• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
Nurettin Topçu ve Maarif Davamız

 

NURETTİN TOPÇU KİMDİR?

 

1909 yılında Erzurumlu bir ailenin çocuğu olarak İstanbul'da doğdu. İstanbul Lisesi'nden mezun olan Topçu, aynı yıl Avrupa'da tahsil için açılan imtihanı kazanarak Fransa’ya gitti.

Fransa'daki tahsiline Bordo Lisesi’nde başladı ve buradan psikoloji sertifikası aldı. 1930'da Strazburg'a geçerek burada üniversite tahsiline başladı; Ruhiyat ve Bediyyat, Genel Felsefe ve Mantık, Muasır Sanat Tarihi, İçtimaiyat ve Ahlak, ilk zaman Sanat ve Arkeoloji dersleri aldı.

Daha sonra Fransa’da Sorbanne Üniversitesinde “Conformisme et Revolte” başlıklı doktora tezini hazırlayarak doktorasını tamamladı (1934). Bu tez yıllar sonra “İsyan Ahlakı” ismi ile Türkçe olarak yayınlandı.

    Paris dönüşü Nakşi şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi ile tanıştı ve O'na beyat etti. Doktora tezinde açıkça görülen Tasavvufi yönü Abdülaziz Efendi ile daha bir derinlik kazandı. Türkiye’ye döndüğünde bir süre Galatasaray Lisesi'nde Felsefe öğretmeni olarak görev yaptı.

Galatasaray Lisesi Müdürü Behçet Bey'in bazı öğrencilerinin geçirilmesi için yaptığı teklifleri yerine getirmediği için İzmir'e tayin edildi. İzmir'de kendisi ve düşünceleriyle aynileşecek olan Hareket dergisini çıkarmaya başladı (1939).

    İslam’ın ruh yönü ile insanı yücelten değerlerini yazı ve konferansları ile Türk aydınları arasında gündemleştirdi. Tek parti yönetimini tenkit eden "Çalgıcılar" yazısı yüzünden Denizli'ye sürgün edildi. Burada Said Nursi ile tanışarak Bediüzzamanın düşüncelerini ve dünya görüşünü öğrendi.

Daha sonra Haydarpaşa Lisesi, Vefa Lisesi ve son olarak uzun yıllar çalışarak buradan emekli olacağı İstanbul Lisesinde görev yaptı. Bu görevlerine ek olarak 27 Mayıs ihtilaline kadar Robert Kolej'de Tarih ve İstanbul İmam Hatip Okulu'nda Dinler Tarihi Dersleri verdi.

    "Bergson" adlı çalışmasıyla Doçent oldu; fakat dönemin siyasi temayülleri gereği İstanbul Üniversitesinden kendisine kadro verilmeyerek üniversiteye alınmadı. Nurettin Topçu sosyoloji, felsefe, mantık, ahlak, psikoloji, edebiyat ve güncel konulara değindiği otuzu aşkın eser yazdı.

     Hareket dergisi başta olmak üzere birçok dergi ve gazetede makaleleri yayımlandı. Nurettin Topçu 10 Temmuz 1975’te pankreas kanserinden vefat etti. Fatih Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Topkapı Kozlu kabristanına defnedildi.

     Nurettin Topçu’nun fikirleri çerçevesinde uzun süre yayınlanan Hareket dergisi 1982 yılına kadar yayınını sürdürdü. 1990’lara gelindiğinde aynı çizgiyi sürdüren Dergâh dergisi yayımlanmaya başladı. Dergâh yayınları tarafından üstadın tüm eserleri yeniden neşredildi.

 

MAARİF DAVAMIZ

 

 

    Ecdadın veraseti tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maarifin hizmetidir. Bizde ecdat ruhunu yaşatıcı tarih şuurunu besleyen ve canlı tutan maarif olduğu gibi, onu yıkan ve çürüten de yine maariftir. Fikir ve irfan hayatımız üç yüz yıl çorak bir çölde bocaladıktan sonra kurtuluş yolunu arayanlar, geçen asrın sonlarından başlayarak kısa aralıklarla hamleler yapıp Batı kültür ve maarifinin kucağına sığındılar.

   Yürütücülerin güttüğü maarif dâvası sadece teknik dâvasıdır. Bütün mektepler fen mektebi olma yolunda, millî mektep de can çekişmektedir.

 

  • Topçu, Maarif Davamız, syf.14

     Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve en muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan, büyük bir hareket haline gelmedikçe, milli mektep gerçekten var olmayacaktır.

 

      Nurettin Topçu‟nun Türkiye‟nin Maarif Davası başlıklı eseri üç bölümü ihtiva etmektedir.

