvenlik kâğıdı» demektir. Yazılı olarak veya olmayarak verilen amanlara «aman verildi» denildiği gibi dayanma imkânına göremeyerek amanla teslim olmak istenilme haline de «aman istedi», «aman diledi» denilir.

AMED- Maliye ve rüsumat ( vergi) idarelerinde defterlerde kayıt işareti olarak kullanılır bir tâbirdi. Farsça gelmek manasına olan « âmeden » mastarından alınmadır. “ Geldi “ ye delâlet ederdi. « Kaydı silindi », “gitti” makamında da yine Farsça gitmek mânasına olan «reften» mastarından « reft » tâbiri istimal edilirdi.

AMEDÎ- Yeniçeri Ocağıyla sonraları askerlik dairelerinde efrat için tutulan defterlerde kullanılır bir tâbirdi. Bölük, tabur veya alaya mal edilen adamın künyesi yazılırken yanına «amedî» işareti konulur, karşılısına nereden geldiği ve tarihi yazılırdı. Terhis edildiği veya başka bir yere naklolunduğu zaman yine künyesine « gitti » makamında “refti » işareti yazılır ve karşılığına nereye gittiği ve tarihi kaydolunurdu.

ÂMEDİYE- Ecnebi memleketlerden gelen mallardan gümrüklerce alınan resim hakkında kullanılır bir tâbirdi. Farsça gelmek mânasına olan «âmeden» mastarından alınmadır. Bu resim satandan alınırdı.

AMEDİYE RESMİ- Tanzimattan evvel vali gibi büyük memurlardan gelenlerin masrafına karşılık olmak üzere verilen para hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bu paralar; devlet işlerinin görülmesi için yapılan masraflarla birlikte «Ruz u Hızır» ve Ruz-u Kasım» itibariyle iki taksitte alınmak üzere kadılar tarafından halka tevzi (tarh) olunurdu.

ÂMİL- Halife, hükümdar ve emîr tarafından emvalin alınması işine memur edilen kimsenin unvanıydı. Şeriat lisanın da aslolan unvan budur. «Amilin» ile cemilendiği gibi « ummal » ile de cemilendirilirdi.

Âmil unvanı İslâm memleketi büyüdükçe büyümüş, sonraları valilere de âmil denilmiştir. Şeriat nazarında âmil ve vali olmak için birinci şart, o zatın salâh ve iffet ehlinden ve diyanet ve emanet erbabından olmasıdır.

ÂMİN ALAYI- Vaktiyle mektebe başlatılan çocuklar için teberrüken yapılan merasim hakkında kullanılır bir tâbirdi.

 

Süryaniden Araplaşmış bir kelime olan «âmin» «Rabbim kabul eyleye, öyle olsun» mânalarına gelir.

ÂMİRE- Eskiden bir kısım müesseselerin hükümete mensubiyetini anlatmak üzere kullanılan bir tâbirdi. Matbaa-i Amire, Tersane-i Âmire, Tophane-i Âmire, Darphane-i Âmire bu cümledendir.

ANADOLU AĞASI- Yeniçeri ocağı yüksek rütbeli zabitlerinden birinin adı idi. Başlıca vazifesi Türk ve İslâm usul ve terbiyesini öğrenmek üzere Türk çiftçilerine verilen pençik ve devşirmelerin kaçmamaları ve bunların sevk ve celpleri ve kontrolleri işi idi.

ANAHTAR AĞASI- Saray hizmetlerinin mühimlerindendi. Tülbent ağalığına zilyed olan anahtar ağasının vazifesi has odalıları tariklerince istihdam etmek, hasta olanları tedavi için hastaneye, evleri olanların evlerine gitmelerine ruhsat vermek, ocak vazifelerini tevzi etmek, mahlûl nanpare vukuunda çıraklığa talib olanlara arzuhallerini silâhtar ağaya arz ve takdim eylemek, ağaları alesseher uyandırıp camiye sevk etmek, ağaları yekdiğeriyle hüsn-ü muaşeret ve ülfete tergibeylemek, hane-i hassa ağalarının içtima ve âramlarına mahsus ve «Yeşil Direk» unvanını taşıyan encümen-i ülfetin nezafeti dairesine nezaret etmek, aşağı koğuş ağalarının gündüzleri okuyup yazmamak için gizlenen ve Babüssaade ve civarında gezinen haylazları koğuşlarına göndermekten ibaretti.

    Anahtar ağası yeni sarayda kalan umum iç oğlanlarının zabiti olduğu cihetle padişahlarla beraber sayfiyeye gidemeyerek sarayda kalır ve vazife-i mevduasıyla meşgul olurdu.

ANBER- Vaktiyle saraylılar ve zenginler tarafından bâhi kuvveti artırmak için kullanılan sert, kokulu maddenin adıdır. « Ak anber > de denilirdi. Anber; esmer renkli, donuk manzaralı, keskin ve lâtif kokulu bir maddedir.

ANKA BEZİRGAN- Eskiden büyük tacirler hakkında kullanılır bir tâbirdi. « Kamus-u Türki » de ; lügat mânası « Kaf dağında durduğu zannolunan büyük kuş, ismi olup cismi olmayan şey» demek olan « anka » kelimesi izah olunurken avam tâbiri olarak « anka bezirgan » « pek zengin tacir »  demek olduğu da kaydedilmiştir. Anka kelimesinin bu tâbirde “emsalsiz » makamında kullanıldığı anlaşılıyor.

ARABESK- Motifleri birbirine girişik ve iç içe geçme olan ornement tarzına Avrupalılarca verilen isimdir. Avrupa’ya İslâm memleketlerinden gelmesi bu tâbirin kullanılmasına sebeb olmuştur. Halbuki bu tarz yalnız Araplarda değil, bütün İslâm milletlerinin tezyinatında görülür. Bu sebeple ona Arabesk demek doğru olmaz. Zaten ne Araplar, ne İranlılar ve ne de Türkler buna Arabesk demezler. Farsçada ve Osmanlı Türkçesinde bunun ismi (girift) tir. Son zamanlarda bazı Osmanlı nakkaşları bu kelimenin karşılığı olarak Arap yolu tâbirini kullanmışlardır. Fakat bu tâbir de bu tarzın Araplardan geldiği ve onlara has bir tezyinat tarzı olduğu fikrini vermesi dolayısıyla yanlıştır.

ARAKIYE- Kavuğun ve daha sonra fesin altına giyilen takkenin adıydı. Arak Arapça terdir. Bu itibarla arakıye ter alan, ter toplayan demek olur. Farisîsi «arakçîn» dir. «Lehçe - i Osmani» de «tiftikten tarpuş, arakçın, takke» suretinde izah olunmuştur. Her iki tâbir halk arasında da kullanılırdı. Pamuklusu ve sadesi olduğu gibi tiftikten, yünden yapılanları da vardı. Sonraları yalnız derviş serpuşu mânasında kullanılmıştır.

ARAK RESMİ- Vaktiyle rakıdan alman resim hakkında kullanılır bir tâbirdi. Arapça bir kelime olan «arak» rakı demek olduğu gibi ter mânasına da gelir. «Kamus u Türki» de şöyle izah olunmuştur:

«Ar. 1. ter: Arak-ı cebîn = alın teri. 2. Ter gibi tereşşuh ederek hâsıl olan ruh, meyva vesaire envaından taktirle istihsal olunan ispirto, rakı ( “Rakı” bundan galattır).*

ARAZÎ-Î ÂMİRE- Kendisinden herhangi bir surette istifade olunan yerler hakkında kullanılır bir ıstılahtı. Farisî kaidesiyle terkip olup mamur yerler demektir.

ARAZİ-İ EMÎRİYYE- Rekabesi beytülmale ait olarak hükümet tarafından muayyen şahıslara teffiz olunan arazi hakkında kullanılır bir tâbirdi. Rekabesi beytülmalde ipka olunan araziye arazi-i emîriyyeden başka «arazi-i memleket» ve «arazi-i havz» da denilirdi. Arazi-i emîriyye yerine «arazi-i beytülmal», «arazi-i sultaniyye» tâbirleri de kullanılırdı.

«Arazi-i emîriyye» bazıları tarafından tâbi tutulduğu muamele gösterilmek suretiyle «rekabesi beytulmale ait olmak üzere memuru tarafından yalnız tasarruf hakları bilâ müeccele ve fakat nakdi ve mahsulü müeccele veyahut hem muaccele ve hem de nakdi veya mahsulü müeccele mukabilinde müddetsiz hakiki veya mânevi şahıslara icar edilen arazidir» şeklinde tarif olunmuştur.

ARAZİ-1 HARACİYYE- Öşür yerine maktu vergi alınan yerler hakkında kullanılan bir tâbirdi. Bıı kabîl araziye, öşriyye denilmiyerek haraciyye ıtlak olunması “ibadet mânasını mutazammın olan öşrün naehle izafesinden ihtiraz edilmiş olmasından, ileri gelmişti. Bu vergi garimüslimlerden alınırdı.

ARAZÎ-1 METRUKE- Mera, harman yeri ve baltalık gibi ahaliye terk olunan yerlere verilen addı. Arazi-i metruke iki kısımdı:

1- Umum nâs için terk edilmiş yerler. Baltalık, mera, yaylak ve kışlak gibi mahaller bu cümledendi.

2- Bir karye (köy) ve kasaba veya mütaaddit köy ve kasabanın umum ahalisine terk ve tahsis olunan yerler. Yollar, pazarlar, panayırlar, namazgahlar bu kabildendi.

ARAZİ-İ MEVAT- Hiç kimsenin tasarruf ve temellükünde olmadığı ve ahaliye terk ve tahsis kılınmadığı halde yüksek sesli kimsenin sesi işitilemeyecek derecelerde köy ve kasabadan uzak olan hâli yerlere verilen addı. Kanunen mesafe bir buçuk mil, yani yarım saat itibar edilmişti. Mevat, cemat vezninde ve mânasında olarak cansız şey demektir.

ARAZÎ-İ MEVKUFE- Bir cihete vakfedilmiş olan araziye verilen addı. Mevkufe; vakıf mastarından ism-i mefuldür. Vakıf; lügatte mutlaka men ve habs manasınadır. Şer’î ıstılahta vakıf aynı memlûkeyi temellükten habs ve menafiini tasadduk eylemektir. Bu surette arazi-i mevkufe veçhi meşruti üzere vakf olunmuş arazi demek olur.

ARAZÎ-1 ÜŞRİYYE- Hasılatından üşür alınan yerler hakkında kullanılan bir tâbirdi. Bu tâbir ilk evvel Arabistan’da şayi olmuştur. Su tedariki müşkülâtı bulunan Arabistan’daki arazi, üşriyye addolunmuştu. Buna da sebep büyük nehirler olmadığı için susuzluktan müzayaka çeken yerlerin maktu vergiye tâbi tutulmaları halinde sahiplerinin mâruz kalacakları müşkülâttı. Elde edilen mahsulden üşür alındığı surette, vergi mahsulün onda birinden ibaret olacağı, mahsulün az ve çok oluşuna göre vergi azalıp çoğalacağı için, maktu vergideki mahzur bertaraf olmaktaydı.

 

ARKEBÜZ- Osmanlılar tarafından ilk evvel kullanılmış olan bir nevi fitilli tüfeğin adıydı.

ARMA- Bir aileye, bir hükümdara, bir şehre veyahut bir hükümete ait fârik alâmete verilen addı. “Tıraz” dahi denilir.

ARPALIK- Memurlara bir nevi munzam tahsisat ve azil, yahut tekaüd edilen mülki ve ilmî memurlara .mazuliyet ve takaüt maaşı kabilinden verilen şey hakkında kullanılır bir tâbirdi.

ARŞIN - Metrenin resmen kabulüne kadar kullanılmış olan ölçü aletlerinden birinin adı idi. Bu makamda «zira» tâbiri de kullanılırdı. O zamanlar metreye «zira-i aşari» denilirdi. «Habeş vezninde kulaç dediğimiz miktarı muayyene denir. İki kolları kanad gibi açıp iki canibe uzattıkta sağ elin parmaklan ucundan sol elin parmakları ucuna gelince mümted olan miktardan ibarettir.

ARUS RESMÎ- Gelin ve düğünlerde alınan resim hakkında kullanılır bir tâbirdi. Resim, evlenen kadınların kocalarından alınırdı. Arapça bir kelime olan «arus» un lügat mânası gelindir.

ARZ KÂĞIDI- Sadrazamların padişahlara gönderdikleri kâğıtlara verilen addı. Bu kâğıtlar 15x25 ebadındaydı.

ARZ ODASI- Padişahların elçileri kabul ettikleri odanın adıydı. «Topkapı» sarayında bulunan bu oda yanmış, Sultan Mecit zamanında şimdiki biçimde yapılmıştır. Aynı zamanda Divan-ı Hümayun toplantılarında alınan kararların padişaha sunulduğu odaydı.

ARZUHALCİ- Resmî makamlara arzuhal yazanlara verilen unvandı. Osmanlılarda arzuhalcilik müstakil bir meslekti. Bunların başında «arzuhalcibaşı» namıyla biri bulunurdu. ARZ AĞALARI- Has odalılar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Mâruzât işlerinde kullanıldıkları için bu adı almışlardı. Bunların birincisi odabaşı, ikincisi silâhtar, diğerleri de çuhadar ve rikâbdardı. Sonraları silâhtar birinci dereceye yükselmişti.

ARZA GİRMEK- Sadrazamların Topkapı sarayında Kubbealtında toplanan devlet erkânının müzakerelerinin neticesini bildirmek üzere padişahların huzuruna çıkmaları hakkında kullanılır bir tabirdi.

ASES- Asayişin muhafazası için kol gezen gece bekçileri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Osmanlıcada kullanılmamış olan Arapça “âs”ın cem’idir.

ASESBAŞI- Yeniçeri ocağını teşkil eden ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısının adıydı. Ocaktaki resmî ve askerî vazifesinden başka şehrin asayişiyle de alâkadardı. Polis müdürü demekti. Ortadaki zabitlerle münavebe suretiyle çarşı aralarında, mahalle içlerinde ve hassaten suizannı calip mahallerde dolaşır, kabahat işleyenlerden yakaladıklarını cezalarını görmek üzere icabeden yerlere gönderirdi. Bundan başka cuma günleri Sadrazamın gideceği camiin yolu üzerine ortasıyla beraber giderek kendisini selâmlar, canilerden birinin idamı halinde kezalik ortasıyla siyaset yerine giderek inzibatın muhafazasını temin eylerdi.

ÂSİTANE- Büyük tekkeler hakkında kullanılır bir tâbirdi. Farsça «âsitan» kelimesinden meydana gelmiştir. «Âsitan» eşik, dergâh demektir. Osmanlı saltanatı zamanında hükümet merkezi olmak, herkesin iş ve gücü orada görülmek dolayısıyla (İstanbul) için de Asitane tâbiri kullanılırdı. «Âsitane-i Saadet», «Âsitane-i Aliyye» tâbirleri de o makamda istimal olunurdu.

AŞAR-Toprak mahsullerinden alınan verginin adıydı. Aşar; onda bir mânasına olan «üşr»ün cem’idir. Üşür kelimesi kaideten «aşur» sıygasıyla cemilenmek lâzım gelirken “âşar” sıygasıyla cemilenmiştir.

ATEBE- Taht vesairenin mevzu olduğu döşemeden yüksek kademeli mevkiin adıydı. Oda içinde döşemeden yüksek yapılan mevkie de bu isim verilirdi. Kapı eşiği manasına olan bu kelime padişahın yüksek katı makamında olarak «atebe-i seniyye», «atebe-i felek-mertebe» suretinde kullanılırdı.

ATEŞBAZ- Sünnet düğünlerinde hokkabazların sabaha karşı pamuk yakarak oynadıkları oyuna verilen addı. Farsça «ateşbazi» den muharreftir. Ateşle oynayan, ateşle sanat gösteren oyuncu demektir.

ATÎYYE-Î SENİYYE- Padişahların verdikleri hediyeler hakkında kullanılır bir tâbirdi. Arapça bir kelime olan atiyye, hediyye, bahşiş demektir

ATLAMA- Fenercinin haber verdiği tümsekler, çukurlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Gece karanlığında tulumba omuzda olduğu halde dörtnala giden tulumbacılar, fenercinin “atlama” demesi üzerine önlerine bakarlar, arızayı düşmeden atlatırlardı.

ATLAMA TAŞI- Derelerde ve sel suları aktığı vakit sokaklarda ıslanmadan bir taraftan öbür tarafa geçmek için birer adımlık mesafelerde karşıdan karşıya fasılalı olarak bir sıraya konulan yüksekçe taşlara verilen addır. Üsküdar'da bu adlı bir yer de vardır.

ATLAS- İnce ipekten ve daha ziyade kırmızı renkte dokunmuş bir nevi kumaş hakkında kullanılır bir tabirdi. İncelerinden kadınlara, kalınlarından delikanlılara entari altına giyilir bir nevi şalvar yapılırdı. Yünle karışık olarak dokunan daha kalınları elbise kollarının içerisine astar makamında konulurdu.

ATMACACIBAŞI - Osmanlı Padişahlarının saraylarında şikâr halkı denilen avcılardan «Atmacacıyan-ı hassa» nın âmirine verilen addı. Atmacacıların atmacacıbaşısı olduğu gibi samsuncuların, zağarcıların, turnacıların dahi başları var idiyse de hepsine birden uzun zaman çakırcıbaşı birinci derecede âmirlik etmişti.

ATMEYDANI- Eski zamanlarda at oyunları yapılan meydanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. İstanbul'da Sultanahmet Camii yanında vaktiyle Bizanslıların at oyunları ve araba koşuları yaptıkları Hipodroma Türkler bu ismi vermişlerdir.

AVADANCI- Vaktiyle iki sınıf saray hademesi hakkında kullanılır bir tabirdi:

AVADANLIK- Hattatlarla kâtiplerin yazı için kullandıkları aletler.

AVARIZ- Fevkalâde ahval ve bilhassa harb sebebiyle tahsil olunan vergiye verilen addı. Bu makamda “avarız-ı divaniye” tâbiri de kullanılmıştır. Kelimenin ifade ettiği lügat mânasından da anlaşıldığı üzere avarız mûtat ve muayyen bir vergi değildir. Vakit vakit olmak üzere en evvel ev başına 20 şer akçe alınırken sonraları kırkar akçeye ve daha sonraları 300 akçeye çıkarılmış ve ondan sonra a reayadan beş riyal kuruş alınmıştır. Dördüncü Murat zamanında avarız alınan evlerin sayısı 120.000’di; fakat bunların 20.000 i çürüktü.

 

AVARIZ VAKFI- Gailesi (mahsul, kira) bir köy ve mahalle halkının, faizi esnafın avarız ve ihtiyaçlarına sarf olunmak üzere tesis olunan vakıflar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bir köy veya mahallede ve esnaf loncalarında hastalık dolayısıyla kâr ve kispten âciz kalanların infak ve iaşesine, fakirlerden ölenlerin teçhiz ve tekfinine, köy ve mahallenin kaldırım, suyolları ve sair bu gibi yerlerin tamirlerine sarf olunmak üzere tesis olunan vakıflar bu kabildendi. Bu gibi vakıflar bir hayır sahibi tarafından tesis olunduğu gibi mahalle veya köyün zenginlerinden, esnaftan para toplamak suretiyle vergilerin ödenmesi için kurulmuş vakıflar da vardı. Avarız vakıfları İstanbul’dan başka taşralarda da mevcuttu.

AVARIZ AKÇASI- Avarız adı altında alınan para hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bu tâbir hükümet tarafından avarız namıyla tahsil olunan para hakkında kullanıldığı gibi avarız vakfı münasebetiyle alınıp verilen paralar hakkında da istimal olunurdu.

AYAK BASTI PARASI- İstanbul ve taşranın bazı mevkilerinde teamül olarak hariçten gelenlerden alınan resim hakkında kullanılır bir tâbirdi. Buna toprak bastı parası da denilirdi.

AYAK DİVANI- Pek mühim ve müstacel veya fevkalâde haller dolayısıyla veya padişahın huzuru ile kurulan divan hakkında kullanılır bir tâbirdi. Meclis demek olan divanda padişahtan başka kimsenin oturmayıp ayakta durarak işin derhal bir karara bağlanması bu adın verilmesine sebeb olmuştur. Saraydaki ayak divanlarında padişahın oturmasına mahsus taht Topkapı Sarayının Babüssaade adı verilen kapısının ön kısmında mermer sütunlara müstenit revak veya sayvanın altında kurulurdu.

AYAK NAİBİ- Eskiden İstanbul'daki kadılıklara bağlı küçük mikyastaki hâkimler hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bunlar kazaları ve salâhiyetleri dâhilindeki dâvalara baktıkları gibi memur bulundukları yerlerin idare işleriyle de meşgul olurlardı. O meyanda belediye işlerine de bakarlardı.

ÂYAN- Biri halk mümessili vazifesini görenler, diğeri azası devlet tarafından seçilen meclis âzası hakkında olmak üzere iki makamda kullanılır bir tâbirdi. Halk arasından alalâde zenginler hakkında da istimal olunurdu. Ayanlar zamanla sancaklara yönetici olmuşlar, iltizamı da alarak nüfuz kazanmışlardır.

ÂYÎNEDAR- Eski zamanlarda büyük adamların giyindikleri zaman aynalarını tutanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Hamamda müşteri giyinirken ayna tutan adam hakkında istimal olunduğu gibi eskiden müşterilerini ayna karşısında tıraş etmeyip sonradan bir el aynası verdiği ve müşteri tarafından bakıldıktan sonra tıraş parasının bunun üzerine konduğu için alelıtlak berber mânasına da gelirdi.

AYVAZ- Eskiden kibar konaklarında mutfak ve sair bazı hizmetlerde kullanılan Vanlı Ermeni veyahut Kürt uşaklara verilen addı. Buna «saraydar» dahi denilirdi. Kâhya olmayan konaklarda vazifeleri daha genişti. Yemek taşımaktan başka vekilharçtık işlerini de görürlerdi.

Ayvazların başlıca vazifesi soba ve elektrik olmadığı o zamanlarda akşamları mangallara kömür yakıp koymak, lâmbalara gaz koyarak şişeleri temizlemek ve mangalları mahallerine tevzi eylemek ve yemek zamanlan mutfakta hazırlanan yemek tablalarını doğrudan doğruya selamlığa ve harem dairesine verilecek tablaları da “dönme dolap” a götürüp koymak ve icabında sebze ayıklamak suretiyle aşçılara yardım etmek gibi işleri yapmaktı.

 

AZAB- Muhtelif işlerde kullanılan askerler hakkında istimal olunur bir tâbirdi. «Kamus-u Türki»de: 1-Evlenmemiş, bekâr, ergen, mücerret Arabide müzekker ve müennesi müsavi sıfat olup evlenmemiş ünasa dahi ıtlak olunur. 2 - Tersane, sabıkta bahriye tüfekçisi: Azabkapısı, suretinde izah olunmuştur.

   Osmanlıların ilk devirlerinde daha yeniçeri teşkilâtı yapılmadan evvel “azab” namıyla bir askerî teşkilât mevcut olduğu gibi yeniçeri teşkilâtı yapıldıktan sonra da devam etmiştir.

    Bunlar reislerin emrinde (tüfek-endaz) bir sınıf idiler. Azablar gemi hizmetlerinde XV inci asrın ilk yarısında kullanılmışlardır. Başlarına “reîs» denilir, terfi edince de kaptan, yani kadırga kumandanı olurlardı. Her reîsin emri altında mevcutları 7-8 kişilik bölükler vardı.

AZAB AĞASI- Azabların en büyük âmirine verilen addı. Her vilâyette ayrı ayrı azab teşkilâtı vardı. Beylerbeyinin emri altında bulunan bu teşkilatın başında «azab ağası» namıyla bir âmir bulunduğu gibi «azab kâtibi» namıyla ikinci derecede diğer bir âmir de vardı.

AZZE NASRUH- Padişahlar hakkında dua makamında kullanılır bir tabirdi. «Yardımı bol olsun» masasına gelirdi. Bu tabir eski paralarla fermanlarda geçer. Azze ensaruh dahi kullanılmıştır.