 

      Eserin ilk bölümünde “Beklenen Gençlik”, “Millet maarifi” ve “Türk maarifi” başlıklı üç makale yer alıyor. Bu üç yazının ortak hareket noktası önsözdekilerle aynı: Batı taklitçiliği, manevi ve mili anlayış yoksunluğu, pozitivizmin eğitimde yol açtığı sorunlar anlatılmaktadır.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

BEKLENEN GENÇLİK

       Eser birinci bölümde gençliğe ve maarifin gidişatına ilişkin değerlendirmeler yapmakta ve genç nesli uçuruma götüren yolları şöyle sıralanmaktadır:

-Ahlak yeminini unutup siyaset ve tedbir yolunu tutarak fikirlerin savunmasını yapmak yerine siyasi boğuşmalara girilmesi

-Yaratıcılığın yerini taklitçiliğin alması,

 -İman ve ümidi bırakarak aşağılık karmaşasına kapılmak,

 -Ruh ve dava cephesinde düşmanlarla aynı silahı kullanmanın düşmanın ruhuna minnettarlık olduğunu bilmemek,

 -Kendini yetiştirmeden şefini arayan nesil haline gelmek,

 -Determinizme sığınarak mesuliyetten kurtulmaya yönelmek

 

MİLLET MAARİFİ

     Millet ruhunu yapan maariftir. Maarifin düşmesi millet ruhunu yerlere serer. Maarife değer vermeyiş millet ruhunun yıkılışını hazırlar. Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu halde millet, maarif demektir. Fertte olduğu gibi millet vücudunda da iki unsur birleşmiş bulunur. Biri verasetle ecdattan getirdiği, öbürü maarifle getirdiği eğitimdir. Ecdadın veraseti tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maarifin hizmetidir.

     Fikir ve irfan hayatımız üç yüz yıl çorak bir çölde bocaladıktan sonra kurtuluş yolunu arayanlar, geçen asrın sonlarından başlayarak kısa aralıklarla hamleler yapıp Batı kültür ve maarifinin kucağına sığındılar. Yeniler, bunaltıcı karanlıktan sıyrılmanın çaresini, her şeyden önce kendi varlığımızdan sıyrılıp uzaklaşmada aradılar.

Dinde ve dilde, sanatta ve devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz. Onu yok olmaktan kurtaracak olan yine millet maarifidir. Kendimiz için yepyeni bir maarif sistemi kurarak işe başlamak zorundayız.

 

Türk Maarifi

   Bu gün büyük batı kültürünün ağırlık merkezi, hikmet ve felsefe, sanat ve edebiyat değildir, fizik ve kimya ilimlerini kendisine hizmetkâr yapan büyük tekniktir. Batı dünyası, kendi temellerini teşkil eden eski Yunan hikmetinin büyük üstadı Sokrat’ın felsefeyi fizikten ahlaka yükseltmesine karşılık, asrımızın insanını ahlaktan fiziğe çevirmiş bulunuyor.

   Meşrutiyet devrinden beri eskilerle yenilik isteyenler arasında verilen bir savaş devam etti. Eskiler din ve İslam adına benliğimiz için değil, kuru kaideler adına savaştılar. Bunlar batından gelen her şeyi, her fikri Frenk herzesi diye suçladılar.

   Onların karşısında yenilik isteyenler, bir bataklıktan sıyrılabilmek için Garbın kucağına atılanlardır. İnsanlığımızı kurtaracak ilmi, felsefeyi, hatta ahlakı orada aradılar.

 

    İkinci dünya harbinden bu yana batı maarifi kuruluşundaki ruh ve ahlakından bütün bütün sıyrılarak sanayinin emrine girdi. Bu hal batı medeniyetinin yıkılışıdır.

    Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarınıza her an Allah’ın huzurunda yaşatmayı öğretsin.

Bu mektep te edebiyat, tarih, ve felsefe kültürü başta gelecek ve onun yetiştiricileri sadece bir memur değil, örnek insan olacaklardır. Din görevinin bile para ile yapıldığı bir düzenin tersine çevrilmesi lazımdır. Ancak böyle yepyeni bir anlayışın benimsenmesiyle Türk milleti maarifini kurmak ve ruhlarımızda rönesans açmak kabil olacaktır.

 

İKİNCİ BÖLÜM

   İkinci bölüm “Mektep”, “Muallim” ve “Muallimin mesuliyetleri” başlıklı yazılardan oluşuyor. Bilhassa son iki yazı her öğretmenin mutlaka okuması, anlaması ve özümsemesi gereken nitelikte.

 

MEKTEP

 

      Mektep, ruh hayatının bütün mazisinin meyvelerini verici bir cihazdır. Mazisiz mektep olmaz. Mazisiz, geleneksiz mektep denemeleri, ortaya mektep yerine bir okuma yeri, konferans salonu ve yahut da bazen bir oyun çıkartmıştır.

      Mektep, manaya yükseliş birliğe yöneliş, kaide ve disiplindir. Bütün bunların birleşmesinden ruhani ve ilahi bir koku ruhlara dağılır. Mektebi aşk besler, metotlu düşünce yaşatır.

      Okulların Amerikan metotlarıyla öğretim yapmasını eleştiren Topçu, “ızdırap çekme” ile öğrenmenin, mektebin bağını kuruyor: “Gerçek mektepte muallimle talebe, ıztırap çekerek öğretmeğe ve ıztırapla öğrenmeye muhtaçtır” diyor.