BÂB- Arapça kapı, fasıl mânasına gelen bu kelimenin Osmanlılar zamanında başına ve sonuna eklemeler yapılmak suretiyle vücuda getirilen bir hayli şekil ve medlûlleri vardır: Bâb-ı-âli, Bab-üs-saade, bâb-ı hürnayun, bâb-üs-selâm, bâb-ı şerif, bâb-ı hükümet, bâb-ı devlet, bâb-ı fetva, bâb-ı seraskerî, bâb mahkemesi, Bâb-ı-âli hocası birinciye; bâb-ullah, bab-ül-ebvap, devr-i ebvap, bâb-ı âhiret, bâb-ı selâmet, bâb-ı cihad, bâb-ı hâli, bâb-ı inayet İkinciye örnek teşkil eder. Arapça kaidesiyle cem’i olan «ebvab» kullanıldığı gibi iki kapı mânasına olup dünya ve âhiretin remzi olarak da «bâbeyn» istimal olunmuştur. Hayır, uğur mânasına olmak üzere «bâb tutmak» mastarı da kullanılıyordu. «Salı günü işe başlamayı bâb tutmuyor» bunun misalidir. Resmî vesikaların sonunda görülen «babında» kelimesi dahi bundan üremedir. Bunlardan ıstılah olanlar ayrı ayrı izah edilmiştir.

BABIÂLİ- Osmanlı imparatorlusunun münkariz olduğu güne kadar devlet idaresinin merkezi sayılan yere verilen isimdi.

    Babıâli; büyük kapı demektir. İlk nazarda mânâsız gibi görünen bu ismin resmi bir müesseseye, idare ve siyaset kuvvetinin toplandığı bir daireye verilmesi çok eski bir şark ananesinden ileri geldiği derhatır edilince sebep ve hikmeti anlaşılır. Filhakika şarklılar hükümeti bir ev, daha doğrusu bir çadır gibi telâkki ederler ve bu sebeple onlara bu telâkkiyle mütenasip isimler verirlerdi.

BAB-ÜS-SAADE AĞASI- Enderun âmirlerinden birinin adı idi. Alçağalar kapısı denilen Bab-üs-saadenin muhafazasına akağalar memurdu. Akağalar, beyaz hadım ağaları idi. Akalaların en büyüğü (kapı ağası) idi. Enderun amirliği vazifesi bunlar tarafından görüldüğü için ehemmiyetleri büyüktü.

BAC- Farsça baj kelimesinin Arap telaffuzuna uydurulmuş şeklidir. Profesör Fuat Köprülü İslâm Ansiklopedisi’nde şu tafsilâtı veriyor: «Şehnamede ekseriyetle baj ve bazen de bac şeklinde geçtiği gibi, çok defa baj-u sav şeklinde yani sav kelimesiyle müterafık olarak da kullanılır, yine orada geçen baj-i Rum, Şarki Roma (Doğu Roma) hükümdarlarının mağlûbiyet devirlerindeki vergi ve tazminat mânasınadır.

BACDAR- Yol emniyetini temin mukabilinde muayyen yerlerde muayyen tarifeye göre para alan memura verilen addı.    

BACI AĞNAM- Pazar ve panayır yerlerinde satılan koyunlarla keçilerden alınan resmin adıydı.

BAHARİYE- Bahar tavsifiyle başlayan ve birinin sitayişiyle nihayetlenen kasidelere verilen isimdi. Bu bahariyeler garp edebiyatındaki tabiat şiirleri gibi tabiî değildir. Meselâ (Baki)’nin bir kasidesinde olduğu gibi bahçeyi çiçek ordugâhına, lâleyi sancağa, servi ağacını da sancaktara benzetmek suretiyle yapılan garip tasavvur ve tasvirlerdir.

BAJDAR- Eskiden gümrük resmini tahsil eden memura verilen addı. Baj (baç) gibi haraç, cizye, gümrük mânasına gelen Farsça bir kelimedir. Baç vergisini alan mânasına olarak (bacdar) suretinde de kullanılırdı.

BAJDARHANE- Baç, gümrük resminin alındılı yer hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bajdarhaneler şehirlerin kenarlarında, şimdiki gümrük bina ve kulübeleri biçiminde şeylerdi. Bajdara (bacdar) denildiği gibi bajdarhanelere de (bacdarhane) de denilirdi.

BAKI KULU- Vergiye müteallik hususat ile sair muhassasatı tetkik ve yoklama ile memur olan hazine memurlarına verilen unvandı. Maliye müfettişi demekti. (Baş bakı kulu) bunların âmiriydi. «Bakı» bakmak mastarından gelir. Bakı kulu bu itibarla müfettişin tam mukabilidir.

BÂLÂ- Farsça yüksek, âli, üst, boy mânalarına gelen bu kelime Osmanlı devletinde mülki rütbelerden birinin adı idi

BALBAL- Eski Türklerde mezarların üstüne ve bir kısım tesisatın etrafına anıt olarak dikilen yekpare ve uzunca taşlara verilen addı. Üzerlerinde kabartma veya kazma yazılar ve işaretler bulunanlar da vardı. Celâl Esat Arseven kıyılarda gemi halatlarını bağlamak için yere dikilmiş balbal şeklinde taşlara ve buna benzer kazıklara baba tâbir edilmesi bu balbal sözünden gelme olsa gerektir diyor.

BALABAN- Bir nevi doğandır. Bu adı alan Müslüman ve Hıristiyan Türkler vardır. Balaban halk dilinde büyük demektir.

BALÂHANE- Medreselerin üst kısmında, kubbeler civarında müderrisler için yapılan odalara verilen addı. Şimdi kütüphane olarak kullanılan Süleymaniye Medresesinin arkasıyla Küçük Ayasofya Medresesinin köşesinde bu türlü odalar mevcuttur.

BALIM EVİ- Bektaşi tâbirlerindendi. Hacı Bektaşi Tekkesindeki evlerden birinin ismiydi. Burası ayrı bir tekkeydi. Balım Evi babasının yanında ayrıca babalar da vardı. Banlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Harice çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dede babaya tabi idi. Bunlar mücerret babalardı. Balım Evinin son babası (Japon Hasan Baba) idi.

BALKAPANI- Eskiden yağ, bal ve sair bakkaliye emtiasının satıldığı yer hakkında kullanılır bir tâbirdi.

BALMAN- Eski Türkçede put ve anıt taşı mânasına gelen bir kelimedir.

BALTACI- Padişah sarayının dış hizmetlerinde kullanılan bir kısım müstahdemine verilen unvandı. Zülüflerinden kinaye olarak bir kısmına da «zülüflü baltacılar» denilirdi. Atâ Bey (Ata tarihi, c. 1. s. 36) baltacılık vazifesinin İkinci Murat zamanında ihdas olunduğunu yazıyor.

 

BALYEMEZ- Osmanlılar tarafından bir zamanlar kullanılıp sonra istimalden iskat olunan uzun menzilli topun ismiydi. İtalyan’ca «Ballemezza» ye Avusturyalıların «Balimoz» dedikleri top isminin tahrif edilmiş şeklidir.

BALYOS- Venedik Cumhuriyeti’nin Osmanlı Hükümeti nezdinde bulundurduğu elçisi hakkında kullanılır bir tabirdi.

BASTIRMA- Yeni yapılmış topların tecrübe atışı hakkında kullanılır tâbirdi.

BAŞ ALKIŞÇI- Padişahı muhtelif vesilelerle alkışlayan divan-hümayun çavuşlarının başına verilen addı. Dua ve sena demek olan alkış, Osmanlılardan evvelki Türk devletlerinde de vardı. Alkış, sadrazamlara da yapılırdı. Padişahları divan-hümayun çavuşları,, sadrazamları da alay çavuşları alkışlarlardı. Osmanlı hükümdarlarının; son baş alkışçısı Şeyh Tevfik Beydi.

BAŞ BAKI KULU- Eskiden şimdiki maliye müfettişlerinin gördükleri işleri yapan bakı kullarının başlarına verilen addı. Tanzimat’tan sonra başmüfettiş unvanını almıştır.

BAŞCÜCE- Saraydaki cücelerin başlarına verilen addı. Zarif ve nüktedan olanlardan padişahlara musahiplik edenler de olmuştur. Başbakanlık Arşivinde İkinci Sultan Mustafa'ya ait dosyadaki bir vesikaya göre (Vesika No. 8911) bu padişah zamanında has odada bir, hazine koğuşunda biri baş olmak üzere üç, seferli koğuşunda da bir baş-cüce vardı.

BAŞDEFTERDAR- Tanzimat’a kadar devletin malî işlerinin başında bulunmuş olan memurun unvanı idi. Buna “Rumeli defterdarı”  “Şıkkı evvel defterdarı» da denirdi.

BAŞEFENDİ- Hazine-i hümayunda bulunan ithalât ve ihracat defterleriyle diğer kayıtları tutan ve «gedikli efendiler» adıyla anılan dört kâtibin birincisi hakkında kullanılır bir tâbirdi. Diğer üçüne sırasıyla ikinci, üçüncü, dördüncü efendi denilirdi.

BAŞESKİ- Yeniçeri ocağında orta veya bölük efradının en eski ve kıdemlilerine verilen addı. Bayraktarın bir derece dununda idi. Bunların kadir ve itibarları, nüfuzları pek ziyade idi. İstanbul’da bulunan kollukların, yani karakolların kumandanı olan baş karakullukçunun başeskilerden olması usuldendi. Marsigli’ye göre ortanın yarısı kırmızı, yarısı sarı ve üzerinde zülfikar resmi bulunan bayrağını taşımak başeski olmağa mütevakkıftı.

BAŞHASEKİ- Hasekilerin en kıdemlisine verilen addı. Yeniçeri ocağının cemaat ortalarından 14, 49, 66, 67 nci ortalarına hasekiler denilirdi. Her bir ortanın ayrı ayrı birer kumandanı vardı. Hasekiler itibarlı olup kendilerine ağalar diye hitab edilirdi. Rivayete göre hasekiler Fatih Sultan Mehmet zamanında ihdas edilmiştir. Sarayda biri erkek, diğeri kadın olmak özere iki zümreye de haseki adı verilmiştir. Kadınlardan padişahların gözüne girip odalık mevkiine yükselenlere «haseki» denilirdi.

Bostancılar arasında da bu namla anılan küçük zâbit rütbeli bir sınıfa verilen addı. Bunlara bostancı hasekileri de denirdi.

BAŞ İKBAL- Padişahın en kıdemli odalığına verilen addı. Teveccüh, meyil, arzu, baht, talih, yıldız barışıklığı manalarına gelen ikbal kelimesi saray ıstılahında mukbil cariye, odalık hakkında kullanılır bir tâbirdi. İkballer, gözdelerden seçilirdi. Gözde olmak için müstesna bir güzellikle beraber saray usul ve âdabına vâkıf olmak da lâzımdı.

BAŞKADIN- Padişahlann nikâhları altında bulundurdukları alelekser dört kadından en yaşlısının aldığı unvandı. Kadınlar (ikbal) lerden, onlar da ( gözde ) terden seçilirdi. Gözde olmak için müstesna bir güzellikle beraber saray usul ve âdabını öğrenmiş olmak lâzım gelirdi. Cariyelikle saraya alınan genç kızlar ilk evvel (hazinedar usta) tarafından intihab olunan kendi maiyetindekilerden birinin yanına verilir, o suretle terbiye edilirdi. İçte bunlardan hüsünleri ve cazibeleriyle temayüz edenler gözde, ikbal ve nihayet kadın olurlardı. Cariyelerin içinde ikballikte kalıp kadın olamayanlar olduğu gibi kadınlardan da başkadınlığa irtika edemiyenler çoktu.

BAŞMAKLIK- Havas-ı Hümayun köylerinden padişahın anası, kız kardeşi ve kızı gibi kadın sultanlara ve hasekilere tahsis edilen 20000 akçaya kadar olan tâyinat ve tahsisata verilen addı. Başmak, elbise ve diğer giyim eşyasının masrafları karşılığı olduğu için, bu isim verilmişti.

BAŞTARDA- Buharlı gemilerin icadından evvel Osmanlıların kullandıkları harb sefinelerinden birinin ismiydi. «Lehçe-i Osmani» de (1306 tab'ı) «baytarda; İtalyancadan firkate gibi hafif gemi, çektirinin büyüğü, sabıkta sancak beyi gemisi, daha büyüğü kadırga, kalyon» suretinde tarif olunmuy-tur. «Kamus-u Türki» de biri «bastarda» diğeri «başterde» olmak üzere iki suretle yazılmış, ayrı ayrı izah olunmuştur. Bastarda için «bir cins küçük gemi, kadırganın küçüğü, geminin başındaki ufki direk», başterde için de «eskiden bir nevi harb gemisi. Baştarde» izahatı vardır.

BATARYA- Omurgadan geçen amut sathının top alet-i nâriyesini, hâsıl olan herhangi güverteden kat’eden mahal ile alabanda beyninde vâkı kısma denir.

BÂTINİYE- Her zâhirin bir bâtını olduğunu ve Kur’an ile hadislerin ancak tevil ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara verilen isimdir. Batinilere, muhtelif vesileler ile verilmiş olan isimler şanlardır:

1) Karamıta, 2) Saibiye, S) İsmailiye, 4) Mübarikiye, 5) Babekiye.

BATMAN- Yerine ve malına göre iki okkadan altı okkaya kadar olan ağırlık ölçüsüne verilen addı.

BAYRAKTAR- Bayrak taşımak vazifesiyle mükellef olana verilen addı. Yeniçeri ocağını teşkil eden ortaların bayraklarını taşımak için her ortanın bir bayraktan olduğu gibi sair kapıkulu ocaklarını terkib eden ortaların da her birinde birer bayraktar mevcuttu. Sipahilerin de kendilerine mahsus bayrakları ve bayraktarları vardı. Beylerbeyleriyle ümera kendi tevabiiyle sefere iştirak ettiklerinden onların da bayraktarları mevcuttu.

Yeniçeri ocağındaki bayraktarlar aynı zamanda orta zâbitanından sayılırlardı. Her ortada en eski ve kıdemli olmak hasebiyle pek ziyade itibar ve nüfuza malik olan ve «baş eski» tesmiye olunup orta zabitanından sayılan nefer dahi bayrak taşımak hususunda bayraktara yardım ederdi.

Bayraktar; başına aşağı kısmına çaprazvari beyaz bir sarık sarılı mavi bir külah giyer, arkasına kırmızı cüppe, ince entari, bacağına kırmızı dövme şalvar, ayağına da sarma çizme giyerdi.

«Alem» taşıyana alemdar, «sancak» taşıyana da sancâktar denilirdi.

 

BAYRAM ALAYI -Ramazan ve kurban bayramlarının birinci günleri  Osmanlı padişahları bayram namazını kılmak üzere camiye gelirken yapılan merasime verilen addı.                     

BAZDAR- Avcılıkta kullanılan kuşlara bakanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Farsça bir kelime olan bazdarın lügat mânası doğancı'dır. Kuşların terbiyesine, yiyip içmesine bakanlara, baktıkları kuşların adlanan göre, çakırcı, doğancı, şahinci de denilirdi.

BAZİRGÂN- Hicrî on ikinci ve on üçüncü asırlarda Hıristiyan tüccarlar hakkında avam beyninde kullanılan bir tâbirdi. Bu makamda «çorbacı» ve «çelebi» tâbirleri de istimal olunurdu.

BAZIRGÂNBAŞI- Saraya çuha, bez, tülbent gibi lâzım olan malzemeyi tedarik eden adam hakkında kullanılır bir tâbirdi.

BAZUBEMD- Kola bağlanan muska hakkında kullanılır bir tâbirdi. Farsça kol mânasına olan “bazu” ile bağlama mânasına gelen “bend” den terekküb eden bu ıstılahın mânası “kol bağı” demektir.

BEC- Eskiden Osmanlılar tarafından Avusturya hükümetinin merkezi olan Viyana şehrine verilen addır. Tanzimat’tan sonra bu tabir terk edilmiş, bütün dünyaca kullanılan Viyana ismi kullanılmağa başlanmıştır.

BECALEŞKA- Eskiden (on altıncı asırda) kullanılan toplardan birinin adıdır. Bunlar kale döğmeğe mahsus büyük toplardandır.

BEDESTEN- Üstü kapalı çarşılara verilen addır. “Bezzazistan”ın  muhaffelidir. “Bezzaz” bezci, bez dokumacısı mânasına geldiği için “bezzazistan” bezciler çarşısı demektir.

«Lehçe-i Osmani» de bedesten kelimesi  için: «Es. Aslında bez satılan bezzaz mahalline» 1 nefîs kumaşlar satılan yer, silâh bedesteni, cevher bedesteni, sandal bedesteni » izahatı vardır.

BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ- Osmanlılığın sonuna kadar Harbiye Nezareti dairesi olarak kullanılmış olan Beyazıt’ta şimdiki İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Tıp fakülteleri binasının avlusundaki askerî tevkifhane hakkında kullanılır bir tâbirdi. 1908 Temmuz inkılâbından evvel tevkifhane memurluğunu yapan Bekir Ağanın adına nispetle bu ismi almıştı. 1908 Temmuz inkılâbından sonra siyasi mevkuflar burada hapsedilirlerdi. Nitekim mütareke devrinde İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelenleri ve eski nazırlardan bazıları burada mevkuf bulundurulmuşlar ve oradan Malta’ya sürülmüşlerdi.

BENALUKA- Küçük ve renkli çuha parçalarının çiçek ev sair tezyini şekillerde kesilip yan yana dikilmesi suretiyle vücuda getirilen seccade, perde, minder örtüsü ve duvar halısı gibi şeylere verilen addır. Bunların eski bir Türk memleketi olan Bosna’daki o adla anılan kasabada yapılmış olmaları bu ismin verilmesine sebep olmuştur. Eskiden Edirne'de yapılıp gene bu namla anılanlar içinde pek sanatkârane olanları da vardır. Bu nevi kesme parçalı işlemelere «katık» da denilir.

BENDE- Mülki ve asker mensuplarının imzalarının üstüne koydukları bir tâbirdi. Yine bunlar tarafından konuşmalarda ve yazılarda “bendeniz”, «”ende-i dirineleri” suretinde de istimal olunurdu. Daha ifrata varılarak “ bende-i çaker-i kemineleri” de denilirdi.

 

BENDER- Ticaretgâh olan iskele, liman, kasaba ve şehir hakkında kullanılır bir tabirdi. Bendergâh, bendergeh de bu makamda istimal olunurdu.

BENNAK- Raiyyet yazılı olanların timar sahibine verdikleri resimlerden birinin adıydı. Bu resim kazanç vergisi kabilinden bir vergiydi. İki kısma münkasem olan bu resimden “ekinlü bennak” elinde olan yeri nim çiftlikten az olan kimsenin verdiği resimdi, miktarı da on sekiz akçaydı. Diğeri “caba bennak” olup uhdesinde arazi olmamakla beraber evli bulunan ve çalışıp kazananların ödedikleri resimdi. Bunun miktarı da on iki akçaydı. Bu İkincisine “caba akçası” da denilirdi. Bu vergi mart ayında istîfa olunurdu.

BERAT- Arapça bir kelime olarak lügat manası “yazılı kağıt ve mektup” deme olan bu tâbir Osmanlı devleti teşkilâtında bazı vazife, hizmet ve memuriyetlere, tâyin edilenlere vazifelerini icra salâhiyetini tevdi etmek üzer padişahın tuğrası ile verilen mezuniyet ve tâyin emirleri hakkında kullanılan bir ıstılah.

BERD-EL-ACÛZ- Kocakarı soğuğu demek olan bu tabir martın onundan on altısına kadar olan müddet hakkında kullanılır. “ Arapçada berd soğuk, acûz da kocakarı demektir. Hurafeye göre vaktiyle bir kocakarının sahip olduğu yedi keçinin bu günlerde stresiyle birer birer donup ölmeleri tesmiyeye sebep olmuştur.

BEŞLİKÇİ OCAĞI- Bostancıbaşı maiyetinde bir ocaktı. Vazifeleri ok takımlarını muhafaza ve taşımaktı. İçlerinden altı neferi gidiş vukuunda ok takımlarını taşırdı. Bunlara “avadan bostancıları” da denilirdi.

BEŞLİ YlLDIZ- Türk tezyin sanatında kullanılan bir yıldız şeklidir. Buna “Beş kollu yıldız” da denir. Bu şekil «Mühr-ü Süleyman» denilen altı kollu yıldız gibi tılsım mahiyetinde kullanılan bir işarettir.

BEŞLÛ- Beş akçe ulûfe yeniçeriler hakkında kullanılır bir tâbirdi. Vazifeleri askere yol açmak, delillik işini görmekti

BEŞLÛ AĞASI- Yeniçerilerden beş akçe ulûfeli olanların sergerdesi, yani âmir ve zabitiydi. Bunların vazifesi askere yol açmak, delillik etmektir.

BEVVÂB- Mevlâna’nın türbesinin türbedarlarına verilen addı. Türbe kapısını açıp kapamakla mükellef olmaları bu isimle tesmiye olunmalarına sebep olmuştu.      

Arapça bir kelime olan bevvâbın lügat mânası kapıcı, kapı bekçisidir.

BEYLERBEYİ- Osmanlılar memleketi şimdiki vilâyet usulüne yakın bir surette eyaletlere ayırmışlar ve eyaletlerin başı da beylerbeyi unvanını taşıyan askerî ve mülki salâhiyetleri haiz birer büyük memur ikame etmişlerdi. Bu hale nazaran beylerbeyi demek vali demektir.

Osmanlı teşkilâtında pek mühim bir memuriyet olan beylerbeyilik çok eskidir. Padişahlardan hangisinin zamanında ihdas edildiğini ve ilk defa olarak kimin bu makamı ihraz eylediğini tarihler kaydetmiyorsa da Birinci Murat zamanında ölen “Lala Şahin Paşa”nın beylerbeyi olduğu ve “Timurtaş Paşa”nın kendisini istihlâf eylediği tarihen sabittir.

BEYLİKÇİ- Divan-ı hümayun zabitinin unvanıydı. Vazifesi divan-ı hümayuna gelen iradeleri, fermanları kaydetmekti. Bundan başka “Muktezası divan-ı hümayundan” kabul edilen ve sadrazam tarafından sorulan evrak üzerine o iş hakkındaki muahedatı ve mukarreratı arz ederdi.

Hariciye nezareti teşekkül ve hukuk müşavirliği ihdasına kadar Babıâlinin muahedata, mukarrerata müstenit ahkâmını tetebbu ve arz ederdi. Fermanlar, beratlar bu kalemde tebyiz olunur, mirîye ait resim ve harçlar da tahsil edildikten sonra sahiplerine verilirdi. Tanzimata kadar «Reîs-ül-küttap» m muavini mesabesindeydi. Bu sebeple «berat» laria menşurların tanzim ve tebyizinde alâkadar olduğu gibi muahedelerle de iştigal ederdi.

BEYTÜLMÂL- Lügat mânası “mal evi” demek olan bu tâbir, hazine-i bassa, devlet hâzinesi ve maliye dairesi makamında kullanılır bir ıstılahtır. Beytülmâl-i devlet “İslâm devleti” elinde toplanan malların bütününü ihtiva eden hazinedir ki, ilk zamanlarda, mücerret bir mefhum iken, Halife Ömer devrinde, müşahhas bir mahiyet almıştır.

BEZM- Farsça bir kelime olan bezm, işret, sohbet, muhabbet meclisi demektir. Bezm yalnız olarak kullanıldığı gibi terkip halinde de istimal olunurdu:

BEZZAZ- Bezin cem’idir. Arapça olan bu kelime bezcilerle manifaturacılara verilen addır. Bez, manifatura eşyası satılan yere sonraları bedestenle inkılâbeden “bezzazistan” denilirdi.

BIÇAKLI ESKİ- Saray müstahdemininden ve padişahların hususi hizmetlerinde bulunanlardan on nefere verilen unvandı. Kıdemli İç oğlanı demekti.

BİAT- Bir hükümdarın hükümetini kabul ve tasdiki ifade eden bir tâbirdir. Bir adamın bir emîre biat etmesi sanki o adamın umur ve hususatını rü’yet ve idareye o emîri vekil ittihaz ve onun icraatına bilâ itiraz itaati taahhüt eylemesi demektir. Araplar bir emîre biat ettikleri zaman ahidde paydar olacaklarına delil makamında olmak üzere ellerini o emîrin ellerine koyarak, eskiden alış verişte yapılan harekete benzer bir harekette bulunduklarından bu taahhüde, bey" hareketine müşabehetine binaen, “ba’a-sattı”nın mastarı olarak «Bey'a» namı verilmiştir.