      “Mektep çıraklık yeridir, diyebiliriz ki bir tezgâhtır. O tezgâhta usta yapar, çıraklar tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş benliğe mal edilmemiş bir ders iyi ders sayılmaz.”

 

Muallim

    Muallim, gençlere bilmediklerini öğreten bir nakledici değildir. Bu iş, kitabın işidir, bilmediklerimiz hep kütüphanelerde bulunmaktadır. Her sahada yalnız bilinmeyeni bilmekle eski devrin skolastik tahsili elde edilir. Bunun için kültürlü adam, kafadan işletmesini bilen adam lazımdır.

    "Muallim ruhlar sanatkârıdır. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu odur." Böyle muallimleri olan bir toplum olabilseydik bu ümmetin kötü yazgısını değiştirebilirdik. Ve medeniyetimizi tarihteki ihtişamlı günlerine tekrar kavuşturabilirdik.

   Topçu’ya göre öğretmenlik mesleği tüccarlık değildir. Öğretmenlik mesleği, mektepçiliği ticaret edinen, muallimliği esnaflık haline koyan kültürsüz fukaranın işi değil ve ruh işidir.

 

Muallimin Mesuliyetleri

    Milletimizin ruhi temellerinden olan İslam’da Peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş devleti mektep haline getirmişti. Sonraki devirlerde bu ikisi ayrılmakla beraber birbirlerine sımsıkı temas halini muhafaza ettiler ve devlet adamı muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşadı. Muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman cemaat bozuldu, felaket baş gösterdi.

      Kur’an’la hadisin ebedi muallimliğinde bunları yükseltmekten başka emelleri olmayan Ömerlerin devrinde İslam âlemi en mesut devirlerini yaşadı. İmam-ı Azam gibi muallimleri kırbaçlatarak zindanlarda öldüren ve ilmin üstünde korkunç bir devlet tahakkümü yaşatan Abbasiler eğer Osman oğulları tarih sahnesine çıkmasaydı, ahlakın ve ilmin hamisi olan İslam medeniyetine son vereceklerdi.

    Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerin tırmanmış, muallimin alçaltıldığı dönemlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır. Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende haline getirilmesiyle başlar.

      Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar hazırlar bize sunar; biz yaşarız.

      Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealdir.

      Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. Tehdit ve dayakla öğretmek, muallimin işi değildir.

      Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur.

      Görülüyor ki muallim, bizim bütün ruh yapımızın ustasıdır. Böyle olunca da ondaki sakatlıkların hepsinden mesuldür. Eğer çocuklar büyüklerden daha kurnaz, yaşlılarsa çocuklardan daha ümitsiz bir hayatın kurbanı haline gelmişse…

       Eğer bir toplumda alış veriş pazarlıkla yapılıyorsa, çocuklar birbirlerini yumrukluyor, her biri birer baba olan büyükler birbirlerinden rüşvet alıyorlarsa…

       İnananların imanına inanmayanlar saldırıyor ve inananlar da birbirlerinden intikam alıyorsa, eğer fazilet tarih kitaplarında bir efsane diye okunuyor ve ancak en büyük lokmayı kazanmasını bilen insan yüceltiliyorsa,

mazlumların yanında onların gözyaşlarını kurulayan da bulunmadığı halde zalimler alkıştan sağırlaşmış hale geliyorsa...

  İşte orada muallim vazifesini yapamamıştır. Orada muallim yok demektir. Ve o diyarda muallimlik iflas etmiştir.

 

Üçüncü Bölüm

 

Maarif Davamız

  • •İlk Öğretim
  • •İlkokullarda Ahlâk Eğitimi
  • •Ortaöğretim
  • •Lise Dersleri
  • •Liselerde Din Dersleri
  • •Okullarımızda Din ve Ahlâk Eğitimi
  • •Üniversite
  • •Üniversite Olayları
  • •Milli Eğitim ve Muhtar Üniversite
  • •Din Eğitimi
  • •Ahlâk Terbiyesi
  • •Okulda Ahlâk
  • •Kıymetli Gençler

 

       Üçüncü bölüm de maarifin hayata mektebin mideye mağlup olması; talebeliğin diploma avcılığına; muallimliğin örnek adamlıktan boynu bükük bir memurluğa dönüşmesi, mekteplerin ilim yapmak yerini ilim tarihini alma ve ezberlemeye yönelme sürecini açıklıyor. Ona göre, “Tahsil, alelade bir iş değil, bir mefkure olmalıdır”.

      Maarifi meydana getiren dört ana unsur vardır. Bunlar; ders, talebe, muallim ve dar manada öğretim yeri olan mekteptir. Bu dört unsur, mektep denen içtimai müessesenin dört duvarı gibidir. Bu dört duvarın hepsinin de sağlam oluşu ile mektep ve maarif ayakta durur.

      Bugünün genci hayat adamıdır; heyecanların romantizmini yaşamamıştır. Hayatın demir örsünde dövülmüş, âvâre, lâkayt, pişkin bir mizacın sahibi olmuştur. Zamanımızda her mektep, hayat mektebi olmaktadır.