BİMARHANE- Eskiden akıl hastalarının tedavi edildikleri hastaneler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Halk dilinde banlara “tımarhane” denilirdi.

BÎMARİSTAN- Eskiden mutlak olarak hastahane yerinde kullanılır bir tabirdir. Farsça bir kelime olan bimar, mariz hasta demektir.

BOCURGAT- Yükleri kaldırmağa mahsus dolaplı alâtın adıdır. Manivela işini gören kolları bir üstüvani bir kısmı çevirir ve buna sarılan halat veya zincirin bir ucu da kaldırılacak şeye bağlanır. Üstüvane dönünce ip ona sarılır. Ve ipin ucuna bağlı olan yükü kaldırır.

BODOSLAMA ASTARI- Bodoslamayı kuvvetlendirmek ve parilelerini aşırma yaparak yekpare hala getirmek için iç tarafından cıvatalarla bağlanan ağaçtır.

BİTİKÇİ- Yazıcı kâtip yerinde kullanılmış bir tâbirdir. Uygur lehçesinde bitik yazı, mektup, nüsha demektir.

BİZEBANLAR- Sarayla Babıali’deki dilsizler hakkında kullanılır bir tâbirdi. İlk zamanlarda sadrazamlarla vezirlerin padişahlarla devlete mütaallik görüştükleri hususatın gizli kalması için saraya dilsizler alınmış, sonra bu usul Babıâliye de intikal eylemiştir. Dilsizlerin Enderun’da bulunması Fatih zamanından başlar. Dilsizler alelekser zeki adamlar oldukları için bunlar padişahlar ve erkân-ı devletle işarat-ı mahsusa istimali suretiyle görüşür ve maksatlarını pek güzel ifham ederlerdi.

BOSTANCI- Saraylarla kasırların bekçiliğini yapan ve zabıta işleriyle de alâkadar bulunan saray mensuplarından bir kısmının adıydı. Bunlara “bostanıyan-ı hassa”da denilirdi. Bostancılar “devşirme” suretiyle, toplanan ve “acemi oğlanları” denilen Hıristiyan çocuklarının bu işe kabiliyetlilerinden intihap ve tefrik olunurdu. Bostancılığa ayrılanlar saray bahçeleriyle kasırlarda ve Edirne ile Gelibolu’daki saray ve bostanlarda çalışırlardı. Saraylarla camilerin inşaatı için icabeden malzemeyi, bunlar nakil ve temin ederlerdi. Sarayın odununu İzmit’ten taşıyan kadırgalarda kürekçilik vazifesi de bostancılara aitti. Bostancıların bir kısmı da sarayın muhafazası ve bostancı başılık mıntıkasını teşkil eden yerlerin zabıtası ile iştigal eylerlerdi. Sarayın kayıkçılık hizmetini de bunlar görürlerdi.

Bostancılar müruru zamanla bir nevi asker ocağı heyetine girmişlerdi. Sarayda üç dört yüz bostancı bulunduğu gibi, asayişiyle alakadar bulundukları Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane Boğaziçi, Adalar, Ayastafanos, Kadiköy Bostancı köprüsüne kadar olan Anadolu yakasının muhtelif mevkilerinde bir o kadar bostancı vardı.

BOZDOĞAN- Gürzün Türkçe adıdır. Silâhın icadından evvel harp aleti olarak kullanılırdı. Bu nevi harb aletlerine «topuz» ve «şeşper» de denilirdi.

BÖRK- Yeniçerilerin kullandıkları başlığın adiydi. Beyaz çuhadan veya keçeden yapılırdı. Alt tarafı şerit şeklinde sırma ile işlenir, ön tarafına sarı tenekeden bir kaşıklık ilâve olunurdu Kaşık yoldaşlığının yeniçeriler indinde büyük ehemmiyeti olduğu cihetle bu kaşıklığa birer kaşık sokarlardı.

BUÇUKÇU- Padişahın alay ile camiye çıkışında vereceği sadakaları taşıyanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Bu vazife silâhdar bölüğü efradına verilirdi.

BUGAT- Ulülemrin haklı olan emirlerine haksız olarak isyan edip bir bölgeyi zorbalığı altına alanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Arapça bir kelime olan bu tâbir bâgi’nin cemidir.

BUĞ GEMİSİ- Eskidenbbuhar ile işleyen gemiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buğ, duman demektir.

BUHURDAN- İçine kül ve ateş konarak üzerinde buhur yakılan aletin adıdır. Buhur, tütsü, yakılacak güzel kokulu şey demektir. Doğrusu “behur” ise de “buhur” şeklinde şöhret bulmuştur ödağacı, amber, günlük gibi yandığı vakit güzel kokan şeyler o nevidendir.

BURÇ- Kale duvarlarında, genişliğinden fazla yüksekliği olan dairesi, murabba ve çok köşeli olarak yapılan müdafaa kulelerine verilen addır.

BURGU- Nefes sazlarından birinin adı idi. Nefirden daha uzundu. Ucu kıvrık olursa kürrenay adı verilirdi. Nefir ve kürrenay gibi çalınırdı. Bu sazlarda delik yoktu.

BÜCENTOR- Venedik dukalarının Adriyatik denizi merasim ve alaylarında bindikleri saltanat kalyonuna verilen addır.

BÜYÜK EMİRAHOR- Padişahların atlarına bakan memurların başına verilen addı. Emîrahor, ahır beyi, ahır müdürü demektir.

BÜYÜK TONOZ- Gemiyi tonoz ederek bir yerden diğer yere nakletmek veyahut az akıntılı limanlarda veya limanlık hava olup da demir ile uzun uzadıya yayılması istenilmeyen yerlerde göz demiri makamında kullanılan ihtiyat demirlere verilen addır. Bunlara “akıntı demirleri” de denilir.

CABA AKÇASI- Timar usulü cari olduğu zamanlarda uhdesinde arazi bulunmayan ve ticaretle meşgul bulunanlardan alınan bir nevi verginin adı idi. Evlilerden senede 12, bekârlardan 6 akça alınırdı. Esasta bir olmak üzere yerlerine göre resm-i badiheva, resm-i mücerret, resm-i rüyet, resm-i bennâk tâbirleri de kullanılırdı.

CABA BENNÂK- Timar usulü cari olduğu zamanlarda ukdesinde arazi bulunmayan ve ticaretle meşgul bulunanlardan alınan bir nevi vergini adı idi.

CÂBİ- Cizye ve haraç ile vakıf icarelerini toplayanlar hakkında kullanılır bir tâbirdi. Arapça bir kelime olan “câbi» tahsildar demektir.

CAİZE- Eski şairlerin yazdıkları methiyeler mukabilinde aldıkları para ve ihsana denilirdi. Cem’i “cevaiz” gelir. Buna «sıle» de tabir edilirdi.

CAMADAN- Eskiden giyilen çapraz şekilde iki sıra düğmeli ve harçlı bir nevi kısa ve kolsuz üstlüğün âdı idi. Kadifeden yahut çuhadan yapılırdı. Kolları dikişsiz olanlarına “çepken” denilirdi.

CÂMADAN ASTARI- Özerinde camadan halatları için matafyonlar açılmak üzere iki kat bezden yapılan kuşakların adıdır. Bunlar biribirine muvazi olarak gradinden gradine kadar uzar.

CÂMEDÂR- Yeniçeri ağasının elbisesini taşıyan ağa gediklisine verilen addı. Farsça câme elbise, dâr taşıyan mânasına geldiği için bu iki kelimeden yapılan bir terkibin mânası ıstılahın tam karşılığı olarak elbise taşıyan demektir.

CANBAZÂN- Canbaz’ın cem'i olan bu tâbir Osmanlıların ilk devirlerinde teşkil olunan askeri kuvvetlerden birinin adı idi. Farsça bir kelime olan canbaz “can ile oynayan, canını teklikeye koyan” demektir. Atpazarında at alıp satanlara da canbaz denilir. İp canbazı birinciye, at canbazı ikinciye örnek teşkil eder.

CANÎK- Trabzon vilâyetine (il) bağlı dört sancaktan birinin adı idi. Merkezi Samsun’du. Sancak; Samsun, Bafra, Çarşamba, Terme, Ünye ve Fatsa isimleriyle altı kazaya (ilce) münkasimdi. Kavak, Alazam ve Karakuş adlariyle üç nahiyesi (bucak) ve 965 köyü vardı. 1908 Temmuz İnkılâbından sonra müstakil sancak (mutasarrıflık) haline konulmuştu. 1328 (1912) tarihli salnameye göre o tarihte köylerinin sayısı 215 i Samsun merkez, 219 u Bafra, 361 i Çarşamba, 148 i Ünye, 115 i Fatsa ve 136 sı da Terme kazalarına bağlı olmak üzere 1194 tü.

CAR- Kadınların eskiden tesettür maksadıyla örtündükleri örtünün adı idi. Bunun yerine “çarşaf” da denilirdi. Nitekim bu ikinci tâbir daha ziyade kullanılırdı. Car, Farsça 4 mânasına gelen ciharın muhaffefidir. Eskiden Türk kadınları ferace, yaşmak giyerlerdi. Arabistan’a giden ailelerin Arap kadınlarının giydikleri carları Tanzimat sıralarında getirmeleri bu örtünün İstanbul'da ve memleket dâhilinde taammümüne sebeb olmuştur.

CARİYE- Harb neticesinde esir edilen veyahut para ile satın alınan erkeklere “köle” denildiği gibi, kadın ve kızlara da “cariye” denilirdi. Medeniyet tarihinde cariyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirinden aşağı değildir. Cariyelerin aslı fatihler tarafından muharebe esnasında iğtinam olunan kadın ve kızlardan ibaretti. Bu esirler fil’asıl hükümdarlarla eşraf ve ayan kızlarından olsalar bile yine fatihlerin malı addedilirlerdi.

CAZGIR- Pehlivanlar arasında “meydan şeyhi” ne aynı zamanda verilen addı. Vazifesi, pehlivanları birbirlerine ve hazır bulunanlara tanıtmaktı. Elinde bir asâ (değnek) bulunurdu. Bu asayı güreşmeye hazırlanmış ve usulü veçhile birbirinin elini tutup rükûa karip bir vaziyette eğilmiş olan pehlivanların omuzunun üstüne koyar, ikisinin ortasında durarak isimlerini söyledikten sonra meziyetlerini de sayardı.

CEBE- Zırh demektir. “Kamus” ta, “halka şeklinde puldan yapılmış zırh” suretinde tarif olunan bu tâbir için «Lehçe-i Osmani» de, “cevşen, yekpare olmayan zırh, bazen meşin hırka” izahatı vardır. Cebe kelimesi çok vakit cevşen ile müteradif olarak cebe ve cevşen diye kullanılırdı. Piyade askeri olan yeniçerilerin silâh ve sair harb levazımatını yapan ve muhafaza ve tamir eyleyen ocağa da cebe mânası tevsi edilmek suretiyle, “Cebeci ocağı” denilmiştir.

CEBECİ- Harb aletleri, levazımı yapan, bunlan muhafaza ve harbde mevzilere ve tabyalara kadar sevk eden bir kısım ordu mensuplarına verilen unvandı. Cebenin lügat manası “zırh” tır. Cebeci bugünkü tâbire göre “tüfekçi ustası” demektir. Bu teşekkül; o zamandaki diğer askeri teşekküller gibi müstakil bir ocak itibar edilmişti. Cebeci ocağı; ok, yay kılıç, kalkan, cirit, cebe, cevş, tüfek, tabanca, barut, kurşun gibi askerlerin kullandığı levazımı yapmakla mükellefti. Harb sonunda ocak bu silâhları geri alır tamire muhtaç olanları tamir ederdi. Harb zamanında lüzumu kadar cephaneyi harb saflarına, kale ve palangalara kadar götürüp teslim etmek de ocağın vazifesi cümlesindendi.

    Cebeciler; diğer kapıkulu ocaktan gibi, ortalara ayrılmıştı. Bunların en büyük âmiri “cebecibaşı” idi. Bunun “cebeciler kethüdası” adında bir muavini vardı. Her ortada bir çorbacı ve odabaşı varsa da bunlar zâbitten ziyade “ustabaşı” vaziyetindeydiler. Ocağın hesap ve kitap işlerine bakmak üzere bir de “cebeci kâtibi” vardı. Fatih Kanunnamesinde cebecibaşıdan bahsolunduğuna göre cebeci ocağının İkinci Mehmet zamanında mevcud olduğunda şüphe kalmaz.

CEBECİ OCAĞI- Cebecilerin mensub oldukları teşkilâtın adı idi. Kapıkulu ocaklarının yaya kısmından bölük ve cemaat olarak iki kısma ayrılan bu ocak ok, yay, kılıç, kalkan, harbe, cebe, cevşen, tüfek, barut ve kurşun gibi levazımı temin ederek imal, muhafaza ve tamir vazifesiyle mükellefti. Harb sonunda bunlar ocak tarafından geri alınır, tamire muhtaç olanları tamir edildikten sonra hazar zamanında “cebehane” adı verilen silâh deposunda muhafaza edilir, harb zamanında lüzumu kadar cephaneyi harb saflarına, filika ve palangalara kadar götürüp teslim etmek de ocağın vazifesi cümlesindendi. Müstakil cebeci ocağının kuruluş tarihi hakkında katı malûmatımız yok ise de yeniçeri ocağı ile beraber veya ondan sonra ihdas edildiği kuvvetli bir ihtimal olarak ileri sürülebilir

CEBEHANE- Eskiden silâh ve harb levazımının hıfzına mahsus yere verilen addı. Sonraları barut, fişek, gülle gibi mühimmata ve bu gibi harb mühimmatının bulundurulduğu yere “cebehane” denilmiştir.

CEBELİBEREKET- Adana vilâyetini (il) teşkil eden dört sancaktan birinin adı idi.

CEHAZ- Halk dilinde çeyiz tarzında telâffuz olunan bu tâbir, kızlara, evlendikleri sırada ana ve babaları tarafından hallerine göre verilen çamaşır, yatak ve oda takımları gibi giyim ve ev eşyasıyla mücevher ve gümüş takımı gibi kıymetli şeyler hakkında kullanılır bir tâbirdir.

CELLÂD- İdam hükümlerini icra eden ademe verilen addır.

CELLÂD ÇEŞMESİ- Topkapı Sarayı dâhilinde Çizmekapı denilen mahalden Ortakapı denilen yere kadar uzayan duvarın Ortakapıya pek yakın mahallindeki çeşmenin adı idi. Bu çeşmeye “Siyaset çeşmesi” de denilirdi. Siyaseten idama mahkûm olanların bu çeşmenin yalağı içinde kesilmesi bu suretle tesmiyesine sebeb olmuştur. Cellâd, işini bitirdikten sonra ellerini, satırını, bıçaklarını bunun musluğunda yıkardı. Otuz kırk sene evveline kadar mevcuttu

CENDERE- Ciltlenecek kitap dikildikten sonra dibinin yapıştırılması için mengene makamında olarak kullanılan aletin ismidir. Tahtadan iki vidalıdır.

CENKÂR- Bakır pası renginde olan yeşilimsi maddeye verilen addır. Bu renk makbuldü. Vesikalarda “cenkâri çadır” şeklinde geçer. Aslı yine bu mânada Farsça zenkâr, jenkâr’dır.

CERAHOR- Osmanlılar tarafından ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyan esirlere verilen addı. Eldeki kuvvet kâfi gelmediği zamanlarda ücretle toplanmış olan askerlere de bu isim verilirdi. Ücretle asker toplama usulü her zaman her yerde görülen bir iştir. Eski Romalılarla Yunanlılar ve tarihe karışmış sair milletler ücretli asker kullandıkları gibi, Avrupalılar da yakın vakitlere kadar harbler için ücretli asker kullanmışlardır. Osmanlılardan Yıldırım Bayezit’in Timur'a karşı çıkardığı orduda, Anadolu ve Rumeli’den ve hattâ İstanbul’dan cerahor vardı.

CERRAH- Arapça, yara tımar ve tedavi eden, ameliyat yapmak usulünü bilen demek olan bu kelime eski tıp ıstılahlarındandır.

ÇERİBAŞI- Küçük ocakların ve hemen bütün müfrezelerin reislerine verilen addı. Çingenelerin ağaları bu unvanı Tanzimat'tan sonra almışlardır.

CERİDE- Muamele ve vukuatın hulâsalarını kayda mahsus defterlere verilen addır. Ceride-i nüfus, nüfus defteri demektir. Arapça olan bu kelimenin lügat mânası alelıtlak defterdir. Maliye ve Defterhanede karşılığı “ruzname” idi.

CEVAİZ- Beylerbeyi, sancak beyi, kadı gibi büyük memurların, bir yere tâyinlerinde sarf etmeleri mûtad olan bahşişler demektir. Caizenin cem’idir.

CEZAYİR OCAKLARI- Tunus ve Cezayir’de kurulan teşkilât hakkında kullanılır bir tâbirdi. Ocakları, teşekküllerinden itibaren şan ve şerefle, İspanyol, İtalyan, Fransız donanmalarına karşı gelmişlerdir.

CEYŞ- En aşağı dört yüz atlı ve yayadan müteşekkil askerî kıta hakkında kullanılır bir tâbirdir.

CEZBE- Arapça, sürüklemek, kendine çekmek mânasına gelen cezb kelimesinden müştak olan bu tâbir, sofiyye ıstılahı olarak sâlikin beşerî vasıflardan intiza ile İlâhî sıfatları iktisap ve tecelliyat ile celâl-i vahdeti müşahede etmesi demektir.

CEZZAR- Arapça bir kelime olup mânası deve kasabıdır. Akkâ'da Napolyon ordusunu mağlûbeden Ahmet Paşa bu lâkap ile şöhret bulmuştur.

CİALE- İmam-ı Malik’in bazı şartlarla kabul ettiği bir nevi malî muamele hakkında kullanılır bir tâbirdir.

CİFR- İstikbalde olacak işlerden haber verdiği söylenilen ilim adıdır. Aslı Arapça cefr’dir.

CİHAD-I MUKADDES- Din ajuruna açılan muharebeler hakkında kullanılır bîr tâbirdir. Arapça bir kelime olan cihad, din düşmanlarıyla harb etmek mânasına gelir. Kutsi, aziz mânalarına gelen yine Arapça mukaddes sıfatının ilâvesiyle din uğrundaki harbe bir kat daha ehemmiyet verdirilmiş olur.

CİHADÎYYE- İkinci Sultan Mahmut zamanında masarifi harbiyeye karşılık olmak üzere kesilmiş olan sikkenin adıdır. Cihadiyye namını da ondan dolayı almıştır.

CİHET- Taraf, yan demek olan bu kelime vakıf ıstılahı olarak vazife, hizmet yerinde kullanılırdı: imamet ciheti, kitabet ciheti, tevliyet ciheti, cem’i cihat’tır.

CİLDBEND- İçine yazılar, resim kâğıtları veya yapılmış resimler konularak, onları bozulmaktan muhafaza eden, kitap gibi, bir kenarından bez ile yapışmış iki mukavvadan ibaret kapaklara verilen addır. Ağız tarafından ve yanlardan birer küçük şerit parçası ile bağlanır. Bugünkü tâbirle karton demektir

CİVELEK- Yeniçeri efradı arasında delikanlı olanlara civelek denirdi. Civelek yaver demektir. Civelekler matbahta aşçıbaşı maiyetinde istihdam olunurlar, nadiren sokağa çıkarlardı.

CİZYE- İslâm devletlerince Hıristiyan tebaadan alınan vergilerden birinin adiydi. Cizyenin matrahı gayr-i müslim tebaanın erkekleri olduğundan bu vergi şahsi vergi mahiyetindeydi.

CİZYEDAR- Hıristiyan tebaadan alınan cizyenin tahsiliyle mükellef olan memurun unvanıydı. Cizye mahallerince tahsil edilerek hâzineye gönderiliyordu. Ancak verginin gerek tahakkukunda ve gerek tahsilinde birçok yolsuzluklar ve şikâyetler vuku bulması üzerine Köprülü Mustafa Paşa sadaretinde cizyenin miktarında tadilât yapılırken tahsilâtının da daha salim bir surete bağlanması düşünüldü ve bu maksatla bu verginin tahsiliyle mükellef olmak üzere “cizyedarlık” vazifesi ihdas olundu.

CÖNK- Halk şairlerinin müstatil şeklinde uzunlamasına ciltlenmiş olan şiir mecmualarına verilen addır.

CUNDA- Bir serenin iki nihayetinde armanın kapele olunduğu yerin adıdır.

CUNDA YELKENLERİ- Geminin sancak ve iskelesinde serenlerin dış tarafında meyameleri kendi serenlerine ve altabaşoları bastonlara merbut olarak açılan yelkenlerin adıdır. Küpeşte ile ana seren arasındaki cunda yelkenine “iskopomar”, ana serenle gabya sereni arasındaki cunda yelkenine “kordelsa” yine ana serenle babafingo sereni arasındaki cunda yelkenine de “kordeliçin” adı verilirdi.

CÜLÜS BAHŞİŞİ- Padişahın ölümü veya hal'i üzerine seçilen yeni hükümdar tarafından askerlerle memurlara verilen atiyyenin adı idi. Buna “cülus in'amı” da denilirdi. Cülus bahşişi verme usulü Osmanlılardan evvelki İslâm Devletlerinde de vardı. Asker sınıflarının her birisinin bahşiş ve terakkisi müsavi değildi. Yeniçerilerin beher neferine üçer bin sipahilere biner acemi oğlanlarına ikişer cebelilerle topçulara biner akça verilmesi kanun iktizasındandı. Bu bahşişten yalnız askerler değil büyük ve küçük bütün memurlar istifade ederdi.

CÜNDİ- Binicilikte mahareti olanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan ve asker mânasına gelen cündden meydana gelmiştir. Sonundaki ya nispet edatı olduğu için cündi askere mensup demektir.

CÜNDİ BAŞI- Süvarilik, binicilik işlerinin en yüksek âmiri, yerine göre bütün süvari kıtaları kumandanı demektir.

CÜNDİLİK- Ata binmek, kılıç ve mızrak kullanmak demek olan cündilik, Türklerin en eski ve en esaslı marifetlerinden, hünerlerinden biridir. Başı sert, huysuz bir ata binmek, onunla saatlerce didişmek, Türk’ün en zevkli eğlencelerinden birini teşkil ederdi. Bunun için idmanlar yaparlar, bu sayede büyük bir maharet kesbeylerlerdi.

CÜZHAN- Namazlardan evvel Kur’an’dan birer cüz okumak vazifesiyle mükellef olan cami hademeleri hakkında kullanılır bir tâbirdir. Han Farsça okumak, çağırmak mânasına gelen handen masdarından ism-i faildir. Fars kaidesiyle vasf-i terkibi olan bu ıstılahın mânası cüz okuyan demektir.

ÇAKALOZ- Ufak toplardan birinin adıydı. “Çakanor” da denilirdi. Bu toplarla çakıl atıldığı için bu ismi almıştı.

ÇAKIRCI- Yeniçeri ocağı teşkilâtından bir sınıfın adı idi. Çakır, doğan nev’inden bir kuştur. Çakırcı da avda doğanı elinde götürenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Osmanlı padişahları çok eski devirlerden beri Türklerin harb taklidi meşguliyetlerinden biri olan avla uğraşmışlardır. Birinci Murat'la oğlu Yıldırım Beyazıt’ın mükemmel av teşkilâtı vardı. Hattâ yeniçeri ocağı ağaların memuriyet ve unvanları zağarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı diye konulmuştu. Yine bu ocakta sekban avcılarıyla şikârî denilen avcılar vardı.

ÇAKŞIR- Don gibi belden aşağı kısma giyilen paçaları mestli ve dar bir nevi şalvar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Çuhadan yapılırdı. Kadınlara mahsus olanların ağızlık ve uçkurlukları sırma kaytanlarla süslenirdi.

ÇALAKALEM- Durmadan, düşünmeden, dinlenmeden süratle yazı yazan yerinde kullanılır bir tâbirdir.