      Gencimizin inançları, ıztırabı yoktur; pozitivisttir, tecrübeye dayanır. Hayat tecrübesi onu nerede yaşatıyorsa, orada neşelenmek emelindedir. Istırabın zehir olduğu, nesillere öğretilmiştir.

      Gencimizin ruhu sarsıntı içindedir. Gençler, spor, siyaset, ve kazançtan ibaret üç yüzlü hayat maddeciliğine daha beşikten başlayarak meftun yetişmektedirler. Maarif hayata mağlup oldu, mektep mideye mağlup oldu.

       Maarif hayata mağlup oldu, mektep mideye mağlup oldu.

       Mektep, neslin ruhundaki kuvvetli tarafları yaşatmasını bilmelidir. Eğer bu şuur ve idrake sahip olarak kurulmuş mektebimiz olsaydı, geçen asırlarda olduğu gibi, asrımızda da milletimizin ilim, sanat ve felsefe sahasında büyük adamları, dâhileri yetişir, bugün bir Türk felsefesi, Türk sanatı ve cemiyeti kazanmış bir ilim hayatımız olurdu.

       Kültür ise, bir rönesans ile elde edilen metodun tatbik edildiği ilim ve felsefe ile bunların vasiliğinden hiçbir zaman ayrılmayacak olan din, ahlâk ve sanat çalışmalarıdır. Metodlu düşünüş, ilimle felsefeler doğurur. Aklımızı dosdoğru kullanma demek olan felsefe ise din, ahlâk ve sanatın ilerleyeceği istikâmeti gösterir.

       Maarifin bir fonksiyonu da cemiyet içinde idealler doğurucu olmasıdır, dedik. İdeal, genç ruhların hayat sahnesinde tırmanmayı gaye edindiği ilim, sanat, ahlâk ve din dünyasına ait zirvelerdir.

       Maarifin bir fonksiyonu da cemiyet içinde idealler doğurucu olmasıdır, dedik, ideal, genç ruhların hayat sahnesinde tırmanmayı gaye edindiği ilim, sanat, ahlâk ve din dünyasına ait zirvelerdir. Yeni bir ilim cereyanının açılması, bir sanat eserine hazırlık veya bir estetik anlayışının belirmesi, bir ahlâk iradesinin yayılması veya dinî bir hayata seferberlik veyahut dinde tam nüfuz edici bir anlayış, bir idealin doğması demektir.

     Bir neslin idealler doğurmayışı, onun sonsuzluğu arayan muztarip çocuklarının bulunmayışı, netice olarak onu, spor gibi, kazanç ve şeref hülyaları gibi, hem de birçok ahlâkî düşüklükleri vasıta olarak kullandıran isteklerin peşinde koşturur; realitenin mahkûmu olan kurnaz nesiller yetiştirir; kendi ideal adını verdiği hoyrat saldırma hülyalarının arkasından sürükler.

Öyle ki, memleketin münevver denen gençliği ile aşağı tabaka arasında ruhî değer farkları kalmaz. Bu felâket, ancak memleket maarifinin ihmalinden doğabilir. Zira ideal kültürün öncüsüdür ve nesle idealler aşılayacak olan yine memleket maarifidir.

     Bugün talebelik artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.

     Muallimlik ise ne bir iman ve irşat yolu, ne de fikir ve kültürün otorite merkezidir. Hatta bir meslek bile değildir. Sadece küçük bir memuriyettir. Muallim, örnek adam da değil, boynu bükük bir memur, salâhiyetsiz bir öğretici, müdürünün emrinde çalışan bir baremlidir.

      Mektebe gelince; o artık ne mabet, ne yuva, ne de ocaktır. Sadece ders odalarının bütününden ibaret bir devlet dairesidir. Biraz da kulüp, sahne, yardım müessesesi, kahve ocağı ve alışveriş yeridir.

Mektepte öğretim, hakiki araştırma yollarını bulduracak yerde, Batı’nın fikir pazarından aldıklarımızı genç dimağlara nakletmekten, ezberletmekten ibaret bir çalışma oldu. İlim zihniyetim zincirleyen esaret kilidi şekil değiştirdi. Medreseden kalan paslı kilit, Batı pazarından getirilen yaldızlı kilit oldu.

     Madde, hayat ve ruh dünyasına ait mektepte edindiğimiz bilgilerin sentezi, iç gözlem kanalından geçerek, bizi bir ahlâk kültürüne yükseltmeliydi.

     Bu nesiller, hakikatte en büyük sevap olan mücerret düşünceyi günah sayan kâfir bir zihniyetin mazlum kurbanlarıdır. Medreseden mektebe geçerken, ruhun bilgisinden maddenin bilgisine dönen bu gerileyiş, iç gözlemin yollarını tıkadı ve bütün zihinleri maddenin bilgisine meftun hale getirdi.