ÇALIK- Yeniçeri ocağından tardedilen, kayıtları silinenler hakkında kullanılan bir tabirdi.

ÇAKMAKLI- İlk defa icadolunan silâhlardan birinin adıdır. Ağızdan doldurulur, çakmağın taşa çarpmasından hâsıl olan kıvılcımla iştial ederdi. Bu silâha “çakmaklı” denilmesi, çakmağın bulunmasından dolayıydı. Bu silâhın çakmak ve taşma mukabil, horoz ve kapsül ile kullanılan aynı cinsten tüfeklere de “kapsüllü” veya “fitilli” denilirdi.

ÇALKATURA- Memurları tarafından sayılmış ve defterlere geçirilmiş olan koyun, keçi ve canavarların doğra yazılmış olup olmadığının kontrolü için sayım bittikten sonra ikinci defa yapılan yoklama hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu yoklamayı yapan memurlara «çalkatura memuru» denilirdi.

ÇALPARA- Dört veya iki parça ağaçtan kayık hokkası gibi yapılan müzik aletine verilen addır. İki tarafa geçirilen kayışla parmaklara çift olarak takılırdı.

ÇAMÇAK- Kulpsuz ve kapaksız, dibi yuvarlak tas gibi yayvan şekildeki su kabına verilen addır. Köylüler tarafından çam ağacından yapıldığı için bu adı almıştır. Şehirlerde tenekeden, bakırdan olduğu gibi gümüşten, billurdan, kıymetli taştan, zergerdandan da yapılırdı. Daha ziyade ev dışında kullanıldığı için kıymetlilerinin kendilerine mahsus meşinden mahfazaları olurdu.

ÇAPKUN- Çapan, yelüp, koşucu, açık eşkin giden at hakkında kullanılan bir tâbirdir. Mecazen sürtük, derbeder, külhanbeyi, hovarda, zendost demektir.

ÇAPRAK- Eyerin üstüne konulan örtüye verilen addır. Arapçası gaşiye, Türkçesi haşa olan bu örtüye «çaprak» da denir.

ÇARDAK- Esnafa ve bunların mercii olan muhtesiplerle naiplere mahsus dairenin adiydi.

ÇARHACI- Yürüyüş halindeki ordunun pişdarlığı (öncü) vazifesini görenler hakkında kullanılır bir tâbirdir Bunlar ordunun en seçkin efradını teşkil ederlerdi. Süvari olan çarhacıların sayısı dört beş bindi. Bunların âmiri «çarhacıbaşı» idi.

ÇARPARA- Oyun sırasında parmaklara takılan raks (oyun) aletine verilen addır. Dört parçadan yapıldığı için bu adı almıştır. Halk dilinde «çalpara» denir.

ÇARTA- Telli sazlardan birinin adiydi. Buna «çartar» da denilirdi. Dört telli, perdeli bir sazdı.

ÇAŞNİGİR- Sofra hizmetlerini görenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bir kısmı padişahın şahsıma mahsus pişecek yemeklerin levazımını hazırlarlar, bir kısmı da saray mutfağında pişen yemeklerin tevziinde hizmet ederlerdi. Bunlara «zevvakîni-hassa» da denilirdi. Başları «çaşnigir başı», «ser zevvakîn-i hassa» unvanlarını taşırlardı. Divan-ı hümayunun toplantı günlerinde çaşnigir başı, çaşnigirlerin önlerine düşüp yemeklerin tevziine bakardı. Has odaya verilecek yemekte de çaşnigir başı önde bulunduğu halde çaşnigirler yemek sahanlarını getirirlerdi. Sadrazamla vezirlerin sofrasını çaşnigirler kurar, hizmetini mehterlerle birlikte görürlerdi. Bunun için divan günleri başlarına mücevveze ve çatma üst elbisesi giyerek matbah-ı âmire tarafında oturup vakti gelince vezirlere yemek verirlerdi. Yalnız bayramlarda arkalarındaki çatmaları çıkarıp orta kuşağıyla hizmet ederlerdi. Sebebi de yemek veren çaşnigirlere bayram günlerinde yemekten sonra birer kaftan giydirilmesinin âdet olması idi.

ÇAŞUT- Halk tarafından casus yerine kullanılır bir tâbirdir. Çaşutlamak; tecessüs etmek, ihbar etmek demektir.

ÇATAL-Yarım serenleri veya bombayı iğneye birleştirip sabit kılmak için seren veya bombanın prova tarafına gelen nihayetinde iki koç boynuzundan hâsıl olan yarım daire şeklindeki çatalın adıdır.

ÇAYLAK- Eskiden Devletçe verilen rütbe ve nişanların sahiplerine gidip kendisine rütbe veya nişan verildiğini haber verenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bunlar Babıâli'de odacıların yanında bulunurlar, birisinin rütbe ve nişan aldığını duyar duymaz çaylak gibi uçarak evlerine gidip müjdelerlerdi. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak bahşiş almadıkça kapıdan ayrılmazlardı.

ÇAYIR VOYNUKLARI- Voynuklardan Istabl-ı Amire hizmetine geçenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Çoğu Bulvarlardan olan voynukların iki türlü hizmetleri vardı. Bunların her sene bir kısmı Istabl-ı Amire hikmetine gelip çayır biçerler, birtakımı da seferde seyislik yaparlardı. Birincilerine çayır yoynukları, İkincisine de sefer voynukları adı verilirdi.

ÇEDİK- Eskiden kadın ve erkeklerin giydikleri daha ziyade sarı sahtiyandan yapılmış kısa ve bol konçlu ayakkabıya verilen addır. Addest alındığı vakit üzerine mesh edildiği için yanlış olarak «mest» tabir edilen ayakkabı şeklinde altı da yumuşakça olurdu.

ÇEKTİRİ- Kürekle giden ve yelkeni yardımcı bir vasıta gibi kullanan harb gemilerine verilen isimdir. Bu tâbir garp dillerinde kullanılan «gali» tâbirinin karşılığıdır.

Kadırga: 25 çift kürekli, ensiz ve uzun bir çektiridir. Boyu 56 zirâ, baş yüksekliği 11, kıç yüksekliği 18 karıştı. Küreklerin her biri dört kişi ile çekilirdi.

ÇELEBİ- Muhtelif sanat ve meslek sahiplerine alem olmuş bir tâbirdir.

«Lehçe-i Osmani» de (1306 tab’ı) çelebi kelimesi hakkında şu malûmat mevcuttur :

«Çelebi; okuma bilen, okumuş, sonradan bu mânaya efendi tâbiri vaz'olundu. Çelebi adam, müeddep, mükerrem, nazik. Çelebi Sultan Mehmet. »

Hüseyin Kâzım Bey de lügatinde (c. 2, s. 391-392) bunun için şu izahatı vermiştir : «Fransızça gentilhomme mukabili : asıl, necip, nazik, zarif, müeddep, terbiyeli ; koca, zevç, eskiden şehzadelere verilen unvan; daha sonra Celâleddin-i Rumi'nin evlât ve ahfadına da bu unvan verilmiştir.

ÇELENK- Nişanın ihdasından evvel muharebelerde büyüklerden muvaffakiyet gösterenlere taltif makamında verilen hâtıranın adı idi.

ÇENG- Eskiden dikine tutulan ve parmakla çalınan telli çalgılardan birinin adiydi. Kanuna benzerdi.

 

 

ÇENGİ HARBİ- Türk musikisi usullerinden birinin adıdır. «Usulât-ı Mehterhane-i Âlem» başlıklı bir yazıda (Üniversite Kütüphanesi 1184 numaralı Mecmua) mehterlerin usul ve makamları şöyle gösterilmektedir: Ahlati, halilevi, kalenderi, peşrev, türkü, sakil, çember, küçük hafif, büyük hafif, nakş, saf, revani, def usulü, yarım ahlati, perişan, değişme kısm-ı sakil, zamm-ı devir, murabba, devr-i hindi, karabatak, ezgi, sofiyan, semai, çengiharbi.

ÇENGİNAME- Köçekler için yazılan şiirler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Erkekler için «Hûbanname», kadınlar için «Zenneme» yazmış olan Enderunlu Fâzıl köçekler için de «Çenginame» adlı bir risale yazmıştır.

ÇERAĞ- Topraktan veya madenden, içine yağ konulup yan tarafındaki deliğe bir fitil takılarak yakmağa mahsus eski yağ kandillerine verilen addır

ÇERÇİ- Her nevi ufak tefek eşya satan ve ekseriya para ile satmayıp başka mallarla değiştiren gezginci esnaf hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu türlü eşyayı yere yayarak satanlara çerçici denildiği gibi yaymacı da denilirdi.

ÇERİBAŞI- Sipahi, müsellim, voynuk, evlâd-ı fatihan ve emsali askerî teşekküllerin zabitlerinden birinin adıdır. Sipahilerin çeribaşıları mutasarrıf oldukları zeametin bulunduğu

ÇEŞM-İ BÜLBÜL- Çizgili ve hareli olarak yapılmış olan cam mamulatı hakkında kullanılır bir tâbirdir. Düz yaldızlı olanlara “Beykoz” denilirdi. Bardak, fincan, kâse, testi, vazo yapılırdı. Fincanların hem çizgilisi hem de altınlısı olduğu gibi kapakları yakut, zümrüt ve lâ'l renginde mücessem çiçeklerle süslenmiş bardaklar da imal olunurdu. Süt mavi renkli ince bardaklar pek kıymetli idi.

Çeşm-i bülbül Beykoz tezgâhlarında Mehmet Dede tarafından açılan cam fabrikasında ve Sultan Mecit’in emriyle Paşabahçe’de kurulan tezgâhta yapılırdı.

ÇEŞNİ- Lezzet, tad demek olan ve Farsça çaşni kelimesinden bozma bulunan bu tabir muhtelif içler münasebetiyle kullanılırdı:

ÇETR - Eskiden padişahların başları üzerinde tatulan zinetli gölgelik hakkında kullanılır bir tâbirdir.

ÇEVGÂN- Eğri başlı bir nevi cirite verilen addır. Farsça olan bu tâbir «Burhan-ı Kaatı» da «cevlân vezninde mâruftur ki başı eğri bir cirittir. Meydanda onunla top oynarlar ve at üzere değnek oynayanlar dahi kullanırlar.

ÇEYREKÇİ- Eskiden pazarlarda et satan ayak kasapları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Farsça dörtte bir mânasına gelen çeyrek'ten bozmadır. Bunların sattığı etler ekseriya koyunu dörtte biri oluşu tesmiyeye sebeb olmuştur.

ÇIFIT KAPISI- Yenicami önünde eskiden mevcut olup sonradan yıkılan kapının adı idi. Buna “Cuhud kapısı” da denilirdi.

ÇIKMA- Devşirmelerden acemi ocağı ile ocak dışındaki hizmetlerde bulananların yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri hakkında kullanılır bir tâbirdir. Aynı tâbir saray hizmetlerinde bulunanlardan taşra hizmetlerine memur edilenler hakkında da istimal olunurdu. Çıkma; saray mensuplarının bir odadan diğer odaya nakletmeleri, bir daireden diğer daireye geçmeleri suretiyle de olurdu. Yine bu makamda “ocağa çıkma”, “kapıya çıkma” tâbirleri de kullanılırdı.

 

Yeniçeri ocağına çıkacakların hizmet müddetleri yedi sene olarak muayyen idiyse de her vakit buna riayet edilmezdi.

ÇIRÇ1L- Bir fıçıyı ufki kaldırmak için iki baylarına takılır iki tane enli kancalı zincirin adıdır.

ÇIRNIK- Tek ve yekpare direkli avara serenli bir yelkenle bir gabya ve üç floku bulunan çekdirmeden büyük yelken kayığının adıdır. 200 tonilâtoya kadar büyüklükte yapılanları vardı.

ÇIPLAK- Yeniçerilerde hizmete girmek üzere nöbetle soyunan neferler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ağa çıplağı, kaptan paşa çıplağı gibi sınıflara da ayrılırlardı.

ÇİFTLİK- Tarlaları, damları ve demirbaş eşyayı havi mülk ve malikâne demek olan çiftlik «Kamus-u Türki» de (cilt 1, sahife 511) şöyle tarif olunmuştur: «Çift sürüp mahsulât yetiştirmeye mahsus mahal, bir sahibin tasarrufu altında bulunan mütaaddit tarlalarla bağ, orman, mer’a vesaire mecmuu ki amele ile veyahut ortaklaşa işleyen ve çiftliğin mahsus hane veya kulübelerinde ikamet eden çiftçiler marifetiyle işlenir.»

ÇİLE ÇEKMEK- Mihnet ve meşakkate uğramak demektir. Tarikat mensuplarının çilehaneye girmeleri külfetli bir iş olduğu için o makamda kullanılmıştır.

ÇİLEHANE- Tarikat müntesiplerinin çilelerini doldurdukları hücrelere verilen addır. Çilehaneler hazan tekkelerin karanlık ve rutubetli odaları olduğu gibi, basan da dağ başlarında veya tenha bir yerdeki mağaralar olurdu.

ÇİLEKEŞ- Tarikat müntesiplerinden çile dolduranlara verileri isimdir. Çile riyazet demektir. Sâdır olan zelleye göre mürşit tarafından tâyin olunurdu.

ÇİLE KIRGINI- Mevlevi tâbirlerindendir. Çileye girip de mûtadolan bin bir gün hizmeti bitirmeden çıkanlar hakkında kullanılırdı.

ÇİNGENE BEYİ- Kıpti dahi denilen çingenelerin cizye ve ispence re simlerinin tahsili ve hükümetle olan sair içleri ile alakalı memurun unvanı idi. Vesikalarda daha ziyade «mir-i Kıptiyan» suretinde geçer».

ÇİNGENE BORCU- Ufak tefek dağınık ödenmesi güç borç yerinde kullanılır bir tâbirdir.

ÇİNHANE- Saraylarda ufaklık para koymağa mahsus mahfazaya verilen addır.

ÇİNİ- Eski sanat eserlerinden birinin adıdır. Sırlı tuğlalar tabaklar kâseler, kavanozlar vesaire antika mahsuller arasındadır.

ÇIRAĞAN- Çırağ ve kandillerle yapılan donanma hakkında kullanılır bir tâbirdir. Eskiden padişahlarla vezirlerin lâle bahçelerinde ve çiçekler arasında mumlar yakılarak geceleri yapılan tenvirat hakkında da bu tabir kullanılırdı. Üçüncü Ahmet devrindeki çırağanlar meşhurdu. Kaplumbağaların üzerine mumlar dikilerek bahçeye salıverilir. Beşiktaş'ta bugün bile adı anılan meşhur sarayın bahçesinde bu türlü çırağanlar yapılırken midye kabuklarının içine zeytinyağı ve fitil konulmak suretiyle yakılır, üst kısmından denize bırakılan bu kabukların akıntı ile sarayın önünden inişleri pek lâtif bir manzara teşkil ederdi. icra eden sazende ve hanendelerin ve uzak yakın koruluklardaki bülbüllerin sos-

ÇİROZ- Zayıf, nahif, çelimsiz tulumbacılar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bunlar ekseriya takımın en ileri giden, en çok koşan, en nam alanları idiler. Çiroz Ali, Kulaksızlı Çiroz Ömer son zamanlardaki bu tip tulumbacıların meşhur simalarını teşkil etmişlerdi. Bunların çoğu çabuk verem olup genç ölürlerdi.

ÇOLPA- İri ayaklı, çolak, sol ayağını atan insanlar hakkında kullanılır bir tabirdir. Farsça bir kelime olan bu tabir mecaz yoluyla bol paça, sümsük, sünepe, eli bir şeye yakışmaz, ayağı dolaşır, beceriksiz makamında da kullanılırdı.

ÇORBACI- Kapıkulu ocaklarına mahreç olan 31 bölüklü acemi ocağı ile Osmanlı ordusunun piyade (yaya) askerini teşkil eden bölük zabitlerinin unvanı idi. Cemaat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına «'Yaya başı» veya «serpiyadegan» denildiği gibi bölük denilen ağa bölükleri çorbacılarına «bölükbaşı» ismi de verilirdi. Çorbacılar bazen «subaşı» unvanını da alırlardı. m

ÇÖĞÜR- Eski sazlardan birinin adıydı. Beş telli, tahta göğüslü, yirmi altı perdeli büyük bir sazdır.

ÇÖMEZ- Müderrislerle henüz icazet almamış olmakla beraber, dersi yükselmiş ve oda sahibi olmuş olanların yetiştirmek üzere yanlarında bulundurdukları talebelere verilen isimdir.

ÇÖRÇÖP SUBAŞİSI- Eskiden tanzifat memuru (çöpçü) hakkında kullanılır bir tâbirdir.

ÇÖRDEK- Gabya maniteleri özerine bağlanıp ilâve olunan palangalara, flokların ve umumiyetle yan yeleklerinin kandilasalarına verilen addır. Kandilasaların özerlerine vurulan palangaya da «çördek» adı verilir.

ÇUHA ÇAVUŞU- Yeniçeri ocağı için yaptırılan çuhanın imaline nezaret etmek üzere tayin olunan memur hakkında kullanılan bir tabirdir. Buna «Çuha Emini» de denilirdi. Maiyetinde bir de kâtip bulunurdu.

ÇUHADAR- Eskiden sarayın büyük memurlarından ve padişahların hizmetlerinde bulunanlardan birine verilen addır. Sonraları resmî dairelerin ayak hizmetlerini yapanlara da bu ad verilmiştir. Çuha eski yazıda çuka suretinde yazıldığı için kanunnamelerle vesikalarda çukadar suretinde geçer.

ÇUHA- Yazı yazılırken aharlı kâğıdın üzerine gezdirilen, tebeşir sürülen çuha parçasına verilen isimdir.

ÇUHA ÇAVUŞU- Yeniçeri ocağı için yaptırılan çuhanın imaline nezaret etmek üzere tâyin olunan memur hakkında kullanılan bir tâbirdir. Buna “Çuha Emini” de denilirdi. Maiyetinde bir de kâtip bulunurdu.

ÇUVALDIZ- Su ölçülerinden birinin adıydı. Yuvarlak şemsiye telinin kalınlığında, bir ucu sivri, diğer ucu kürek şeklinde diş ve kulak karıştırmaya mahsus olup, evvelce herkesin kullandığı hilâl kalınlığında akan su, ölçü itibar edilmişti. İki hilâl birleşince çuval, tente, ve yelken bezi dikmeye mahsus çuvaldız kalınlığı meydana geleceği farz edilerek bu da ölçülerden biri olmak üzere kabul olunmuştu. Tasarruf kayıtlarında nadiren «hilâl» hemen daima «masura» tâbiri kullanılırdı. Dört çuvaldız bir «masura» itibar edilmişti.

ÇÜRÜK AKÇE- Yarı bozuk ve bu sebeple kıymeti düşük para hakkında kullanılır bir tâbirdir. Mukabili «sağ akça» veya «sağlam para» dır.

DÂHİL MEDRESESİ- Orta tahsili veren medreselerin unvanı idi. İlk tahsili «İptida-i Hariç» dahi denilen «Hariç Medresesinde gören talebe buraya gelir, bunu da bitirdikten sonra âli kısmını ihtiva eden «Sahn Medresesi» ne girerdi. Bu medreselere «İptida-i Dâhil» de denilirdi.

DÂİ- Mezahib-i dâlle (Hak yolunu sapıtan) mezheplerin neşriyle meşgul olanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DARBIMESEL- Eskiden söylenen ve bir hikmeti muhtevi bulunan söz mânasına bir tâbirdir. Şimdiki deyimle «atalar sözü» demektir. Daha eski Türkkçesi «sav» dır.

DARDAĞAN- Bir kısım yeniçeri mensuplarının giydikleri başlıklardan birinin adı idi.

DARE ÇEKMEK- Asmak mânasına gelir bir tâbirdir. Bunun yerine «berdar etmek» de kullanılırdı

DAREYN- Mecaz yolu ile dünya ve ahiret yerinde kullanılır bir tâbirdir. Dâr; Arapça ev, yer, mevki demektir. Dâreyn; darın tesniyesi olup iki mevki demek olur.

DANDİNİ- Maskara yerinde kullanılır bir tâbirdir. «Lehçe-i Osmani» de «çocukları sıçratıp güldürmeğe derler, dandini bebek, sakallı bebeklere, süfehaya maskara için derler.

DANDİNİ BEBEK- Çocukluk yapan adamdan kinaye olarak kullanılır bir tâbirdir. Hafif mizaçlı, hoppa demektir.

DANE- Eskiden gülle yerinde kullanılır bir tâbirdir. «Mermi» tâbiri de istimal olunurdu.

DARISI BAŞINA- Sana da naaip olsun yerinde kullanılır bir tâbirdir. Bunun yerine «darısı başınıza»; «darısı dostlar başına» suretinde de kullanılır.

DARPHANE- Para basılan yer hakkında kullanılır bir tabirdir. İşin başında bulunanlara da «darphane emini» unvanı verilirdi. Sonraları darphane-i âmire ismi baki kalarak müdürlerine «meskûkât-ı şahane müdürü» namı verilmiş ve millî hâkimiyetin 1922 senesi kasım ayında İstanbul’da teessüsü üzerine darphane-i âmire unvanı «Darphane-i Millî» ye tahvil olunduğu gibi müdürlerine de «Darphane-i Millî Müdürü» unvanı ita olunmuştur.

DARPHANE-I ÂMİRE- Şimdi olduğu gibi eskiden de para basılan yerin adı idi. Sadece « darphane » de denilir.

DÂR-ÜL-FÜNUN- Yüksek ilimlerin öğretildiği yer hakkında kullanılır bir tabirdir. Bugünkü üniversite mukabilidir. 16 zilkade 1282 ( 1865 ) de inşası tamamlanan dâr-ül-fünuna sırasıyle ilk okulu, rüştiyeyi ve mülki idadisi ile sultaniyi bitirenler alınmaya başlanmıştır.

DÂR-ÜL-HARB- Küffar reislerinden birinin hükmünün cari olduğu yerler Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında henüz sulh akdedilmiş olan memleket hakkında kullanılır bir tâbirdir. İslâm telâkkisine güre dünya «Dâr-ül.harb» ve Dâr’ül-İslâm» olmak üzere ikiye ayrılır.

DÂRÜN-NEDVE- Toplantı yeri mânasına gelen bu tâbir cahiliyet zamanında Kusey ibn-i Kilab’ın Mekke'de tesis ettigi yere verilen addır. Kureyş orada toplanır, edebî ve siyasi mubahaselerde bulunurlardı. Cemaate ait işlerin görüşüldüğü bir nevi şehir meclisi binası mânasını da taşır.

DÂRÜS-SAADE- Osmanlı sarayı yerinde kullanılır bir tâbirdir. Sarayın Enderun’a giriş kapısına da Bab’üs-saade denilirdi. Vesikalarda Dâr-üs-saade ağalığı vesilesiyle geçer.

DÂR’ÜS-SAADE AĞASI- Saray memurlarının büyüklerinden biri olan kızlar ağasının unvanı idi. Dar-üs-saade, padişahın evi demek olup tâzimen bu unvan ile anılırdı.

DAR-ÜŞ-ŞİFA- Hastane, tımarhane mukabili kullanılır bir ıstılahtır.

DAR-ÜS-SELÀM- Bağdat şehri hakkında kullanılır bir tâbirdir. Dâr-üs-selâm'ın Kuran'a göre mânası cennet'tir. Şehre bu unvan Abbasi halifelerinden Mansur tarafından verilmiştir.

DASİTAN- Şiir nevilerinden birinin adıdır. Kıssa, hikâye, masal demek olup bilhassa bunların manzum olanları hakkında kullanılmıştır. Halk arasında destan suretinde telâffuz olunur. Halk şairleri destanları koşma tarzında 11 heceli olarak yazdıkları halde divan şairleri destanlarını aruz vezniyle mesnevi şeklinde yazarlardı.

DEBBAĞ- Meşin, kösele yapmak için hayvan derilerini sipiliyen sanat sahipleri hakkında kullanılır bir tâbirdir. Halk dilinde tabak suretinde kullanılır. Debbagan suretinde cemilendirilen bu kelime vesikalarda gerek müfret, gerek cemi suretinde geçer.

DEBBOY- Silâh ve elbise ambarı yerinde kullanılır bir tâbirdir. Ambar manasına gelen Fransızca depöt'dan bozmadır. Debboya girip çıkan eşya ve mevat ile meşgul ve mes'ul olana «debboy memuru» adı verilirdi.

DEFTERDAR- Osmanlı devleti malî işlerinin başındaki memura verilen addır. Defter ile dar kelimelerinden teşekkül etmiş olan bu tâbir defter tutan demektir. Şark İslâm devletlerinde bu makam sahibine müstevfi denilirdi.

DEFTERHANE- Malların tasarruf muamelelerinin yapıldığı ve kayıtlarının muhafaza edildiği yer hakkında kullanılır bir tâbirdir. Araziye müteallik muameleler burada yapılır, timar zeamet ve haslara müteallik kayıtlar da burada tutulurdu. Araziye teallûk eden ihtilâfların fasıl yeri de burası idi. Tahsis sırasında timar zeâmet ve has kaydolunan köyler tescil edildiği gribi her köyün ahalisinin mikdarı ve aşar ve saire gibi rüsumatı mufassal surette burada tutulur, vuku bulan tevcihat beratları ruznamçe namını alan defterlere gene burada kaydolunurdu. Defterhane kayıtları pek ziyade, dikkat ve itina ile tutulduğu gibi tashihlerle ilaveler ancak kanunen selâhiyeti olanlar tarafından icra olunurdu. İşte bu sebepledir ki arazi kanununa «kuyud-ı hakaninin tezvir şaibesinden azade olduğu» geçirilmiş idi.

DEFTER EMİNİ- Önceleri Defter-i hakani nazırı, defter-i hakani emini, son zamanlarda da Tapu umum müdürü adını taşıyan vazife sahibinin ilk ismi idi.

DEFTER-İ HAKANİ- Şahsi tasarrufların, timar, zeamet ve hasların, mülk ve vakıfların ve bunlarda vukubulan tahavvül ve tebeddüllerin kaydıyla mükellef olan ve senetlerini veren dairenin adı idi.

DELİLER AĞASI- Tanzimat’tan evvel Babıâli'de bulunan teşekküllerden birinin başına verilen addır. Otuz kişiden mürekkepti. Alaylarda Sadrazamın maiyet efradını artıran bu teşekkül Beylerbeyilerle Sancak beylerinin o addaki maiyeti efradı mesabesinde idi.

DELK- Dervişlerin fakirleriyle melâmete sülük eylemiş bulunanları tarafından giyilen yünden âdi elbisenin adı idi. Delk Farsça eski elbise, yamalı dilenci hırkası demektir.

DELİ- Rumeli’de ilk olarak teşkil edilen bir sınıf süvari askerine halk tarafından yanlış olarak verilmiş olan addır. Asıl isimleri kılavuz, yol gösterici demek olan delil olduğu halde deli ismini almaları hiçbir muhataradan ürkmeyip her tehlikeye tereddütsüz kendilerini atmak derecesinde deliliği andıran bir cesarete malik olmalarından ileri gelmiştir. Delil gibi deli tâbiri de kitaplara geçmiştir. Başlarına üst tarafı siyah çuhadan, aşağısı kuzu derisinden uzun, mevlevi sikkesi tarzında serpuş giyerlerdi.

DERBEDER- Kapıdan kapıya dolaşıp gezen, serseri, avare, aylak, mecazen; sefil, perişan mânalarına gelir bir tâbirdir.

DERBENT- Serhat üzerinde bulunan küçük kale; dağ üzerindeki geçitlerde ve boğazlarda bulunan karakolhane; iki dağ arasındaki geçit ve boğaz yerlerinde kullanılır bir tabirdir. Halk dilinde «derbent» veya «devrent» suretinde telâffuz olunur. Derbent; bend edilmiş, bağlanmış mânasına gelir. Derbendat suretinde cemilendirilirdi.

DERBENT AĞASI- Derbent muhafızı yerinde kullanılır bir tâbirdir. Derbent Farsça dağ geçidi, boğaz demektir. Tehlikeli olan böyle yerlerde yolcuları korumak için yapılan karakollardaki kuvvetlerin başına bu ad verilirdi.

DERBENTÇİ- Tanzimat’tan evvel geçit yerlerini muhafaza edenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Askerlik yollarının muhafazası, ticaret yollarının selâmetinin temin edilmesi için köprücüler, suyolcular derbentçilerde kullanılırdı.

DERBENT RESMİ- Geçit yerlerinde alınan resim (vergi) hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DEREBEYİ KESİLMEK-  Zulmetmek« cesur» münferit yerinde kullanılır bir tâbirdir.

DERGÂH- Farsça kapı demek olan bu kelime mecaz yoluyla ıstılah olarak muhtelif şekilde kullanılmıştır.

DERGÂH-I ÂLÎ- Mecaz yoluyla saray yerinde kullanılır bir  tâbirdir. Bunun yerine Dergâh-ı Muallâ da istimal olunurdu. Farsça bir kelime olan dergâh kapı demek olduğu için Dergâh-ı Âli büyük kapı mânasına gelir.

DERSAADET- İstanbul yerine kullanılan tâbirlerdendir. Bundan başka şunlar da istimal olunurdu: İslâmbol, âsitane, dâr-ül-hilâfe, dâr-ül-mülk, Beldet-üt-tayyibe, pay-i taht-ı saltanat, südde-i saltanat, dergâh-ı selâtain, İslâvlarca çarıgrat.

DERSİÂM- Medreselerde talebeye ders veren müderrisleri unvanı idi. Dersiam olmak için okuması meşrut ilimleri okuyup medrese ıstılahınca mücaz olmak ve ondan sonra da bilimtihan ehliyetini ispat eylemek lâzımdı

DERKENAR- Resmî dairelerce kâğıtların, arzı hallerin alt taraflarına o işe mütaallik olarak yazılan yazılar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Derkenarlar alelekser sorulan sual hakkında mülâhazayı ihtiva ediyordu. Bu gibi yazılar kâğıdın kenarına yazıldığı için bu adı almıştır.

DERYA BEYİ- Osmanlıların İlk zamanlarında teşkil ettikleri donanmanın başbuğuna verilen unvandır. Gemilerin her biri de Reis namını alan birinin idaresi altında bulunurdu. Deryabeyi Mirliva payesinde idi ve Gelibolu sancağının mutasarrıfı bulunurdu. Memleket büyüyünce, bahusus sahiller çoğalarak donanmanın da arttırılmasına lüzum görülünce Reislere İtalyancadan alınan «kapudan» «Kaptan», Deryabeyine de «Kaptan-ı Derya» denilmeye başlandı.

DERYA BEYLERİ- Kaptanpaşa eyaletini teşkil eden sancak beylerine verilen unvandır. Bunlar hazırladıkları gemilerle sefere iştirak ederler ve bahriye işlerinde kullanılırlardı. Devletin asıl donanmasından başka olan bu gemiler donanmanın ikinci ve ihtiyat kısmını teşkil ederdi. Bunlara «bey gemileri» denilirdi.

DERYA KALEMİ- Maliye nezareti ile ondan evvelki defterdarlık zamanında denizle alakalı işlere ait muamelelerin görüldüğü kalemin adı idi.

DESTAR- Başa giyilen takke, fes ve emsali şeyler üzerine sarılan sarık mânasına gelen bir tâbirdir. Eskiden başta ulema olmak üzere hemen her meslek erbabı başına sarık sarardı.

DESTİMAL- Farsça el silecek bez, elbezi, yağlık, mendil demek olan bu kelime ıstılah olarak ramazanın onbeşinde yapılan hırka-i saadet ziyareti münasebetiyle ziyaretçilere hırka-i şerif ziyaretini müteakip bizzat padişahlar tarafından verilen mendil büyüklüğündeki tülbendin adı idi.

DEVE RESMİ- Develerden alınan resim hakkında kullanılır bir tâbirdir. At, katır, öküz, manda gibi ehli hayvanlar tâbiri altında birleştirilmesi kabil olan bu resmin öteki hayvanlardan olduğu gibi develerden de, baş üzerinden alınması ihtisap resmi ve hayvanat-ı ehliye resmi konulduğu zaman başlamıştır.

DEVATDAR- Farsça devat tutan, divitçi demek olan bu tabir vezir dairelerine mensup ağalardan birine verilen unvandı. Yazıcı mânasına da gelirdi. Halk arasında divit şeklinde kullanılan devat şimdiki dolma kalemin yerini tutan bir yazı aleti idi.

DEVLETLÜ- Vezirlere, müşirlere, şeyhülislâmlara, Mekke emirlerine, Darüssaade ağalarına, saltanat hanedanına sıhriyeti bulunanlara yazılan resmî elkaptı. Gani, iktidar, saadet sahibi demektir.

DEVLETLÜ SEMAHATLÛ- Şeyhülislâmlar hakkında kullanılan elkaptı. İsimlerinden sonra da efendi hazretleri ilâve edilirdi. Muharreratta Devletlû semahatlû efendimiz hazretleri suretinde de kullanılırdı. Arapça bir kelime olan Semahat cömertlik demektir.

DEVLETLÛ SİYADETLÛ- Mekke emirleri hakkında kullanılan el-kaptı.

DEVRAN- Bazı tarikatlarda dervişlerin bir halka teşkil ederek dönmek suretiyle yaptıkları ayin yerinde kullanılır bir tabirdi.

DEVRİYE- Hilkate yani mebde ve meada dair olan şiirler hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DEVŞİRME- Saray hizmetleriyle bostancılıkta ve yeniçeri ocağında istihdam olunmak üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu hizmetler daha evvel esirlere gördürülürdü. Esirler Birinci Murat zamanında kurulan ve «acemi ocağı» namı verilen ocakta yetiştirildikleri gibi miktarları yeniçeri ve acemi ocakları kadrosundan fazla oldukları zamanlarda Türkçeyi ve Türk ve İslâm âdetlerini öğrenmek üzere ikişer filoriye Anadolu'daki Türklerin hizmetlerine verilir, sonra alınarak muhtelif hizmetlerde kullanılırlardı. Devşirme suretiyle Hıristiyan çocuklarının alınması ve bunlardan muhtelif hizmetlerle askerlik işlerinde istifade olunması esirlerin azaldığı zamanlarda duyulan zaruret şevkiyle başlanılmış idi.

Yıldırım ile Timur arasındaki Ankara Muharebesinden sonra istilâ devri muvakkaten durmuş, hattâ bazı yerler Bizans İmparatorluğu ile Bulgar kiralının eline geçmişti. Çelebi Sultan Mehmet ve İkinci Murat zamanında uygulamaya başladı.

 

DEVŞİRME AĞASI- Yeniçeri ocağı ile saray hizmetlerinde kullanılmak üzere devşirme adı verilen Hıristiyan çocukları toplamak vazifesiyle gönderilen memura verilen addır. Yeniçeri zabitlerinden olan bu memurlara gittikleri yerlerin alakalı memurlarına gösterilmek üzere hüküm verilirdi.

DEVŞİRME MEMURU- Devşirme toplamak için tâyin olunan memur hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DEVŞİRME SÜRÜSÜ- Devşirme usulüyle toplanan Hıristiyan çocukların yüz, yüz elli, iki yüz ve daha ziyade olmak üzere hükümet merkezine gönderilmeleri hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buradaki sürü kalite demektir. Devşirmeler sevk memuru demek olan sürücü adı verilen memurlarla muhafızların nezaretleri altında sevk olunurlardı.

DEYR-I MİHNET - Mecaz yoluyla dünya yerinde kullanılır bir tâbirdir.

DİBACE- Kitabın başına yazılan önsöz yerinde kullanılır bir tâbirdir. Bunun yerine mukaddime de istimal olunurdu. Başlangıç diyenler de olmuştur.

DİL OĞLANI- Tanzimat’tan evvel elçilerin devlet erkânı ile görüşmelerinde tercümanlık etmek üzere yabancı devletler tarafından lisan öğretilen gençler hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DİNAR - Altın paralara Araplar tarafından verilen addır. Fıkıh İstılahı olarak on dirhem-i şer'i hâlis gümüş kıymetindeki altını ifade eder. Bir miskal ağırlığında altın sikkeye de ıtlak olunur. İslâmlarda ilk altın sikke Emevilerden Abdülmelik zamanında basılmıştır. Bu sikke yedi miskal ağırlığında idi. Ondan sonra altın paralar darbına devam edilmiş ve cümlesine alelıtlak dinar unvanı verilmiştir.

DİRHEM- Arap para sisteminde gümüş sikke yerinde kullanılmış sonra da Osmanlılara geçmiş bir tâbirdir. Bu isim eski çağlarda da kullanılmıştır. Farsça direm’den alınmadır.

DİŞ KİRASI- Eski zaman ramazanlarında iftara gidilen yerlerde misafirlere hediye makamında verilen para hakkında kullanılır bir tâbirdir. 1324 (1908) temmuz İnkilâbına kadar vükelâ ve ricalin konaklarında iftar yapılması, her akşam gelecek misafirler it’am ve ikram olunmakla beraber fukara takımına diş kirası namıyla para verilmesi mutad ve bütün memurların aledderecat âmirlerinin iftarına gitmesi zaruri idi.

DİVAN- Aslen Farsça bir kelime olup İslâm fütuhatının ilk yıllarında Arapça'ya geçen bu tâbir muhtelif mânalarda kullanılmıştır. En fazla kullanılan anlamı devlet işlerinin idaresiye alakalı encümene verilen addır.

DİVAN-I HÜMAYUN- Hemen bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Türkleri devletinde de iptida hükümdarın sonraları Vezir-i azamin reisliği altında toplanarak devlet işlerine bakan meclisin adı idi. Buna sadece divan da denilirdi. Divan tabiri Osmanlılarda tahdit edildiği halde Selçukilerle İlhanilerde ve Mısır ve Irak hükümetlerinde daha geniş kullanılmış, devletin muhtelif şubelerine ait işlere bakan dairelere de bu isim verilmişti: Divan’ül Adil, Divan-ı istifa, Divan ı mezalim gibi.

DİVANHANE- Eskiden divan kurulan dairelere verilen addır. Odalar arasındaki geniş ve büyük sofalara da divanhâne denilirdi. Eski Türk evlerinde yazın oturmak ve yatmak için bir tarafı açık olarak yapılan ve sergâh dahi denilen bir tarafı açık ve bahçeye bakan sofalara da bu ad verilirdi.

DİVANHANECİ- Divanhane adı verilen toplantı yerinin hizmetine bakanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DİVAN KALEMİ- Sadaretin emirlerini yazan kaleme verilen addır. Fermanlar da burada yazılırdı.

 

DİVAN KURULMAK- Divan, Divan-ı Hümayun denilen meclisin toplanıp devlet işlerinin görülmesi yerinde kullanılır bir tâbirdir.

DİZDAR- Kale muhafızları hakkında kullanılır bir tâbirdir.

DOBLİN- Yelkenin boş olup aşağı sarkan kısmın adıdır.

DOĞANCI- Padişahların şikar halkı denilen avcılarından bir sınıfın adıdır. «Hane-i bazyan» da denilen Doğancı koğuşu kırk kişilik bir cemaat olup bunlar da kaftanlı denilen Enderunluların beşinci kısmı itibar edilmişlerdi. Başları doğancıbaşı adını taşıyordu.

DOĞANCI BAŞI- Padişahların şikâr halkı denilen avcılarından birsinin başına verilen addır.

DÖĞEN- Silâhın icadından evvel kullanılan harp aletlerinden birinin adıdır. Harman aletlerinden olan döğene benzediği için bu isin verilmişti. Demir bir sap ile ucuna merbut uzunca bir zincire bitiştirilmiş çivili bir toparlaktan ibaretti.

DÖN BABA- Tezyinatta kullanılan bir nevi çiçeğin adıdır. Biçimi itibariyle «turna gagası» da denilir.

DÖNME DOLAP- Eski Türk evlerinde erkeklerle kadınların birbirini görmeksizin eşya verip alması için haremle selâmlık arasında yapılan dolabın adı idi. Uzunca, üstüvani ve bir mihver etrafında dönen bu dolabın bir tarafı açık, diğer tarafı kapalı idi.

DUKA- Eskiden Venedik’te basılan altın paranın adı idi. İtalyanca Ducatodan bozmadır. Kıymeti on ile on iki frank arasında idi. Duka serdar manasına asalet ifade eder. Kayıtlarda yalnız olarak geçtiği gibi Duka altunu suretinde de geçer.

DUHAN- Yapraklan kıyılıp içilen ot, tütün demektir. Eskiden tütünden alınan vergiye resm-i duhan, tütün inhisarına da inhisar-ı duhan denilirdi. Arapça bir kelime olan duhan tütün, duman demektir.

DUHULİYE RESMİ- Şehir ve kasabalara ticaret kastıyla getirilen eşyadan alınan vergi manasına gelir bir tabirdir. Resmi vesikalarda (Resm-i duhuliye) şeklinde geçtiği gibi yalnızca duhuliye tarzında da geçer.

DÜLGER- Binaların kapı ve pencere gibi doğrama kısımlarının gayri olan kuşaklama, çatı, döşeme, tavan, merdiven ve sair kaba ahşap kısımlarını yapan sanatkârlar hakkında kullanılır bir tâbirdir Farsça dürgerden bozmadır. Arapçası olan neccar de kullanılırdı.

DÜYME- Eski toplarda topu tutmak için baş tarafına yapılan kabza biçimindeki parçanın adıdır.

DÜYUN-I UMUMİYE- Fransızca Dette Publique mukabili kabul olunmuş bir ıstılahtır. Fransızca Dette publique gibi Düyun-u umumiye de memleket borcu manasını ifade eder.

DÜSTUR- Kanunlarla nizamnameleri ihtiva eden kitap ve mecmualara verilen addır.

DÜZEN AKÇASI- Acemi oğlanlarından kapıya yeni çıkmış olanlara, yani yeniçeri ocağına kayıt edilenlere verilen para hakkında kullanılır bir tâbirdir,

DÜZME SOLAK- Solak eksiklerini kapatmak üzere hariçten tedarik edilip kıyafete sokulanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yeniçeri ocağı iyice bozulup kışlalarda efrat bulunmadığı zaman resmî günlerde resmen mevcut sekiz rikâp solağından başka alaylarda bulunması icabeden solaklar da bulunmadığından her hafta şuradan buradan birtakım Yeniçeri taslakları tedarik olunur ve bunlara solak elbisesi giydirilerek cuma selâmlığına iştirak ettirilirdi.

EBCED HESABI- Hâdiselerin vukuu (meydana gelme) zamanının tespiti için harflere izafe olunan kemmiyete (sayıya) denilir. Yahut diğer bir tarif ile bir hâdiseyi tevrih (Yazılan bir şeye târih atma, târihleme) için kullanılan ve rakamları harften ibaret olan bir hesaptır. Buna “hesab-ı cümel” de denilir.

EBRU- Kendine mahsus levazımıyla boyanmış olan bir nevi kâğıtlara verilen addır. Ebru, su sathında yüzer vaziyette bulunan toz boyalara kâğıt tatbik olunmak suretiyle yapılır. «Ebr» in lûğat mânası «bulut» olduğu, ebrulu kâğıtların da bulutu andırmakta bulunduğu nazar-ı dikkate alınırsa Türkçe mukabilinin «bulutlu kâğıt» demek olduğu anlaşılır. Ebrulu kâğıt imalinde kullanılan renkler mütenevvidir. Bu kâğıtlar levhalarda süs yerine kullanıldığı gibi kitap ciltlerinde de istimal olunur.

EFENDİ- Okuyup yazması olanlara unvan olarak verilen bir tâbirdir. Sahip, seyyit, çelebi, hoca, molla, okumuş mânalarında kullanılırdı.

DİLLE-İ ERBAA- Fıkıh ilminin dayandığı dört delil hakkında kullanılır bir tâbirdir. «Edille-i asliye», «edille-i şer'iye» de denilen bu dört delil şunlardır: Kitap, sünnet, icma-ı ümmet, kıyas-1 fukaha. Bu dört delilden kitap ile sünnete asliye, kitap, sünnet ve icmaa da «usul-u mutlaka» denir. Kıyas bir cihetten asi olup evvelki üç delile nazaran fer'i dir ve bunlardan çıkarılan illete dayanır.

EHL-İ HÎBRE- Bir madde, bir şey hakkında hususi ve etraflı malûmatı olanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu makamda «ehl-i vukuf» tâbiri de kullanılırdı. Şimdi bunun yerine «bilirkişi» kullanılmaktadır.

EHL-Î HİREF- Sanat sahibi esnaf demektir. Hiref; rızka, geçinmeye yarayan sanat, amel, kâr mânasına gelen Arapça hirfet’in cem’idir.

EHL-İ ÖRF- İdare memurları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu tâbir daha ziyade ihtisap ağası gibi kanundan fazla İdarî tedbirlerle iş gören ve halkın levazım ve ihtiyacatıyla en çok alâkadar olanlarına verilmekte idi.

EHL-I SALİP- Kudüs'ü İslamların elinden almak ve Müslümanların kuvvet ve satvetine halel getirmek fikir ve maksadıyla papaların himayesinde olarak bir kısım Avrupa hükümdarlarıyla derebeylerinin kumandaları altında toplanan ve takım takım İslâm memleketlerine hücum etmiş olan mutaassıp Hıristiyan güruhuna verilen unvandır. Türkçesi haçlı seferleri yahut haçlılar muharebeleridir. Elbiselerine kırmızı haç dikmeleri, salibi hilâle galebe ettirmek fikrini gütmeleri bu adın verilmesine sebep olmuştur.

EHL-İ SÜNNET- Hazret-İ Muhammed’den gerek amel (işleme) gerek hadis (söyleme) yollarıyla sabit olan sünnetleri yerine getirenler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buna muhalif olanlara «ehl-i bid’at» denir. Ehl-i sunnet’in mebnası kitap ve sünnete, daima kitap ve sünnete muvafık olan akla uymak, ehi-i bid’atin mebnası ise Resul ü Ekrem’in getirdiği ahkâmı kendi rey ve hevalarına göre tebdil ve tahrif etmektir.

EKSARH- Rumların baş papazlarının unvanı olan «Patrik» a mukabil Bulgarların baş papazları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Osmanlılar İstanbul'u zabtettikleri zaman muhtelif milletlerin ruhanî reislerini ibka ettikleri gibi o sırada münhal olan Rum Patrikliğine münasibinin intihabına (seçilmesine) da müsaade ettiler.

 ELKAB’I RESMİYE- Devletçe verilen rütbelerin derecesine göre tâyin olunan unvan hakkında kullanılır bir tâbirdir. Devletçe resmî elkap usulü 1263 (1846) senesinde kabul olunmuştur. Ondan evvel bu hususta muttarit bir kaide yoktu. Herkes istediği elkabı kullanırdı

ELVÎYE-Î SELÂSE- Kara, Ardahan, Artivin livaları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Liva Sancak demektir.

ELVİYE-İ SULTANİ- Saltanat bayrağı manasına gelen bir tâbirdir. Arabça elviye sancak demek olan livanın cemidir.

EMANAT-I MUKADDESE- Topkapı Sarayında mukaddes tanılan birtakım zevata ait olarak muhafaza edilen eşya hakkında kullanılır bir tabirdir. Mukaddes emanetler arasında şunlar vardır: Hırka-i saadet (Hazret-i Peygamberin hırkası), Peygamberin bir dişi, Peygamberin ayak nişanesini belirten bir taş, Peygamberin iki na’lini, Peygamberin bir seccadesi, Ebubekr’in seccadesi, Livay-ı şerif-i nebevi (Peygamberin bayrağı), Peygamberin bir yayı (Ok yayı), iki asa (biri Şuayp Peygamberin), Nuh'un tenceresi, İbrahim'in kazanı, Yusuf'un gömleği, Davud’un kılıcı, İmam Hüseyin'in gömleği, Hazret-i Hatice'nin gömleği, Cihar-ı yara ait imameler, teşbihler, kılıçlar, Aşere-i mübeşşereye ait altı tane kılıç, Cafer-i Tayyar’ın kılıcı, Halit ibn-i Zeyd’in kılıcı, Muaz ibn-i Cebel’in kılıcı, Şercil ibn-i Hasan'ın kılıcı, Talha'nın kılıcı, İmameyne ait iki bayrak, Veyselkarani'nin tacı, Halife Osman'ın elyazısıyla Kuran, İmam Ali'nin elyazısıyla Kur an, Zeyneiabidin’in elyazısıyla Kur'an, Kâbenin anahtarı, Altın oluk, Bab-ut-tövbe'nin kanatları, İbrahim'in makamının gümüş kapağı, bir parça toprak, Peygamber'in gasil suyu.