     Mekteplerden ulvî hakikat eliyle temizlenmiş, sade gerçeğe hayran, saf kalpler yetişecek yerde, hayatta muvaffakiyetin yollarını inceleyen ve bu yolların refaha götürenini tercih eden maddî fayda müşterileri mezun oldu.

      Genel olarak, talebenin en iyi derece alanı mühendis ve doktor, orta derecedekiler hukukçu, ancak en geri olanların bir kısmı muallim olmak emelindedirler. Bu bilanço gösteriyor ki, mektepte okumak sadece pratik hayatta muvaffakiyete hazırlıktır. İlimden alınacak kuvvetle hayat nizamını değiştirmek söz konusu değildir.

      Öğretimde ihtisasa değer verilmeyiş, maarifimizin üzerinde hiç durmadığı bir hatadır. Asrımızın, ihtisas asrı olduğu ve bütün ilim kollarında keşiflerin günden güne çoğaldığı inkâr götürmez bir realite iken, ilkokulun dördüncü sınıflarından lisenin son sınıfına kadar dersleri birbiri üzerine yığıyor ve her birini döne döne tekrar ediyoruz.

      Gaye bu dersleri unutmamak veya tekrar tekrar hatırlamak mı, yoksa bu derslerin her birinin yardımıyla zekâyı başka sahalarda işlemek mi? Bu bilinmediği için tekrarlar zarurî görülüyor.

      Öğretime keyfiyet değil, kemiyet değeri verildi. Çok sayıda mektep açmak, diploma dağıtmak yarışı, öğretimi cansız ve kansız bıraktı.

      Öğretime, keyfiyet değil, kemiyet değeri verildi. Çok sayıda mektep açmak, diploma dağıtmak yarışı, öğretimi cansız ve kansız bıraktı. Okuyup yazma bilenlerin sayısı arttırıldıkça, öğretim, değerinden kaybetti. İlim ideali kemiyyetçi halk eğitimine feda edildi.

      Mektepte kaydedilen bu kayıpların yanında hayat, ciddî ve çetin bir müsabaka sahası olmaktan çıktı, bir kumar masası halini aldı; diploma, gence hayat sahnesinde verilecek yeri tayin etmez oldu. Büyük diplomalarla sürünenlerin yanında, küçük diplomalarla, hatta onlarsız yüksek mevkilere çıkanların çoğalması, mektebin itibarını sarstı.

      Mektep; millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı mekteplerin yayacağı kültürler, bir memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır, millî şahsiyetin millet kültürü ile vücut kazanmasını imkânsız kılar, ileri bir milletin kültüründen faydalanmak için, kültürün tarlası olan vatana gitmek lâzımdır.

      Mektebe siyasetin sokulması, affedilmesi güç bir insafsızlıktı. Mektep çağındaki çocuklara iktidarda bulunan partinin nakaratlı kasidelerinin ezberletilmesi, netice olarak kitaplara, ilme itimadı azaltmıştı. Aynı zamanda, muallime karşı duyulan hürmet de sarsıldı.

      Bugün en kontrolsüz bir gelişme arz eden spor iptilâsı, medenî spor sevgisi olmaktan çok uzak, bir mücadele ve yenme hırsı, muvaffak olanı ve sadece seçileni alkışlama merakı, iptidaî insanın içgüdüsü gibi bir şey; ruhun hürriyetini, müsamahayı, geniş görüşlülüğü, merhameti, dostluk ve fedakârlık duygularını, tahammülü, kendinden çıkarak âleme yayılmayı, bir kelime ile ruh dünyasındaki insanlık alışverişlerini güçleştiren ve yıkmaya çalışan, kalpleri daraltan, muazzam bir musibettir.

      Daha yedi yaşında spor kulüplerinin zaferiyle öğünen ve etrafında kendine düşman arayan çocuğun ruhuna, yalnız başına mektep ne yapabilir?

      Yirmi yıla yakın mazisi olan okul-aile birliklerinin gelişmesini iki devreye ayırmak kabildir. İlk devre, mektebin ve muallimlerin tenkidi devresidir. Hiçbir fikrî değer taşımayan bu kontrol, mesleğin şerefine hürmetsizlikler doğurdu. Mektep içinde açılan mektepten şikâyet kapısı, mektep denilen müesseseye karşı yalnız ailelerin değil, çocukların da hürmetsizliğini çekti.

      İkinci devrede okul-aile birlikleri kendilerinden birer yardım cemiyeti haline geldiler; öğrenci yardımlaşma dernekleriyle birleşerek talebeden para toplayan kurumlar oldular. Mekteplerin bu demekler vasıtasıyla velilerden ve bahusus zengin şahıslardan maddî yardım görmesi, bazen İdarî istiklâllerim sarsıcı âmil olmuştur. Demokrasinin mekteplerinde imtiyazlara yer verilmiş ve pedagojik otoriteler gevşetilmiştir.

      Disiplin çok sarsıldı. Mektebin içinde ve dışında, onu baltalayan bunca amiller varken, elbette sarsılacaktı. Mektebin şahsiyeti, yukarıdan beri saydığımız amillerle yıpratılırken, ceza sisteminin hakikaten yok denecek hale getirilmesi, en büyük gafletti. Suçluyu değilse bile suç hâdisesini ceza ile karşılamayan bir İçtimaî organ felce uğramış sayılır.