EMEKTAR- Emekli mânasına gelir bir tâbirdir. Yeniçerilerin kıdemlileri hakkında kullanıldığı gibi halk arasında da maiyeti halkının eskileri hakkında istimal olunurdu. Yeniçeri ocağında emektarların ayrıca koğuşu vardı.

EMEKTAR KOĞUŞU- Yeniçerilerin kıdemlilerine mahsus koğuş hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu koğuş ağa kapısı dairesinde idi.

EMİN- Muhtelif hizmetlerde kullanılmış olan memurlara verilen unvandır. Saray hizmetlerinde dört emin vardı: Matbah-i Amire emini; Şehremini, arpaemini, darphaneemini. Şehremini sonradan İstanbul Belediye reisliğine unvan ittihaz edilmiştir. Yeniçeri ocağında Emin unvanlı bir memur bulunduğu gibi muvakkat işler için de bu namla adamlar istihdam olunurdu. Eskimiş olmalarından dolayı satılmaları lazım gelen otakları satmak için ulufeciler arasından otakcı ismiyle seçilen üç ihtiyardan birine emin unvanı verilirdi. Yapılan binaların hesaplarını tutanlara da Binaemini denilirdi. Mutemet demektir. Son zamanlarda Defter-i Hakani Emini. Rüsumat Emini unvanlı memurlar vardı. Arabçada Emin güvenilir manasına gelir. «Kamus-u

EMİR-İ ALEM- Eyalet sancaklarını muhafaza eden zabitin unvanı idi. “Mir-i alem” de denilirdi. Pek ehemmiyetli bir mansıb olup teşrifatça mevkii yeniçeri ağasından sonra gelirdi, önünde mansıbına alâmet olmak üzere bir parçası yeşil, öteki parçası beyaz renkte bayrak (flama) götürülürdü. Sancak beyliklerinden biri münhal olduğu zaman kayıtlarını tetkik eder, sancağın mensup bulunduğu eyaletin paşasını haberdar eyledikten sonra onun inhası üzerine yeni sancakbeyi tayin edilirdi. Yeni sancakbeyine sancağını o götürür, mutat veçhile kendisini tahlif ettirdikten sonra mansıbının alâmeti olan sancağı kendi eliyle beye verirdi. Beyin kendisine münasip hediye vermesi de usuldendi.

 EMİR-İ MEKKE- Peygamber sülâlesinden seçilip Mekke’ de oturan ve selâhiyetli bulunduğu işlerle meşgul olan zata verilen unvandır.

EMNİYE RESMÎ- Osmanlılar zamanında (Yemen) de alınan resimlerden (vergi) birinin adıdır. Tereke hasılatı demekti. Beyt-ül-mal talimatı mucibince yazıldıklarından itibaren beş sene geçen terekelerin esmanı hâzineye gönderilir, ve hâzineye «müteferrika» namıyla hasılat yazılırdı.

ENDAZE- Metrenin uzunluk ölçütü olarak kabulüne kadar arşın ile birlikte kullanılan ölçülerden birinin adıdır. Birbirine bitişik dört parmağın genişliğinde dört kabzadan ibarettir. Metre hesabıyla 60 santim idi. «Kamus-u Osmani» de bunun için şu izahat vardır: «Bildiğimiz ölçü. 60 santimetredir. Aslını hendese, yahut hendize zan edenler bulunmuş ise de doğrusu «endahten» masdarından müştak «endaz» ın sonuna hasır edatı olan bir hanın ilâvesiyle bir nevi küçük arşına itlak kılındığı vaki tetkikattan anlaşılmıştır.

ENDAZEYE GELMEK- Hesaba uyar, makul, akıl yatar, zihin kabul eder yerinde kullanılır bir tâbirdir.

ENDERUN- Saray, mabeyn karşılığı olarak kullanılır bir tâbirdir. Devletin idaresine memur olanlara da, bunun mukabili omak üzere «Bîrun» denilirdi. Farsça olan bu iki tâbirden enderun iç, birun da dış demektir. Yalnız olarak enderun denildiği gibi “Enderun-ı hümayun” suretinde de kullanılırdı. Osmanlı devletinin teşekkülü sıralarında devlet işleri pek basit ve ibtidai vasıtalarla görülüyordu. Orhan ve oğlu Murat taraflarından yapılan teşkilât ile askerlik bir nisam ve intizam peyda etti. Memleket büyümeğe başladığı için yavaş yavaş saray teşkilâtı da yapılmağa başlandı. Asıl saray Yıldırım ve daha sonra ikinci Murat tarafından kurulmuş, debdebe ve daratı ise Fatih tesis eylemiştir. İstanbul'u aldıktan sonra bir İmparator hayatı yaşamak ve yaşatmak isteyen Fatih ilkin şimdiki Üniversitenin bulunduğu yerde bir saray yaptırdı. Müteakiben Topkapı sarayım kurdurdu. Dört tarafı duvar ile çevrilmiş olan bu saray değirmenleriyle, fırınlarıyla, bostanlarıyla silâh depolarıyla ahırlarıyla, koğuşlarıyla, mescitleriyle âdeta bir kasaba idi. Matbahlarında günde yirmi bin kişiye yemek dağıtılıyordu.

ENDERUN MEKTEBİ- Sarayda kurulup mevcudiyeti beş asır devam eden mektebin adı idi. ERKÂN- I HARB- Ordunun harb faaliyetini hazırlayıp icraya, fen işlerini ifaya memur ümera ve zâbitan hakkında kullanılır bir tâbirdir, Erkân-ı harb sınıfına ayrılabilmek için Harbiye’deki tahsilin parlak bir suretle yapılması ve muayyen olan had dâhilinde çıkılmış olması lâzım gelirdi. O hadden sonra gelenlerin bir kısmı «mümtaz» namını alırlar, diğerleri ise sıra zâbiti olarak orduya iltihak ederlerdi. Erkân-ı harbliğe ayrılanlar ayrıca erkân-ı harbiye tahsili görürlerdi. Bu tahsilde de muvaffak olanlar erkân-ı harb olurlardı.

ESAME- Yeniçerilerin kaydı, ulûfe defteri mânasına olarak kullanılan bir tâbirdir. Arapça (Esami) den bozmadır. (Siyakat) denilen yazı ile yazılan bu defter uzunlama ikişer sahifelik bir takım tabakalardan ibaret idi. Bir sahifede 110 esami yazılırdı. Yalnız sekbanların defterinde sahifelerin aldığı kadar isim yazmak caizdi.

ESAME DEFTERÎ- Yeniçeri ocağı efradının isim ve ulûfelerinin yazılı bulunduğu defter hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yeniçeri kâtibi tarafından yazılıp verilen bu defter üzerine yoklama yapılırdı. Bu defterde yazılı olanlara «sahih-ul-esami» denilirdi.

ESAME KÂĞIDI- «Kütük» dahi denilen «esame» den künyeleriyle istihkaklarını muhtevi yeniçeri ocağı efradına verilen kâğıdın adı idi.

ESATİR- Masal ve efsane kabilinden rivayet ve hikâyeler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça olan bu kelimeyi «usture'nin cem'i -isim - masallar, hikâyeler, efsaneler, hurafeler; eski zamanların İlâhlarına ve kahramanlarına mütaallik hayalî rivayetler suretinde izah edilir.

ESHAM- Üçüncü Sultan Mustafa zamanında çıkarılan istikraz kuponları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan esham, sehim’in cem’idir. Sehim; kısım, hisse; ok mânalarına gelir. Bu esham senevi beşer kese faizi idi. Karşılığı da İstanbul Gümrüğü ile diğer sağlam varidattı. Bunların sekizer, onar seneliği defaten taliplerine veyahut hükümetten alacaklı bulunan bazı bina eminlerine verilmişti. Bu tabir sonradan çıkarılan dâhil istikraz tahvilleri hakkında da kullanılmıştır. Esham; alınıp satılır ve nizamı mucibince her satış muamelesinde bir senelik faizi ferağ harcı olarak alınırdı. Bu harçtan ve mahlûlâtı muaccelesine hâzinenin verdiği faizden mühimce varidat hâsıl olmakta idi. Bu esham o zaman mevcut olan mukataatın hemen hemen bir nev'i idi. Ancak eshamın karşılığı sağlam olmak ve sahiplerine faizleri muntazaman verilmekle beraber mukataat gibi artmak istidadında olmaması hasebiyle esham, mukataat-ı miriyye gibi, rical ve müteneffizan indinde muteber tutulmamakta idi. Eshamın hâmilleri alelekser orta halliler ve fakir kadınlardı. Eytam namına da alındığı Vâki idi. Esham hâmilinin ölümü halinde veresesine intikal ettiği için bu yüzden kimse mutazarrır olmazdı.

ESİRCİ- Köle ve cariye alıp satanlar hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan esir Kamus-ı Osmani de kul, köle, harb esnasında düşman eline düşen tutsak, düşman elinde kalan asker. Hüküm altında bulunan, müptelâ, düşkün suretinde izah edilmiştir. Bir zamanlar esircilik kâr getirir bir meslek halini almıştı. Köle ve cariyeler taşralarda esir pazarlarında alınıp satıldığı gibi İstanbul'da da eski ve yeni bedestenlerde ve Esir Hanında satılırdı. Üçüncü Sultan Murat zamanı bu ticaretin en parlak bir devri olmuştur. Saray böyle esirlerle dolup taştığı devlet erkânının, hattâ içtimaî mevkileri müsait olanların konakları, evleri birer esir yatağı halini almıştı. Kendilerine esirci süsü veren bazılarının yanlarına aldıkları kadınları satılık cariye diye esir pazarlarına getirip satanlar da oluyordu. Şehirli bazı kadınlarla esircilerde hakikî cariyeleri sahiplerinden (satıverdim) diye alıp pazara çıkarırlar, müşteri namına leventlere - pey akçesi gibi biraz para mukabilinde -tevdi ederlerdi. Leventler bu zavallıları odalarına götürür, günlerce tutar ve “hilâf-ı âdet şenaatlerde” bulunduktan sonra beğenmediklerini söyleyerek geri getirilerdi. Bazı tellallar da esirci kadınlardan aldıkları cariyeleri levent odalarına götürmeyi iş edinmişlerdi. Fransızların souteneur dedikleri herifler gibi cariyeleri işleterek para kazanırlardı.

ESİRCİ EMİNİ- Ganimet ve esirlerin çok olduğu zamanlar esir alıp satanlardan hükümet hesabına huruçta bir para nispetinde bir varidat almak suretiyle bu içlerin kanun dairesinde cereyanına bakan memurun unvanı idi. Yalnız İstanbul'da senede yüz kese kadar hâsılat temin ederdi. Bu içler tavsayınca lağvedilmiştir.

ESİRCİ GEMİSİ- Eskiden esir ticareti için çalıştırılan gemilere verilen addır. Esir yani köle ve cariye taşıyan gemi demektir.

ESİRCİLER KETHÜDASI- Köle ve cariye satışı işleriyle meşgul teşekkül mensuplarından birinin adı idi.

ESİR PAZARI- Köle ile enfiyelerin satıldığı yere verilen addır. Esir pazarı İstanbul da Tavuk pazarı civarında idi. Esir denilen köle ve cariyeler bir arada eşya ve emtia gibi alınıp satılırdı. Taşralarda da esir pazarları vardı. Esir alıp satmağı kendilerine sanat ittihaz etmiş olanlar vardı. Bunlara «Esirci esnafı» denilirdi. Esirci esnafı kendi malları olan esirleri istedikleri fiyata sattıkları gibi satılmak üzere emaneten kendilerine bırakılanları sahiplerinin tâyin ettikleri fiyatlar üzerinden satarlar ve bu gibiler için sahiplerinden nafaka ve dellâliye namıyla para alırlardı.

EŞKÂL DEFTERİ- Yeniçeri ocağında ve saray hizmetlerinde kullanılmak üzere devşirilen acemi oğlanların isim ve hüviyetlerini gösteren defterler hakkında kullanılır bir tabirdir. Buna «ana defteri» da denilirdi. Deftere devşirmelerin mensup oldukları sancak, kaza ve köy isimleriyle kendilerinin, babalarının, sipahilerinin, sürücülerin ve sürücü başların adları yazıldığı gibi göz, kaş, boy ve sair fârık alametleri de kaydedilirdi. Yeniçeri ağası tarafından mühürlenen bu defter muhafaza edilirdi. Acemi oğlanların Türk aileleri yanındaki müddetlerini ve kışlalarındaki acemilik hizmetlerini bitirip de ulufeye yazılmaları sırasında bu defterdeki kayıtlarla kontrolleri yapılır, kayda uygun olanlar ulufeye yazılırdı.

EŞKAR- Arapça al donlu at, kızıl yüzlü adam mânalarına gelir bir kelimedir.

EŞKİNCİ- İkinci Sultan Mahmut zamanında yeniçeri ocağından ayrılmak suretiyle teşkil olunan askerlere verilen addır. Bunlara «eşkinci neferatı» da denilirdi. Ocağın ıslaha muhtaç olduğu daha hicri 1182 (1768) seferinde pek açık bir surette kendini göstermiş, fakat yapılan teşebbüsler kanlı neticelerle akim kalmıştı.

EŞREF SAATİ- Yümünlü ve mes'ud vakit hakkında kullanılır bir tâbirdir. Manâsı saatlerin şereflisi dernektir. Eskilerden buna inananlar pek çoktu. Yola çıkmak, düğün yapmak gibi basit işlerden muharebede hücuma geçme gibi mühim şeylere kadar eşref saati arayanlar vardı. Yapılacak bir işe başlamadan evvel o işin hangi gün ve saatte yapılması hayırlı olacağı araştırılır, bunun tâyini için müneccimlere başvurularak onlar tarafından tâyin olunan vakitte işe girişilirdi.

ET MEYDANI- İstanbul'da Aksaray semtindeki meydanlardan birinin adı idi. Vaktiyle yeniçerilerin kışlası burada idi. İrtica ve ihtilâl vukuunda yeniçeriler burada kazan kaldırırlardı Kışlanın kapı yeri ile büyük çeşme musluklarından başka enkaz kalmamıştır. Arsasında bir Rum mektebi yapılmış ve bunun üst tarafındaki orta camii yeniden tamir olunmuştur. Mevkiin bir kısmı cadde haline getirildiği gibi bir kısmında da çulha tezgâhları tesis olunmuştur.

ETEK ÖPMEK- Tazim makamında birinin eteğini öpmek hakkında kullanılır bir tâbirdir. Eskiden köle ve cariyelerle içtimaî mevkileri aşağı olanlar efendileriyle büyüklerin elbisenin belden aşağı doğru sarkan kısmı demek olan eteğini öptükleri için, o hareketin karşılığı bu tâbir meydana gelmiştir. Etek öpmek mecaz yoluyla tebasbus (yalakalık) ve temellük mânasına da gelir. Bunun yerine «eteklemek» de denilirdi.

EVLÂD-I FÂTİHAN- Rumeli'nin fethi üzerine Anadolu'nun Türk halkından aileleriyle birlikte nakil ve iskân olunanlara verilen addır. Konya, Aksaray ve civarı halkından nakledilmiş olan bu Türklere yerli Hıristiyanlar “Konyar” derlerdi. Bu köylerin adları da Türkçe idi. Meselâ Manastır ile Filorina arasında büyük bir köy olan Kınalı o cümledendir. Evlâd-ı Fâtihanın bulunduklan kazalar şunlardı: Manastır, Pirlepe, Filorina. Cuma, Tikveş, Radoviş, İştip, Doyran, Ustrumca, Avrethisarı, Yenice, Vodina, Serez, Demirhisar, Zihne, Drama, Langaza.

EVLİ YENİÇERİLER- Evli bulunan yeniçeriler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ocak kanununa göre efradın bekâr olması şarttı. Yeniçeri efradı bölükbaşı, yayabaşı gibi ocak zâbiti olmadıkça evlenemezdi. Bundan dolayı gerek Edirne'de ve gerek İstanbul'da bunlar için oda denilen kışlalar yapılmıştı. Ocağın bu kanunu ilk defa Vezir-i âzam Yunus Paşa tarafından ihtiyar olan kardeşinin evlenmesine müsaade olunmak suretiyle bozulmuştur. Yeniçerilerin evlenmeleri bundan sonra başlamış olmakla beraber bir müddet, için mutlaka ihtiyar olmalarına ve bundan başka padişahın izin vermesine bağlı idi. Ancak evlenen yeniçeri odasının en kıdemlisi olsa bile odabaşı olmak hakkını kaybederdi. Çünkü bunların daimî surette kışlalarda oturmaları kanun icabından idi. Bununla beraber evlenme yolu genişleyince evliler de odabaşı tâyin edilmeğe başlandı. Yeniçerilerin evlenmelerine müsaade edildikten sonra bunların çocuklarının da düşünülmesi icap ediyordu. Babalarından yetim kalan yeniçeri çocuklarına «kuloğlu» adı verilmiştir. Bu çocuklara büyüyünceye kadar para ve tayin verilir, sonra da acemi ocağına kaydedilerek yetiştirilirdi, bunlara « fodlahan » da denilirdi.

EVRAD- Tarikat mensupları tarafından her gün okunan “ediye-i me'sure” hakkında kullanılır tabirdir. Aynı manaya gelen ve cüz demek olan verdin çoğuludur. Verd, çiçek manasına da gelir.

EYALET- Vilâyet usulünün kabulünden evvel vilâyet yerinde kullanılır bir tâbirdir. Eyaletler evvelleri beylerbeyiler, daha sonraları hem beylerbeyiler ve hem de vezirler idaresinde bulunuyordu. Eyaletin başında bulunan beylerbeyi veya vezirin şimdiki valilerden çok fazla salâhiyeti vardı. Onların astıkları astık, kestikleri kestikti. Eyalet valileri yalnız mülkî memur da değillerdi. Harb vukuunda bunlar maiyeti halkını ve eyalet tevabiini alarak sefere iştirâk ederler ve orduda bilfiil vazife deruhte eylerlerdi.

EYYAM-İ BAHUR- Rumi Temmuzun 19 undan 26 sına (Efrenci 2 ağustos -9 ağustos(Rumi takvim, Batının kullandığı Gregoryen miladi takvimden 13 gün gerideydi. Bu fark; Rumî Takvim'in Jülyen Takvimi'ni, Miladî takvimin ise Gregoryen Takvimi'ni esas almasından ileri gelir.)) a kadar süren 7 sıcak gün hakkında kullanılır bir tabirdir. Bahur; Arapça sıcak demek olduğu için eyyamcı bahur sıcak günler manasına gelir.


FAĞFUR-Çinde yapılan her türlü porselen evani hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FAHRİYE-Bir şairin kendini övmek için yerdiği manzume hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FAKİH- Leh ve aleyhde olan hükümleri bilmek istidadını haiz olan kimse  mûctehid mânalarına gelir bir tâbirdir.

FALAKA-Eskiden mekteplerde talebenin, halktan da yolsuz ve kanunsuz harekette bulunanların cezalandırılması için kullanılan işkence aletlerinden birinin adıdır. Falaka, bir buçuk metre kadar uzunluk ve bileğe yakın kalınlıkta bir sırığın bir ucundan öbür ucuna  yaylarda olduğu gibi çift ip bağlamak suretiyle meydana getirilirdi.

FALAKACI- Sadrazamların kola çıktıktan zaman rastladıkları kabahatlileri dövdürme hizmetinde kollandıktan adamlara verilen addır. Falakaciyan suretinde cemilendirilir, başlarına «falakacı başı» denilirdi. Bunlar kabahatlileri falaka ile dövdükleri için bu adı almışlardı.

Yeniçeri ağasının teftiş sırasında kabahatlileri tedip için yanında bulundurduğu falakayı taşıyan acemi oğlanlarına da folakacı denilirdi.

FALYE - Ağızdan dolma toplarda hartucu ateşlemek üzere topların kuyruk kısımlarında hazne üstüne ağızlık ve yemleme otu konulmak için açılmış olan deliklerin adıdır. İtalyanca'dan alınmadır.

FANUS- Mum, kandil ve petrol lâmbası gibi alevle yanan şeylerin ışığını rüzgârın söndürmesinden muhafaza için etrafını kapatan camdan yapılma mahfazalar hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FÂRÎSÂN- Osmanlı saltanatının teşekkülü sıralarında eyaletlerle hudutlardaki muhafız askerler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Süvari oldukları için bunlara «atlı ulûfeli» de denilirdi.

FARK - Kesrette vahdeti, vahdette kesreti birbirine hicap olmadan müşahede etmek mânasına kullanılır bir tâbirdir.

FECR-İ ÂTİ- 1908 Temmuz İnkılabı üzerine kurulan edebî cemiyetin adıdır. Değerli ebebiyat muallimi Agah Sırrı Levent (Edebiyat Tarihi Dereleri, İstanbul, 1938, sayfa 282 ve müteakip) doğuşuyla kurucuları ve tarihe intikali için şu tafsilatı veriyor: 1901 tarihinde Servet-i Fünun Mecmuası edebî faaliyetini tatil ettikten sonra edebiyat alemini derin bir sessizlik kaplamış, gazete ve mecmualarda artık edebiyata müteallik yazılar görülmez olmuştu. İzmir ve Selanik gibi mühim vilâyet merkezleri bu kabîl faaliyetler için daha müsait birer muhit halinde bulunuyordu. Bu cümleden olarak İzmir’de çıkan Muktebes gazetesi ile Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi mecmuasında bazı edebî hareketler görülmekte idi. Hususiyle Haşan Fehmi Paşa'nın valiliği zamanına rastlayan 1904-1905 yıllarında çıkan Çocuk Bahçesi mecmuası, Ömer Naci'nin idare ettiği bir nevi edebî faaliyete sahne olmuştu. Henüz tahsil hayatında bulunan veyahut tahsilden ayrılmış olan bazı gençler de bu faaliyete iştirak etmiş bulunuyorlardı. Bu gençler arasında Enis Avni «Aka Gündüz» Rasim Haşmet, Akil Koyuncu, Ali Canip ve Mehmet Behçet vardı. Mecmuanın bu faaliyeti bir buçuk yıl kadar sürdü.

FAYTON- Körüklü arabalardan birinin adıdır. Lehçe-i Osmani’de «Fransızca dört adamlık körüklü bir nevi araba» suretinde târif olunan bu arabaya halk payton diyor. Erili samanlarda arabalara umumiyetle «kupa» denilirdi. Sonra «hinto», «talika», «katip odası», «kupa», «lando» isimlerini alan arabalar meydana gelmiştir.

FEDDAN- Yer ölçülerinde kullanılır bir tâbirdir. Mısır’da kullanıldığı için Mısır’la alâkalı vakfiyelerde geçer.

FECR-İ KÂZİP- Güneşin doğuşundan evvel ufuktan semt-i re’se doğru uzanan ve pek çabuk zail olan aydınlık hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ondan sonraki hakiki aydınlığa «fecr-i sadık» denilir.

FECR-l SADIK- Fecr-i kâzib’i mütaakip ufukta güneşin doğuşundan evvel boydan boya zuhûr eden müstârizi (genişliğine) aydınlık hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buna « Beyaz-ı müstârizi» de denir. Oruçlu için yemek içmenin haram ve salât-ı fecir (sabah namazı)’nın farz olduğu zamanın başlangıcıdır.

FELEK- Müstedir hareketle müteharrik olan âlem küresi ve bunun mıntıkası; ay ve güneşle beraber seyyarelerden her birinin mahreki mânalarına gelir bir tâbirdir. Arapça; gök, zaman, dehr, ecel, dünya gibi muhtelif mânalara gelir.

FELEMENK DOLARI- Uzun zaman «esedî» adiyle tedavül etmiş olan ecnebi paralardan birinin adıdır. Özerinde arslan resmi olduğu için resmî makamlarca esedî adı verilen bu paraya halk Türkçesi olan «arslanlı» derdi. Eski vesikalarda bunun yerine daha ziyade «Felemenk kuruşu» geçer.