      Vicdan tepki kabiliyetini kaybetmiş demektir.; Yalnız, ceza anlayışına dikkat edelim: Her şeyden önce bilinmelidir ki, ceza, her zaman şiddet veya kırbaç değildir; tehlikeyi karşılayan bir müdafaa âletidir. Cemiyet için bir paratoner, fert için sıhhat verici bir ilâçtır. Bazen bir vicdansıza, vicdanla ve âlicenaplıkla karşı gelmek, en büyük cezadır. Sözleriyle saldıran bir şaşkın adama karşı, sadece susmak ceza olur. Ceza anlayışını kaldıran sistem, hakkın tahammül etmeyeceği bir duygusuzluk doğuruyor. Vicdan bundan şikâyetçidir.

      Disiplinsiz ne bir millet, ne bir ordu, ne bir aile, hattâ ne de bir ticarethane idare edilir. Bugün talebe mektep kapısından girerken üzerinde İçtimaî tazyik denen kurtarıcı baskıyı duymuyor... İstediği zaman ve istediği gibi mektebe gidiyor, hocalarıyla münasebetlerinde de tamamen kayıtsızdır.

      Bu kayıtsızlık, gençlerin konuşma, gülme, yürüme ve her türlü etkileri karşılama halinde beliren bütün davranışlarını, sokaklarda ve stadyumlarda gördüğü çoğunluğu teşkil eden aşağı tabakanın davranışlarına benzetmekte. O serbest bir takım kayıt ve kaidelerle çevrilmiş olduğunu hissetmiyor.

     Gençlerin mektep duvarları arasında bir esaret hayatı geçirir gibi bunalımda oluşları, mektebin havasına serpilen sevginin azlığından olduğu kadar, gencin hareketlerine huzur ve emniyet verici kaidelerin yokluğundandır.

     Muallim meselesi, maarif davamızın ana meselesidir. Maarifi yapacak olan muallimdir. Şayet değerlendirilmezse maarifi yıkan da o olur.

     Evvela muallimin meslek adamı olması, muallimliğin bir meslek haline gelmesi lâzımdır. Az zamanda çok mektep açma iştihasına kapılarak ölçüsüz şekilde kabartılan muallim kadrosu, altmış çeşit meslek ve menşeden insanları içerisine aldı.

     Muallim doktor olamaz; lâkin doktor muallim olabilir. Muallim avukatlık yapamaz; fakat avukat muallimlik yapabilir. Muallim tüccar değildir; ama tüccar muallim olur. Çünkü bütün bu insanlar birer mesleğin insanıdırlar; yalnız muallim mesleksiz adamdır.

    Düşünülmedi ki, insanoğluna yapılan bunca zulümlerin en fecisi şudur: Âlimin cahiller elinde kalması ve kuvveti kullananlar tarafından tehdidi....

     Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri, istiklâli olmalıdır. Bu bakımdan en iyi mektep, ekseriya müdürsüz mekteptir. Teftiş bir merasimdir ve bazen de bir darbedir. Maddî bakımdan muallimin ne kitap alacak parası vardır, ne de okuyacak vakti...

     Bilmiyorum, acaba ne zaman, hangi devirde ve hangi tarihte, hangi mektepli muallim odasında ilmî bir konuşmanın, metodlu bir münakaşa halinde devamlılığı görülmüştür?

     Mektepte nöbet tutma ve bir takım kolların idaresi gibi vazifeler, muallimlik mesleğine, muallimin elinden alınan meslek adamı olma imkânlarına vurulmuş darbelerdir. Koridorlarda talebeyi takip eden ve sınıflarda para toplayan muallim, ideal görevlerinden uzaklaştırılmış bir insandır.

     Bütün medenî insanlığın dikkatle üzerine eğildiği çocukluk mesleği; vücuduyla, ruhuyla, sporu ve temaşasıyla çocuk olarak yaşamasını bilmek, çocukla ergin insan arasındaki basamakları birer birer aşabilen mesut varlık olmanın hazzını doya doya tatmaktır.

     Mâsumluk çağının sanatını yapmadan kurnazlaşan, neşenin ebediliğini tatmadan korkular, tahakkümler, tehditler altında beli bükülen, hakikatler dolu kâinata hayranlıkla çevrilmeden, her görüşte asılsız bir yalan, bir izafilik hissesi bulmaya çalışan insan, çocuk olmamıştır. Bu, İlâhî çocuklar tarlasında mahsul vermemiş, yan ölü bir hayattır.

    Çocukluğunu yaşamadan gömen insanların cemiyeti, hilkate hayran dahîler, mesut yapıcılar,  çılgın idealistler ve murada ermiş aşıklar yetiştiremez. Yarınki hayatı yaşanmaya değer yapan çocuklarımızdır. Onlara ne emek verdik ki, gençliğimizden ne bekleyelim?

     Her binada ders okutulmaz. Barınılan binanın üslûbundan taşarak ruhlara dağılan telkin, ilmin “hazır ol!” kumandasıdır. Ancak böyle mekânlarda ders yapılır. Mâbetteki “ibadete hazır ol!” sesine benzer bir sesi her köşesinde sızdırmayan bina, mektep binası değildir

     Pek acı bir hâdise ile karşı karşıyayız: Sadrâzam konağının, vergi dairesinin, bankanın, kasap dükkânının birer yapı tarzı olsun da ruhları işleyen mektebin yapı tarzı olmasın!.. Buna hayretler gerekir.

     Hakikat şu ki: Caminin yanında, ruhumuzun hayatını en derinden kavraması lâzım gelen yapı ifadesini mektebe bağışlamak lâzımdır.

     Mekânını yapamadığımızdan bellidir ki, işin ruhunu bilmiyoruz. Mektebi ruhta idrâk etseydik, mekânda da yerine getirebilirdik.

     Gerek şekil, gerek ruh ve zihniyet bakımından “millî bir maarifimiz var” demenin güçlüğünü itiraf edelim. Eğer bu milletin azamet ve tarihine yaraşır millî mektebi, kendi varlığını hakkıyla ortaya koyabilmiş olsaydı, bugün ne dini ticaret vesilesi yapan mevlidci ve duacıların serseri feryatlarının şehrin sokaklarına serpilmesine dinî kültür diyenlerin, ne de tarihini altından bir dehliz gibi dolduran Türk büyüklerinin ismini anmayı millî küfür gibi bir şey sayıcı zavallı nesillerin karşısında olurduk.

      Ders, talebe, muallim ve dar mânada öğretim yeri olan mektep... Bu dört unsur, mektep denen İçtimaî müessesenin dört duvarı gibidir. Bu dört duvarın hepsinin de sağlam oluşu ile mektep ve maarif ayakta durur.

      Dersi, ezbercilik ve nakilcilikten ibaret olan, muallimi, her meslekten alınan, talebesi, hayatın her sahasına benliğini dağıtmış ve şehirlerinde kendi çocuklarına mahsus bir hayat sahası ayırmamış bir cemiyet içinde, henüz mektebinin çehresi bile çizilmemiş olunca, orada gerçekten millet mektebi var denebilir mi?

     Şimdi, kısaca, millî mektebin dört duvarı hakkındaki fikirlerimizi hulâsa edelim:

     1. Ders, hakikatlerin araştırılmasıdır. Teknik ancak ilimlerin tatbikatı diye ve onlardan sonra ele alınır.

     Ders okumak, bazı hayatî faydalan sağlamak için bir vasıta değil, hakikatler peşinde koşmak için başlı başına bir gayedir.

     İlkokulda olduğu gibi, orta ve lise sınıflarında da çocuğun ruhunu hakikat idealine kavuşturucu aşktan ibaret olan enerjiyi harekete geçirecek en güzel vasıta, musikîdir. 

     Bunun için bütün ilk ve orta öğretim yapan mekteplerde, sabahları derse başlamazdan önce, kısa bir zaman için bütün talebeye, insan ruhunun ulviyete tırmanışını terennüm eden musikî dinletilmeli; sınıflara, ruhlar böyle İlâhî iksir ile yıkanıp temizlendikten sonra girilmelidir

 

     2. Talebe, hakikatler peşinde koşmayı meslek edinen insandır, gayesi mânevi olgunlaşma olan bir mesleğin insanıdır, mekteplerin diploma müşterisi ve istikbalin mevki dilencisi değildir.

     3. Muallimin, maarif dâvamızın yapıcı ve en esaslı unsuru olduğunu ve muallimliğin meslek olması lüzumunu yukarıda belirtmiştik. Hepsinin mesleği yalnız muallimlik olan ve bu ulvî vazifeden başka iş görmeyen idealistler ordusuna sahip olduğumuz gün, ilk zafer borusunu çalacağız. Bu gayeye doğru yürürken muallimleri ilim ve irfan seviyelerine yükseltmeğe mecburuz

     4. İlim mabedimizin dördüncü duvarı, mektebin kendisidir. Millet mektebinin dışında yer alacak özellik ve yabancılık tanımayan, kutsal çatısı altında siyasete asla yer vermeyen, muallimin ilmî ve ahlâkî otoritesinden başka hiçbir otorite tanımayan, ruhları huzur içinde birleştirici disiplinin barındığı mektep, ideal çatı...

     Üniversite mezunlarını doğrudan doğruya muallim kadrosuna almak hatalıdır. Lisanstan sonra muallim olmak için, Avrupa’daki agregasyon imtihanına karşılık olacak bir imtihanı da vermenin şart koşulması lâzımdır.

     Bu imtihanda, kendi ilim dalma ait bir yabancı dilde yazılı eserleri okuyup anlama kabiliyeti ile tenkit ve araştırma yetilerinde olgunluk arayan ilim zihniyeti yoklanmalıdır. Muallimlik değeri ancak böyle ölçülebilir.