FELEMENK KURUŞU- Uzun zaman «esedî» namıyla tedavül etmiş olan ecnebi paralardan birinin adıdır. Vesikalarda «Felemenk doları» suretinde de geçer.

FELENK- Büyük taşlar ve sütunlar gribi çok ağır şeyleri hareket ettirmek için tekerlek hizmetini görmek üzere altlarına konulan kalın ve yuvarlak sırıklar hakkında katlanılır bir tâbirdir. Filenk de denir.

FENA FİŞŞEYH- Bütün mâneviyatını şeyhin mânevi şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir bir tâbirdir. Müride göre şeyh kendisi için en büyük örnektir. Onun yalnız sözlerini değil bütün hareketlerini de benimsemek ve en ufak bir muhalefet göstermemek lâzım gelir.

FENA FİL’AŞK- Aşk içinde yok olmak mânasını ifade eden bir tâbirdir. Sofiyeye göre vücud-ı mutlak, aynı zamanda kemal-i mutlak, cemal-i mutlak ve hayr-ı mutlaktır. Cemal, aşkı doğurur ve onsuz olmaz. Her güzellikte cemal-i mutlaktan bir zerre vardır. Bu sebeple güzelliği sevmek, cemal-i mutlakı sevmektir. Sofiye işte bu esasa dayanarak bir fena fil’aşk mertebesi tasavvur etmişlerdir.

FERACE- Çarşaftan evvel kadınların tesettür için giydikleri üstlüğün adıdır. Feraceler çuhadan, softan, sonraları aynı zamanda fantası kumaştan yapılırdı. Düz, süssüz ve sade olanlar olduğu gibi cepleri ve yakaları işlemelileri da olurdu. Arkası, yakası uzun olanları, modaya göre bol, darları vardı. Renkleri daha ziyade koyu idi. Bir aralık al moda olmuş, kibarlar hep o renkte ferace yapmışlardır.

FERAİZ- Mirasa ait hükümleri yani terekenin istihkak sahiplerine taksim keyfiyetini bildiren ilmin adidir. Farizanın cem’idir. Farz olan Allah’ın emirleri, lâzım, vacip, vazife, borç mânalarına gelen fariza, mirasta tâyin olunan sehim demektir. Bu cihetle mirastan muayyen hisseleri olanlara «Eshab-ı feraiz» denir.

FERİK- Büyük askerî rütbelerden birinin adıdır. Ferik kelimesi için «Kamus-ı Osmani» de «bir bölük, bir kısım nas mânasına olan (fırka) dan mânaca farklıdır. Bu kelime fırkadan ekser olan cemaat-i beşeriyeye ıtlak olunur. Fırka kumandanlığı payesi rütbe-i ûlâya muadildir: (Ferik paşa), (ferikayn) = İki takım cemaat insanı, iki fırka-i askeriyye: «Tekabül-i ferikayn» izahatı vardır. Osmanlı ordu teşkilâtında bu kelime, bir kolorduyu teşkil eden yedi birlikten birinin ismi idi.

FER’lYYE DAİRELERİ- Beşiktaş’la Ortaköy arasında üç kısımdan mürekkep saraylara verilen addır. Bunlara «Fer'iyye sarayları», «Sultan sarayları» da denilirdi. Arapça, fer' ağacın kolu, dalı gibi bir atıldan ayrılan şey, fer’iyye de aslı olmayıp fer’a mensup ve mütaallik bulunan demektir. Bu saraylar asıl padişah sarayının fer'i sayıldığı için bu adı almışlardı. Paşa dairesi adı verilen ayrı üç daire bulunduğu gibi arkalarında ve cadde üzerinde ayrıca bir daire de vardı. Bu saraylarda kışlık yerleri bulunmayan ve padişah tarafından münasip görülen hanedan azası oturtulurdu. Arka taraftaki dairede son zamanlarda şehzade Abdülhalim Efendi oturmakta idi. Hal'inden sonra Topkapı sarayına nakledilen Sultan Aziz orada birkaç gün kaldıktan sonra Beşinci Murat’a vaki müracaatı üzerine Fer’iyye sarayına nakledilmiş ve 3 haziran 1876’ da burada intihar etmiştir.

FER’İYYE SARAYLARI- Beşiktaş'la Ortaköy arasındaki saraylara verilen addır. «Sultan sarayları» adı da verilir idi ise de daha maruf adları «Fer’iyye daireleri» idi. Fer’iyye denilmesinin sebebi padişahların oturdukları sarayın asıl, bunların ise fer’ sayılmasından ileri gelmiştir. Fer’; Arapça ağacın kolu, dalı gibi bir asıldan ayrılan şey demektir. Üç kısımdan ve ayrıca üç de paşa dairesinden terekküp eden ve arka taraflarında bir kısım da bulunan bu saraylarda kışlık ikametgahları bulunmayan hanedan mensupları otururlardı. Sultan Aziz 3 haziran 1876 da burada intihar etmiştir. Şimdi mektep olarak kullanılmaktadırlar.

FERKAT- Şimal kutbuna yakın iki yıldızdan her biri hakkında kullanılır bir tabirdir. İkisine birden ferkadan denilir.

FERMAN-Bir iş veya maslahat siparişini mutazamman padişah tarafından verilen yazılı emir mânasına gelir bir tâbirdir. Ferman; Farsça emir, irade, buyruk demektir. Ferman kelimesi, İslâmiyyet’i kabul etmele rinden sonra, İlhaniler tarafından kullanılmış, daha sonra Osmanlılara geçmiştir. Büyük Selçukiler ile Anadolu Selçukları ve Memlûkler de bunun yerine tevki kullanıldığı gibi İlhaniler, Timuriler, Karakoyunlu ile Akkoyunlu Devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında yarlıg tâbiri de kullanılmıştır. Ferman kelimesini tamamıyla benimseyen Osmanlılar da, bu kelimenin resmî mânası herhangi bir iş hakkında padişahın alâmet-i şerife denilen tuğralı emri demektir. Bu emre, hükümdardan sâdır olduğu için, ferman-ı hümayun ferman-ı şerif denilirdi.

FERSAH- Yol ölçülerinden birinin adıdır. Farsça fersenk kelimesinden Arapçaya fersah suretinde geçen bu kelime «Kamus-ı Osmani » de «üç mil tûlünde mesafeye ıtlak olunur» (Üsküdar’dan Kadıköy bir fersahtır). Maddiyat ve maneviyatta kullanılır. Maneviyatta ekseriya mükerrer istimal olunur. Meselâ «filân tersim hakkında üstadını fersah fersah geçmiştir» suretinde izah olunmuştur.

FES- İnsanların başlarını havanın tesirinden korumak için kullandıkları yünden yapılma serpuşlardan (başlık) birinin adıdır. Osmanlılar tarafından yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasından sonra resmî serpuş ittihaz edilen fesin ta Bizans zamanına çıkarılarak buradan Adalara, Yunanistan’a, Tunus’a ve hattâ Fas’a nakleden tarihî rivayetler vardır. Clement Huart (İslâm Ansiklopedisi, fes maddesi) fes adının ilk yayıldığı Fas şehrinden alındığını Dr. Karl Lokosch ( Etymologisches Wörterbuch ) fesin Fas’dan geldiğini söyledikleri gibi Encyclopaedia Britanica, «Oxford sözlüğü, Encyclopaedia İtalyana e daha birtakım Avrupa ansiklopedileri de fesi hep Fas şehrine nispet ederler.

FESAHAT- Sözün açık, düzgün ve yanlışsız olması, sarf tenafürü ve garabet bulunmaması yerinde kullanılır bir tabirdir. Bu turlu söz söyleyen ve yazanlara fasih denilir.

FESAT KUMKUMASI- Mecaz yoluyla daima fesat çıkaran, fesattan başka bir şey düşünmeyen, fitneci, karıştırıcı, dedikoducu yerinde kullanılır bir tabirdir.

FETİHNAME- Elde edilen zafer neticesinde zaptolunan memleketler münasebetiyle komşu hükümdarlarla, hanlara, prenslere, şehzade ve valilere gönderilen namelere verilen addır.       Fetihnameler, muharebenin bir tarihçesi olduklarından tarih nokta-i nazarından ehemmiyetleri büyüktür.

FETTAH- Allah’ın isimlerinden birine delâlet eden bir tâbirdir, Açıcı, açan mânasına gelen bu tâbir Arapça fetih’ten üremedir. Fetih; açmak, açılmak demektir.

FETVA- Fıkhî bir meselenin şer’î hükmünün beyanı yerinde kullanılır bir ıstılahtır.

FETVA EMİNİ- Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahanenin başında bulunan zata verilen unvandır. Şeyhülislâm’a sorulan Şer’î meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer’iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik eylemek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İlâmat müdür ve mümeyyizi, başmüsevvit, müsevvit gibi ulema ve fukahadan mütaaddit memurlar vardı.

FEY- Zekat ve ganaim (ganimetler) dışında kalan emval bakında kullanılır bir tâbirdir. Şeriat bütçesinde fey'in tarifi şöyledir: «Muharebe icra etmeksizin ve arkasından koşulmaksızın müşriklerden kendi kendine gelen mal.» İslamın müstahak olduğu emval üçtür: Fey, ganimet, sadaka.

FEZLEKE- Hulâsa, netice mânasına gelir bir tâbirdir. Hesabın hulâsasına, sorgu, sualin neticesine bu ad verilir. Bunların birincisine «hesap fezlekesi», İkincisine de «İstintak fezlekesi» denilir. Raporların şimdiki «netice» kısmına eskiden fezleke denilirdi.

FIŞKA- Demiri kaldırıp tırnağını pabuca oturtmak için kullanılan sâbit veya mütaharrik bir ağacın adıdır. Buna fışka metaforası» adı da verilir.

FIŞKA ETMEK- Demiri fışka palangasıyla kaldırmak yerinde kullanılır bir tâbirdir.

FİDYE- Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için kendisi veya kendi namına başkası tarafından verilen para hakkında kullanılır bir tâbirdir. Can kurtarma akçası demektir. Arapça kurtulmak mânasına gelen necatla birleştirilerek «fidye-i necat» suretinde de kullanılır.

FİDYE-1 NECAT- Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para ve saire hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yalnız «fidye» suretinde de kullanılır. Tâbirin karşılığı can kurtarma akçası demektir.

FİHRİST- Bir kitabın ihtiva ettiği fasıl ve bapları kısaca ve ekseriya alfabe sırasıyla gösteren cetvel mânasına gelir bir tâbirdir.

FİLİKA- Harb gemilerinde kürek veya yelkenle yürütülen güvertesiz ufak gemilere verilen addır. Bunların muhtelif tipte yapılmışları ve müteaddit kürekle işletilenleri vardır.

FİLİKACI- Harb gemilerindeki kürek veya yelkenle yürütülen ve filika adı verilen ufak gemilere bakmak ve baktıkları filikalarda kürek çekmek üzere ayrılmış mürettebata verilen addır.

FİLİNTA- Kısa namlulu, çakmaklı tüfekler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İngilizce çakmak demek olan filint’ten alınmıştır.

FİLO ETMEK- Rüzgârı arkaya alıp yelkenleri boşaltmak, işletmemek yerinde kullanılır bir tâbirdir.

FİLORİ- Flöri yahut flörin; Milâdî on birinci asırdan evvel (Floransa şehrinde darp ve üzerinde bir zambak çiçeği resmedilen altınlara verilen addır Bu isim mahall-i darptan ve üzerlerindeki çiçekten dolayı verilmiştir. Bilâhara bu da, Avrupa memleketlerine yayılmış ve altın meskukâta florin isminin verilmesi taammüm eylemiştir. Osmanlılara da aynı suretle intikal ettiğinden altın paralar hakkında bu ad kullanılmıştır. Adını çiçek mânasına gelen flor'den almış olmak dolayısıyla doğrusu flori olması icabeden bu para Türk fonetiğine uydurularak filori suretinde telâffuz olunurdu. Osmanlı padişahlarından ilk altın para bastıran Fâtih'tir. Hicrî 883 (1478) senesinde İstanbul'da basılmıştır. Bununla beraber ikinci Sultan Mehmed in sikkelerine ayrı bir ad verildiğine dair Osmanlı tarihlerinde malûmat mevcut değildir. Zâhir halden bunun için bidayeten yalnız altın lâfzının istimaliyle iktifa olunduğu anlaşılıyor. Araplar altın meskûkâta (dinar) adını verdikleri halde Osmanlılarda bu isim (dirhem) gibi terkolunarak yerine altın tâbiri kaim olmuştur.

FİRKATE- Buharlı gemilerin icadından evvel Osmanlı donanmasında harb gemisi olarak kullanılan teknelerden birinin ismidir Osmanlılar denizde ilk defa (Kara Mürsel) adını verdikleri şimdiki Marmara tipindeki gemilerle görünmüşler ve bilâhara Venedik harb gemilerini takliden sefinelerin cesametlerini tezyit ve şekillerini tebdil etmişlerdir. İşte bunlardan 10—17 oturağa kadar olanlarına (firkate) ve küçüklerine de (Kırlangıç) denilirdi. Bunlar zamanımızın sürat vapurları makamında gayet lüzumlu ve faideliydiler. Daima donanma maiyetinde bulunarak karakol hizmetini ifa ederler ve muhaberat hususunda istihdam kılınırlardı. Bu sınıfa mensup gemilere Şimalî Afrika denizcileri tarafından “Yefan” ve “Selose” namı verilmiştir. Firkate namını alan gemiler Osmanlılar tarafından icad olunmamış olup ilkçağdan beri kullanılagelmekte idiler. İtalyanların (Frigata), İngilizlerin (Frigate), Fransızların da (Fregat) tesmiye ettikleri (isimlendirdikleri) gemilerin dahi bu sınıf sefainden ibaret oldukları isimlerinin benzerlikleri delaletiyle anşaılmaktadır.

FİRKATEYN- Buharın icadından evvel kullanılan harb gemilerinden birinin adıdır. Bu gemiler güvertelerinin altında bir batarya topu havi ve sürati seyre maliktir. Otuz ikiden elli topa kadar olanlar bulunduğu gibi güverte ve top ambarlarında birer sıradan cem’an yetmiş dört topa kadar olan büyükleri dahi mevcuttu. Firkateynlerin üç direği vardı. Üçü de kaba sorta olurdu. Mürettebatı bin beş yüzü bulanlar vardı. Bataryasında topları mükemmel olup da güvertesinde top bulunmayan firkateynlere «meze firkateyn» denilirdi. Aynı tâbir tavlonu olmayan firkateynler hakkında da kullanılırdı. Bir firkateynin güvertesine fazla top konarak güverte bordası bir kapağın palavra bataryası gibi beyaza boyanırsa «meze kapak» ismini alırdı.

FİROĞRA CUVARA- Pek eski tarihlerde ateş gemilerine verilen addır.

FİRUZE- Yeşilimtrak mavi renkli ziynet taşının adıdır.

FİSTAN- Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbisenin adıdır. Arnavutlarla Rumların dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir. Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın brandadan çevrilen kılıflara veya ağaçtan yapılan çerçevelere verilen addır.

FİŞEK- Kurşun yerinde kullanılır bir tâbirdir. Eski yazıda fişenk suretinde yazılırdı.

FİŞEKHANE- Fişek imalathanelerine verilen addır. Fişekhane-i âmire suretinde de kullanılırdı.

FİŞEKLİ ÇARŞAF- Çarşaf nevilerinden birine verilen addır. Çubuklu olması bu adın verilmesine sebep olmuştu.

FİŞEKLİK- Silâhlı efradın üzerinde bulundurulması icabeden ihtiyat fişekleri kovmak üzere meşinden yapılmış gözlü kemerler hakkında kullanılır bir tabirdir.

FİTİL- Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden birinin adıdır. Dirhemin dörtte birine «Denk», dengin dörtte birine «Kırat», kıratın dörtte birine “Fitil” denilir. Fitil ikiye ayrılarak her birine «nakir» ikiye tefrik olunan nakir'in her bir kısmına «Kıtmir», kezalik ikiye ayrılan Kıtmir’in her birine «Zerre» denilirdi. Bir buçuk dirheme «Miskal», kırk dört okkaya «Kantar», dört kantara «Çeki» adı verilir.

  Eski fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçasının adı idi.

FLÂNDRA- Harb gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin (muavin sefineler) grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancakların adıdır. Gemi kumandanlarına «süvarilerine» mahsus olan bu fors yalnız sancak gemilerine çekilmez. Pek eskiden kaptan paşalara mahsus dört köşe sancaklar altına ayrıca iki çatal flândra çekilirdi. «Lehçe-i Osmani» de İtalyancadan alınmış olan bu tâbirin Türkçesi «Alav» olarak gösteriliyor.

FODLA- Yassı pide şeklinde yapılan bir nevi ekmeğin adı idi. Özlü undan yapılmazdı. Çünkü özlü un yumuşak olur ve çabuk parçalanırdı. Fodla saraylılar için yeni sarayda harcı furunda, yeniçeriler için ocağa bağlı furunlar da yapıldığı gibi hayır müesseseleri olan imaretlerin ilgasına kadar oralarda da yapılırdı. Ocak furunlarında yapılan fodlalar ocaktaki muayyen şahıslarla av köpeklerine, imaretlerde yapılanlar da vakıf şartları mucibince müstahaklarına verilirdi.

FODUL- Haddinden fazla görünen, başından büyük iş yapan yerinde kullanılır bir tâbirdir. Arapça boşboğaz, malâyani ile uğraşan mânasına gelen fuzuli’den bozmadır. Hem kel, hem fodul darb ı meseli bu gibiler hakkında kullanılır

FOLKON- Ağaç gemilerin teknelerini kuvvetlendirmek için postaların iç ve dışlarına; birbirine aykırı surette vurulan çelik, demir veya ağaçtan yapılmış enli kuşaklara verilen addır. Bunların aykırı olmayıp omurgaya muvazi olanlarına «İstirilya» veya “forma” denir.

FORSA- Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harb esirlerine verilen isimdir. Kaçmamak için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurdu. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara (Payzen) namı da verilirdi. Bununla beraber payzen tâbiri daha ziyade cürüm ve cinayet erbabından küreğe mahkûm olanlar hakkında kullanılırdı. Esir sınıfına «Forsa» denildiği gibi ikisine birden payzen de ıtlak olunurdu. Küreğe mahkûm mücrim manası ifade eden forsa «Forza» tâbiri İtalyancadan alınmadır. Osmanlı bahriyesi ıstılahında kürekte kullanılan Hıristiyan harb esirlerine alem olmuştu. Harb esirlerinin gençleri ve çocukları saraylara ve acemi oğlanları kışlalarına verilir, yirmi yaşından yukarı olanları da küreğe konulmak üzere tersaneye gönderilirdi.

Gemilerde harb esirlerine kürek çektirmek âdeti milâdî 15 inci ve 16 ncı asırlarda pek ziyade revaç bulmuştu. Venedik, Ceneviz, Barselona, Malta, Cezayir ve Osmanlı kaptanları harb esirlerine hattâ mensub oldukları milletlere karşı vuku bulan muharebelerde

FRENK- Şarkta Avrupalı yerinde kullanılır bir tâbirdir. Fransızca Franc’tan bozmadır. «Lehçe i Osmani» de «Efrenç, Garbî Avrupalu» suretinde izah edilmiştir.

FRENK ALTINI- Avrupa devletlerinin altınları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Avrupalılara eskiden frenk denildiği için altınlarına da bu ad verilmişti.

FUSUL-I ERBAA- Dört mevsim yerinde kullanılır bir tâbirdir. Dört mevsim şunlardır: İlkbahar, yaz, sonbahar, kış.

FUTA- Önlük mânasına gelir bir tâbirdir. Alelekser koyu al renkte dokunun ipekten olanları da vardır. İş görüldüğü zaman üstlerinin kirlenmemesi için belden aşağı bağlanır.

FÜRÛ- Evlâtlar, torunlar ve onların çocukları mânasına gelir bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan fer ağacın kolu, dalı gibi bir asıldan ayrılan şey demektir. Bu sebeple bir adamın fürûu oğlu, kızı ve bunların oğlu ve onların da kızları ve oğulları çocuklarıdır.

FÜRÛ'-Î ESMA- Esma-i ilâhiye’nin bir kısmı hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FÜTÜVVET- Vücutlarını hakkın menfaat ve istirahatına hasreyleyen zahitler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan fütüvvetin mânası kerem, seha, cömertliktir. Fütüvvet, hassaten «Ahi» lik suluk makamlarından birini teşkil ederdi.

FÜTÜVVETNAME- Esnaf teşkilâtı ile bunların riayet etmeleri lâzımgelen usul ve kaidelerden bahseden eserlere verilen addır. Arapça ve Türkçe fütüvvetnameler yazılmıştır. Millet Kütüphanesinin Şer’î ilimler kısmında 505, 506 numaralarda kayıtlı iki fütüvvetname ile üstad Tahir Olgun’un tercüme ettiği Ayasofya Kütüphanesinin 2873 numarasında yazılı fütüvvetname o kabildendir.




Kaynak: Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Meb Yayınları, İstanbul, 1993. 

 





Devamı gelecek...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FAĞFUR-Çinde yapılan her türlü porselen evani hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FAHRİYE-Bir şairin kendini övmek için yerdiği manzume hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FAKİH- Leh ve aleyhde olan hükümleri bilmek istidadını haiz olan kimse  mûctehid mânalarına gelir bir tâbirdir.

FALAKA-Eskiden mekteplerde talebenin, halktan da yolsuz ve kanunsuz harekette bulunanların cezalandırılması için kullanılan işkence aletlerinden birinin adıdır. Falaka, bir buçuk metre kadar uzunluk ve bileğe yakın kalınlıkta bir sırığın bir ucundan öbür ucuna  yaylarda olduğu gibi çift ip bağlamak suretiyle meydana getirilirdi.

FALAKACI- Sadrazamların kola çıktıktan zaman rastladıkları kabahatlileri dövdürme hizmetinde kollandıktan adamlara verilen addır. Falakaciyan suretinde cemilendirilir, başlarına «falakacı başı» denilirdi. Bunlar kabahatlileri falaka ile dövdükleri için bu adı almışlardı.

Yeniçeri ağasının teftiş sırasında kabahatlileri tedip için yanında bulundurduğu falakayı taşıyan acemi oğlanlarına da folakacı denilirdi.

FALYE - Ağızdan dolma toplarda hartucu ateşlemek üzere topların kuyruk kısımlarında hazne üstüne ağızlık ve yemleme otu konulmak için açılmış olan deliklerin adıdır. İtalyanca'dan alınmadır.

FANUS- Mum, kandil ve petrol lâmbası gibi alevle yanan şeylerin ışığını rüzgârın söndürmesinden muhafaza için etrafını kapatan camdan yapılma mahfazalar hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FÂRÎSÂN- Osmanlı saltanatının teşekkülü sıralarında eyaletlerle hudutlardaki muhafız askerler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Süvari oldukları için bunlara «atlı ulûfeli» de denilirdi.

FARK - Kesrette vahdeti, vahdette kesreti birbirine hicap olmadan müşahede etmek mânasına kullanılır bir tâbirdir.

FECR-İ ÂTİ- 1908 Temmuz İnkılabı üzerine kurulan edebî cemiyetin adıdır. Değerli ebebiyat muallimi Agah Sırrı Levent (Edebiyat Tarihi Dereleri, İstanbul, 1938, sayfa 282 ve müteakip) doğuşuyla kurucuları ve tarihe intikali için şu tafsilatı veriyor: 1901 tarihinde Servet-i Fünun Mecmuası edebî faaliyetini tatil ettikten sonra edebiyat alemini derin bir sessizlik kaplamış, gazete ve mecmualarda artık edebiyata müteallik yazılar görülmez olmuştu. İzmir ve Selanik gibi mühim vilâyet merkezleri bu kabîl faaliyetler için daha müsait birer muhit halinde bulunuyordu. Bu cümleden olarak İzmir’de çıkan Muktebes gazetesi ile Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi mecmuasında bazı edebî hareketler görülmekte idi. Hususiyle Haşan Fehmi Paşa'nın valiliği zamanına rastlayan 1904-1905 yıllarında çıkan Çocuk Bahçesi mecmuası, Ömer Naci'nin idare ettiği bir nevi edebî faaliyete sahne olmuştu. Henüz tahsil hayatında bulunan veyahut tahsilden ayrılmış olan bazı gençler de bu faaliyete iştirak etmiş bulunuyorlardı. Bu gençler arasında Enis Avni «Aka Gündüz» Rasim Haşmet, Akil Koyuncu, Ali Canip ve Mehmet Behçet vardı. Mecmuanın bu faaliyeti bir buçuk yıl kadar sürdü.

FAYTON- Körüklü arabalardan birinin adıdır. Lehçe-i Osmani’de «Fransızca dört adamlık körüklü bir nevi araba» suretinde târif olunan bu arabaya halk payton diyor. Erili samanlarda arabalara umumiyetle «kupa» denilirdi. Sonra «hinto», «talika», «katip odası», «kupa», «lando» isimlerini alan arabalar meydana gelmiştir.

FEDDAN- Yer ölçülerinde kullanılır bir tâbirdir. Mısır’da kullanıldığı için Mısır’la alâkalı vakfiyelerde geçer.

FECR-İ KÂZİP- Güneşin doğuşundan evvel ufuktan semt-i re’se doğru uzanan ve pek çabuk zail olan aydınlık hakkında kullanılır bir tâbirdir. Ondan sonraki hakiki aydınlığa «fecr-i sadık» denilir.

FECR-l SADIK- Fecr-i kâzib’i mütaakip ufukta güneşin doğuşundan evvel boydan boya zuhûr eden müstârizi (genişliğine) aydınlık hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buna « Beyaz-ı müstârizi» de denir. Oruçlu için yemek içmenin haram ve salât-ı fecir (sabah namazı)’nın farz olduğu zamanın başlangıcıdır.

FELEK- Müstedir hareketle müteharrik olan âlem küresi ve bunun mıntıkası; ay ve güneşle beraber seyyarelerden her birinin mahreki mânalarına gelir bir tâbirdir. Arapça; gök, zaman, dehr, ecel, dünya gibi muhtelif mânalara gelir.

FELEMENK DOLARI- Uzun zaman «esedî» adiyle tedavül etmiş olan ecnebi paralardan birinin adıdır. Özerinde arslan resmi olduğu için resmî makamlarca esedî adı verilen bu paraya halk Türkçesi olan «arslanlı» derdi. Eski vesikalarda bunun yerine daha ziyade «Felemenk kuruşu» geçer.

FELEMENK KURUŞU- Uzun zaman «esedî» namıyla tedavül etmiş olan ecnebi paralardan birinin adıdır. Vesikalarda «Felemenk doları» suretinde de geçer.

FELENK- Büyük taşlar ve sütunlar gribi çok ağır şeyleri hareket ettirmek için tekerlek hizmetini görmek üzere altlarına konulan kalın ve yuvarlak sırıklar hakkında katlanılır bir tâbirdir. Filenk de denir.

FENA FİŞŞEYH- Bütün mâneviyatını şeyhin mânevi şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir bir tâbirdir. Müride göre şeyh kendisi için en büyük örnektir. Onun yalnız sözlerini değil bütün hareketlerini de benimsemek ve en ufak bir muhalefet göstermemek lâzım gelir.

FENA FİL’AŞK- Aşk içinde yok olmak mânasını ifade eden bir tâbirdir. Sofiyeye göre vücud-ı mutlak, aynı zamanda kemal-i mutlak, cemal-i mutlak ve hayr-ı mutlaktır. Cemal, aşkı doğurur ve onsuz olmaz. Her güzellikte cemal-i mutlaktan bir zerre vardır. Bu sebeple güzelliği sevmek, cemal-i mutlakı sevmektir. Sofiye işte bu esasa dayanarak bir fena fil’aşk mertebesi tasavvur etmişlerdir.

FERACE- Çarşaftan evvel kadınların tesettür için giydikleri üstlüğün adıdır. Feraceler çuhadan, softan, sonraları aynı zamanda fantası kumaştan yapılırdı. Düz, süssüz ve sade olanlar olduğu gibi cepleri ve yakaları işlemelileri da olurdu. Arkası, yakası uzun olanları, modaya göre bol, darları vardı. Renkleri daha ziyade koyu idi. Bir aralık al moda olmuş, kibarlar hep o renkte ferace yapmışlardır.

FERAİZ- Mirasa ait hükümleri yani terekenin istihkak sahiplerine taksim keyfiyetini bildiren ilmin adidir. Farizanın cem’idir. Farz olan Allah’ın emirleri, lâzım, vacip, vazife, borç mânalarına gelen fariza, mirasta tâyin olunan sehim demektir. Bu cihetle mirastan muayyen hisseleri olanlara «Eshab-ı feraiz» denir.

FERİK- Büyük askerî rütbelerden birinin adıdır. Ferik kelimesi için «Kamus-ı Osmani» de «bir bölük, bir kısım nas mânasına olan (fırka) dan mânaca farklıdır. Bu kelime fırkadan ekser olan cemaat-i beşeriyeye ıtlak olunur. Fırka kumandanlığı payesi rütbe-i ûlâya muadildir: (Ferik paşa), (ferikayn) = İki takım cemaat insanı, iki fırka-i askeriyye: «Tekabül-i ferikayn» izahatı vardır. Osmanlı ordu teşkilâtında bu kelime, bir kolorduyu teşkil eden yedi birlikten birinin ismi idi.

FER’lYYE DAİRELERİ- Beşiktaş’la Ortaköy arasında üç kısımdan mürekkep saraylara verilen addır. Bunlara «Fer'iyye sarayları», «Sultan sarayları» da denilirdi. Arapça, fer' ağacın kolu, dalı gibi bir atıldan ayrılan şey, fer’iyye de aslı olmayıp fer’a mensup ve mütaallik bulunan demektir. Bu saraylar asıl padişah sarayının fer'i sayıldığı için bu adı almışlardı. Paşa dairesi adı verilen ayrı üç daire bulunduğu gibi arkalarında ve cadde üzerinde ayrıca bir daire de vardı. Bu saraylarda kışlık yerleri bulunmayan ve padişah tarafından münasip görülen hanedan azası oturtulurdu. Arka taraftaki dairede son zamanlarda şehzade Abdülhalim Efendi oturmakta idi. Hal'inden sonra Topkapı sarayına nakledilen Sultan Aziz orada birkaç gün kaldıktan sonra Beşinci Murat’a vaki müracaatı üzerine Fer’iyye sarayına nakledilmiş ve 3 haziran 1876’ da burada intihar etmiştir.

FER’İYYE SARAYLARI- Beşiktaş'la Ortaköy arasındaki saraylara verilen addır. «Sultan sarayları» adı da verilir idi ise de daha maruf adları «Fer’iyye daireleri» idi. Fer’iyye denilmesinin sebebi padişahların oturdukları sarayın asıl, bunların ise fer’ sayılmasından ileri gelmiştir. Fer’; Arapça ağacın kolu, dalı gibi bir asıldan ayrılan şey demektir. Üç kısımdan ve ayrıca üç de paşa dairesinden terekküp eden ve arka taraflarında bir kısım da bulunan bu saraylarda kışlık ikametgahları bulunmayan hanedan mensupları otururlardı. Sultan Aziz 3 haziran 1876 da burada intihar etmiştir. Şimdi mektep olarak kullanılmaktadırlar.

FERKAT- Şimal kutbuna yakın iki yıldızdan her biri hakkında kullanılır bir tabirdir. İkisine birden ferkadan denilir.

FERMAN-Bir iş veya maslahat siparişini mutazamman padişah tarafından verilen yazılı emir mânasına gelir bir tâbirdir. Ferman; Farsça emir, irade, buyruk demektir. Ferman kelimesi, İslâmiyyet’i kabul etmele rinden sonra, İlhaniler tarafından kullanılmış, daha sonra Osmanlılara geçmiştir. Büyük Selçukiler ile Anadolu Selçukları ve Memlûkler de bunun yerine tevki kullanıldığı gibi İlhaniler, Timuriler, Karakoyunlu ile Akkoyunlu Devletleri, Altınordu ve Kırım Hanlıklarında yarlıg tâbiri de kullanılmıştır. Ferman kelimesini tamamıyla benimseyen Osmanlılar da, bu kelimenin resmî mânası herhangi bir iş hakkında padişahın alâmet-i şerife denilen tuğralı emri demektir. Bu emre, hükümdardan sâdır olduğu için, ferman-ı hümayun ferman-ı şerif denilirdi.

FERSAH- Yol ölçülerinden birinin adıdır. Farsça fersenk kelimesinden Arapçaya fersah suretinde geçen bu kelime «Kamus-ı Osmani » de «üç mil tûlünde mesafeye ıtlak olunur» (Üsküdar’dan Kadıköy bir fersahtır). Maddiyat ve maneviyatta kullanılır. Maneviyatta ekseriya mükerrer istimal olunur. Meselâ «filân tersim hakkında üstadını fersah fersah geçmiştir» suretinde izah olunmuştur.

FES- İnsanların başlarını havanın tesirinden korumak için kullandıkları yünden yapılma serpuşlardan (başlık) birinin adıdır. Osmanlılar tarafından yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasından sonra resmî serpuş ittihaz edilen fesin ta Bizans zamanına çıkarılarak buradan Adalara, Yunanistan’a, Tunus’a ve hattâ Fas’a nakleden tarihî rivayetler vardır. Clement Huart (İslâm Ansiklopedisi, fes maddesi) fes adının ilk yayıldığı Fas şehrinden alındığını Dr. Karl Lokosch ( Etymologisches Wörterbuch ) fesin Fas’dan geldiğini söyledikleri gibi Encyclopaedia Britanica, «Oxford sözlüğü, Encyclopaedia İtalyana e daha birtakım Avrupa ansiklopedileri de fesi hep Fas şehrine nispet ederler.

FESAHAT- Sözün açık, düzgün ve yanlışsız olması, sarf tenafürü ve garabet bulunmaması yerinde kullanılır bir tabirdir. Bu turlu söz söyleyen ve yazanlara fasih denilir.

FESAT KUMKUMASI- Mecaz yoluyla daima fesat çıkaran, fesattan başka bir şey düşünmeyen, fitneci, karıştırıcı, dedikoducu yerinde kullanılır bir tabirdir.

FETİHNAME- Elde edilen zafer neticesinde zaptolunan memleketler münasebetiyle komşu hükümdarlarla, hanlara, prenslere, şehzade ve valilere gönderilen namelere verilen addır.       Fetihnameler, muharebenin bir tarihçesi olduklarından tarih nokta-i nazarından ehemmiyetleri büyüktür.

FETTAH- Allah’ın isimlerinden birine delâlet eden bir tâbirdir, Açıcı, açan mânasına gelen bu tâbir Arapça fetih’ten üremedir. Fetih; açmak, açılmak demektir.

FETVA- Fıkhî bir meselenin şer’î hükmünün beyanı yerinde kullanılır bir ıstılahtır.

FETVA EMİNİ- Şeyhülislâm kapısındaki Fetvahanenin başında bulunan zata verilen unvandır. Şeyhülislâm’a sorulan Şer’î meselelerin fetvalarını hazırlamak, istida ile vukubulan suallere cevap vermek ve şer’iyye mahkemelerinden verilen ilâmları tetkik eylemek vazifeleriyle mükellefti. Maiyyetinde Fetvaemini muavini, İlâmat müdür ve mümeyyizi, başmüsevvit, müsevvit gibi ulema ve fukahadan mütaaddit memurlar vardı.

FEY- Zekat ve ganaim (ganimetler) dışında kalan emval bakında kullanılır bir tâbirdir. Şeriat bütçesinde fey'in tarifi şöyledir: «Muharebe icra etmeksizin ve arkasından koşulmaksızın müşriklerden kendi kendine gelen mal.» İslamın müstahak olduğu emval üçtür: Fey, ganimet, sadaka.

FEZLEKE- Hulâsa, netice mânasına gelir bir tâbirdir. Hesabın hulâsasına, sorgu, sualin neticesine bu ad verilir. Bunların birincisine «hesap fezlekesi», İkincisine de «İstintak fezlekesi» denilir. Raporların şimdiki «netice» kısmına eskiden fezleke denilirdi.

FIŞKA- Demiri kaldırıp tırnağını pabuca oturtmak için kullanılan sâbit veya mütaharrik bir ağacın adıdır. Buna fışka metaforası» adı da verilir.

FIŞKA ETMEK- Demiri fışka palangasıyla kaldırmak yerinde kullanılır bir tâbirdir.

FİDYE- Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için kendisi veya kendi namına başkası tarafından verilen para hakkında kullanılır bir tâbirdir. Can kurtarma akçası demektir. Arapça kurtulmak mânasına gelen necatla birleştirilerek «fidye-i necat» suretinde de kullanılır.

FİDYE-1 NECAT- Bir kimsenin esirlikten veya başına gelen bir belâdan kurtulmak için kendisi veya kendi namına başkası tarafından mecburen verilen para ve saire hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yalnız «fidye» suretinde de kullanılır. Tâbirin karşılığı can kurtarma akçası demektir.

FİHRİST- Bir kitabın ihtiva ettiği fasıl ve bapları kısaca ve ekseriya alfabe sırasıyla gösteren cetvel mânasına gelir bir tâbirdir.

FİLİKA- Harb gemilerinde kürek veya yelkenle yürütülen güvertesiz ufak gemilere verilen addır. Bunların muhtelif tipte yapılmışları ve müteaddit kürekle işletilenleri vardır.

FİLİKACI- Harb gemilerindeki kürek veya yelkenle yürütülen ve filika adı verilen ufak gemilere bakmak ve baktıkları filikalarda kürek çekmek üzere ayrılmış mürettebata verilen addır.

FİLİNTA- Kısa namlulu, çakmaklı tüfekler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İngilizce çakmak demek olan filint’ten alınmıştır.

FİLO ETMEK- Rüzgârı arkaya alıp yelkenleri boşaltmak, işletmemek yerinde kullanılır bir tâbirdir.

FİLORİ- Flöri yahut flörin; Milâdî on birinci asırdan evvel (Floransa şehrinde darp ve üzerinde bir zambak çiçeği resmedilen altınlara verilen addır Bu isim mahall-i darptan ve üzerlerindeki çiçekten dolayı verilmiştir. Bilâhara bu da, Avrupa memleketlerine yayılmış ve altın meskukâta florin isminin verilmesi taammüm eylemiştir. Osmanlılara da aynı suretle intikal ettiğinden altın paralar hakkında bu ad kullanılmıştır. Adını çiçek mânasına gelen flor'den almış olmak dolayısıyla doğrusu flori olması icabeden bu para Türk fonetiğine uydurularak filori suretinde telâffuz olunurdu. Osmanlı padişahlarından ilk altın para bastıran Fâtih'tir. Hicrî 883 (1478) senesinde İstanbul'da basılmıştır. Bununla beraber ikinci Sultan Mehmed in sikkelerine ayrı bir ad verildiğine dair Osmanlı tarihlerinde malûmat mevcut değildir. Zâhir halden bunun için bidayeten yalnız altın lâfzının istimaliyle iktifa olunduğu anlaşılıyor. Araplar altın meskûkâta (dinar) adını verdikleri halde Osmanlılarda bu isim (dirhem) gibi terkolunarak yerine altın tâbiri kaim olmuştur.

FİRKATE- Buharlı gemilerin icadından evvel Osmanlı donanmasında harb gemisi olarak kullanılan teknelerden birinin ismidir Osmanlılar denizde ilk defa (Kara Mürsel) adını verdikleri şimdiki Marmara tipindeki gemilerle görünmüşler ve bilâhara Venedik harb gemilerini takliden sefinelerin cesametlerini tezyit ve şekillerini tebdil etmişlerdir. İşte bunlardan 10—17 oturağa kadar olanlarına (firkate) ve küçüklerine de (Kırlangıç) denilirdi. Bunlar zamanımızın sürat vapurları makamında gayet lüzumlu ve faideliydiler. Daima donanma maiyetinde bulunarak karakol hizmetini ifa ederler ve muhaberat hususunda istihdam kılınırlardı. Bu sınıfa mensup gemilere Şimalî Afrika denizcileri tarafından “Yefan” ve “Selose” namı verilmiştir. Firkate namını alan gemiler Osmanlılar tarafından icad olunmamış olup ilkçağdan beri kullanılagelmekte idiler. İtalyanların (Frigata), İngilizlerin (Frigate), Fransızların da (Fregat) tesmiye ettikleri (isimlendirdikleri) gemilerin dahi bu sınıf sefainden ibaret oldukları isimlerinin benzerlikleri delaletiyle anşaılmaktadır.

FİRKATEYN- Buharın icadından evvel kullanılan harb gemilerinden birinin adıdır. Bu gemiler güvertelerinin altında bir batarya topu havi ve sürati seyre maliktir. Otuz ikiden elli topa kadar olanlar bulunduğu gibi güverte ve top ambarlarında birer sıradan cem’an yetmiş dört topa kadar olan büyükleri dahi mevcuttu. Firkateynlerin üç direği vardı. Üçü de kaba sorta olurdu. Mürettebatı bin beş yüzü bulanlar vardı. Bataryasında topları mükemmel olup da güvertesinde top bulunmayan firkateynlere «meze firkateyn» denilirdi. Aynı tâbir tavlonu olmayan firkateynler hakkında da kullanılırdı. Bir firkateynin güvertesine fazla top konarak güverte bordası bir kapağın palavra bataryası gibi beyaza boyanırsa «meze kapak» ismini alırdı.

FİROĞRA CUVARA- Pek eski tarihlerde ateş gemilerine verilen addır.

FİRUZE- Yeşilimtrak mavi renkli ziynet taşının adıdır.

FİSTAN- Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbisenin adıdır. Arnavutlarla Rumların dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir. Direklerin güverte ıskaçalarını sudan muhafaza için üzerine kalın brandadan çevrilen kılıflara veya ağaçtan yapılan çerçevelere verilen addır.

FİŞEK- Kurşun yerinde kullanılır bir tâbirdir. Eski yazıda fişenk suretinde yazılırdı.

FİŞEKHANE- Fişek imalathanelerine verilen addır. Fişekhane-i âmire suretinde de kullanılırdı.

FİŞEKLİ ÇARŞAF- Çarşaf nevilerinden birine verilen addır. Çubuklu olması bu adın verilmesine sebep olmuştu.

FİŞEKLİK- Silâhlı efradın üzerinde bulundurulması icabeden ihtiyat fişekleri kovmak üzere meşinden yapılmış gözlü kemerler hakkında kullanılır bir tabirdir.

FİTİL- Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden birinin adıdır. Dirhemin dörtte birine «Denk», dengin dörtte birine «Kırat», kıratın dörtte birine “Fitil” denilir. Fitil ikiye ayrılarak her birine «nakir» ikiye tefrik olunan nakir'in her bir kısmına «Kıtmir», kezalik ikiye ayrılan Kıtmir’in her birine «Zerre» denilirdi. Bir buçuk dirheme «Miskal», kırk dört okkaya «Kantar», dört kantara «Çeki» adı verilir.

  Eski fitilli tüfeklerin namlusundaki baruta ateş vermek için kullanılan kükürtlü ip veya kaytan parçasının adı idi.

FLÂNDRA- Harb gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin (muavin sefineler) grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancakların adıdır. Gemi kumandanlarına «süvarilerine» mahsus olan bu fors yalnız sancak gemilerine çekilmez. Pek eskiden kaptan paşalara mahsus dört köşe sancaklar altına ayrıca iki çatal flândra çekilirdi. «Lehçe-i Osmani» de İtalyancadan alınmış olan bu tâbirin Türkçesi «Alav» olarak gösteriliyor.

FODLA- Yassı pide şeklinde yapılan bir nevi ekmeğin adı idi. Özlü undan yapılmazdı. Çünkü özlü un yumuşak olur ve çabuk parçalanırdı. Fodla saraylılar için yeni sarayda harcı furunda, yeniçeriler için ocağa bağlı furunlar da yapıldığı gibi hayır müesseseleri olan imaretlerin ilgasına kadar oralarda da yapılırdı. Ocak furunlarında yapılan fodlalar ocaktaki muayyen şahıslarla av köpeklerine, imaretlerde yapılanlar da vakıf şartları mucibince müstahaklarına verilirdi.

FODUL- Haddinden fazla görünen, başından büyük iş yapan yerinde kullanılır bir tâbirdir. Arapça boşboğaz, malâyani ile uğraşan mânasına gelen fuzuli’den bozmadır. Hem kel, hem fodul darb ı meseli bu gibiler hakkında kullanılır

FOLKON- Ağaç gemilerin teknelerini kuvvetlendirmek için postaların iç ve dışlarına; birbirine aykırı surette vurulan çelik, demir veya ağaçtan yapılmış enli kuşaklara verilen addır. Bunların aykırı olmayıp omurgaya muvazi olanlarına «İstirilya» veya “forma” denir.

FORSA- Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harb esirlerine verilen isimdir. Kaçmamak için birer ayakları güvertelere çakılı bulunurdu. Ayaklarından bağlı olmaları münasebetiyle bunlara (Payzen) namı da verilirdi. Bununla beraber payzen tâbiri daha ziyade cürüm ve cinayet erbabından küreğe mahkûm olanlar hakkında kullanılırdı. Esir sınıfına «Forsa» denildiği gibi ikisine birden payzen de ıtlak olunurdu. Küreğe mahkûm mücrim manası ifade eden forsa «Forza» tâbiri İtalyancadan alınmadır. Osmanlı bahriyesi ıstılahında kürekte kullanılan Hıristiyan harb esirlerine alem olmuştu. Harb esirlerinin gençleri ve çocukları saraylara ve acemi oğlanları kışlalarına verilir, yirmi yaşından yukarı olanları da küreğe konulmak üzere tersaneye gönderilirdi.

Gemilerde harb esirlerine kürek çektirmek âdeti milâdî 15 inci ve 16 ncı asırlarda pek ziyade revaç bulmuştu. Venedik, Ceneviz, Barselona, Malta, Cezayir ve Osmanlı kaptanları harb esirlerine hattâ mensub oldukları milletlere karşı vuku bulan muharebelerde

FRENK- Şarkta Avrupalı yerinde kullanılır bir tâbirdir. Fransızca Franc’tan bozmadır. «Lehçe i Osmani» de «Efrenç, Garbî Avrupalu» suretinde izah edilmiştir.

FRENK ALTINI- Avrupa devletlerinin altınları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Avrupalılara eskiden frenk denildiği için altınlarına da bu ad verilmişti.

FUSUL-I ERBAA- Dört mevsim yerinde kullanılır bir tâbirdir. Dört mevsim şunlardır: İlkbahar, yaz, sonbahar, kış.

FUTA- Önlük mânasına gelir bir tâbirdir. Alelekser koyu al renkte dokunun ipekten olanları da vardır. İş görüldüğü zaman üstlerinin kirlenmemesi için belden aşağı bağlanır.

FÜRÛ- Evlâtlar, torunlar ve onların çocukları mânasına gelir bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan fer ağacın kolu, dalı gibi bir asıldan ayrılan şey demektir. Bu sebeple bir adamın fürûu oğlu, kızı ve bunların oğlu ve onların da kızları ve oğulları çocuklarıdır.

FÜRÛ'-Î ESMA- Esma-i ilâhiye’nin bir kısmı hakkında kullanılır bir tâbirdir.

FÜTÜVVET- Vücutlarını hakkın menfaat ve istirahatına hasreyleyen zahitler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Arapça bir kelime olan fütüvvetin mânası kerem, seha, cömertliktir. Fütüvvet, hassaten «Ahi» lik suluk makamlarından birini teşkil ederdi.

FÜTÜVVETNAME- Esnaf teşkilâtı ile bunların riayet etmeleri lâzımgelen usul ve kaidelerden bahseden eserlere verilen addır. Arapça ve Türkçe fütüvvetnameler yazılmıştır. Millet Kütüphanesinin Şer’î ilimler kısmında 505, 506 numaralarda kayıtlı iki fütüvvetname ile üstad Tahir Olgun’un tercüme ettiği Ayasofya Kütüphanesinin 2873 numarasında yazılı fütüvvetname o kabildendir.

Kaynak: Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Meb Yayınları, İstanbul, 1993.


Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam422
Toplam Ziyaret1032652
Saat