    Temel duvarlarını tanıtmaya çalıştığımız mektep denen millî müesseseyi bugünden kurmaya başlamalıyız. Bu müessese, ilimle dinin bize emaneti olacaktır. Onda barınacak varlığımızı bütünüyle ilme teslim etmemiz lâzımdır.

    İlme teslim oluştaki hiçbir menfaat gözetmeyen hakikat aşkı ve sonsuz şeylerin sevgisi, dinin kaynaklarından hayat alacaktır. Bu mektebin çehresi gibi, düşünüş tarzı, sporu ve sanatı, bin yıllık tarihinin bütün çizgileriyle bütün terennümlerini kendinde toplayacaktır.

 

MAARİF DAVAMIZ: ÖNEMLİ TESPİTLER

     1-Nurettin Topçu eğitim politikalarını belirleyen ve yürütenlerin güttüğü maarif dâvasının sadece teknik bir dâva olduğunu söyler. Bütün mektepler fen mektebi olma yolundadır, milli mektep de bu yüzden can çekişmektedir

     2. Muallim, maarif dâvamızın yapıcı ve en esaslı unsurudur. Liselerimizin en iyi mezunlarını sıkı disiplinli şartlar altında altı, sekiz veya on yıllık tahsile tâbi tutmalıyız. Üniversite mezunlarını doğrudan doğruya muallim kadrosuna almak hatalıdır.

     3. Herkesin üniversite okumasına yönelik eğitim felsefesi terk edilmelidir.

     4.Üniversiteler medeniyetimizin âkil adamlarından olan İbn-i Sina gibi hem filozof ve hem hekim; İbn-i Rüşd gibi hem kadı ve hem filozof; Hacı Bayram gibi hem müderris ve hem mürşid-çiftçi olabilmelidir.

     5. Üniversitede eğitim çift anadalda yapılmalıdır. Filozof doktorlar, matematikçi hâkimler, coğrafyacı mühendisler, tarihçi mimarlar… olunmalıdır.

     6. Medeniyet kendi tekniğini üretir ilkesi gereğince kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçilmelidir. Teknik kendi kültürümüzden doğmuş olacaktır: Bu tabiatın zaruretidir. İkinci zaruret, kültürümüzün çocuğu olan tekniğin, kültürün ötesine geçmesi, onun hakimiyetini tanımış olmasıdır

     7. Meslek odaları okullar açmalıdır. Meslek odalarının açtığı okullardan mezun olanları devletin sahiplendiği pazarların sahibi yapmak boynumuzun borcudur.

    8. Meslek adamlarının ticari hayatta varlıklarını koruyabilmek için dünya kapitalizminin haçlı orduları gibi Anadolu’ya yayılan AVM ve zincir mağazalar sisteminin reddedilmesi gereklidir.

    9. Kentler küçültülmeli, meslek şehirleri kurulmalıdır. Osmanlı’da tatbik edildiği gibi iskan politikası güdülmeli, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya asgari on beş şehir inşa edilmelidir.

   10. Kentleşmeyi durdurmak gerekmektedir. Kentleşme, otomobil ideolojisini kışkırtmakta, toplumu otomobile göre dizayn etmektedir. Üniversite otomobil ideolojisine karşı koyamamaktadır.

  11. Üniversiteye giriş imtihanı kaldırılmalıdır. Zanaatkârlar yetiştirmelidir. Köylüleri aydınlatmak, ziraat yapmak gerekir. Köylüye ve esnafa ideal aşılayan muallime muhtacız.

  12. Akademi dili Türkçe olmalıdır. Osmanlıca akademide zorunlu kılınmalıdır. Batılı yabancı dil eğitiminin zarureti reddedilmemekle beraber her toplumun kendine mahsus düşüncesinin kendi dili ile kendi tarihine nüfûz etmekten beslendiği gerçeği unutulmamalıdır.

  13. Mesleki eğitimle toplumsal üretim ve örgütlenme tarım ve hayvancılığa, zanaatkârlığa yönlendirilmelidir.

  14. Köyler sahipsiz bırakılmamalı, köy hayatına bir nizam verilmelidir. Topçu, Batılı sanayileşmenin büyüttüğü kentleşme ile Doğulu zorbalığın mengenesi altında sıkışmış köylülere yeni bir ses olmuştur.

  15. Aileyi toplumun temeli kılacak yeni bir ideali oluşturmak muallimin vazifesidir. Kadına ve çocuğa aile içindeki kimliği verilmelidir.

  16. Her mahallede anne okulları kurulmalı ve 3-5 yaş arası çocuklarla annelerini yetiştiren, Kur’an eğitimi veren merkezler oluşturulmalıdır. Topçu’ya göre maarifin temeli İslâm’dadır.

  17. Her okulda mahalle sakinlerinin yararlandığı kütüphaneler kurulmalı, araştırma yapma imkânı verilmeli, üniversite mensuplarının mahalle sakinlerine ders vermelerini mümkün kılan programlar oluşturulmalıdır.

  18. Fütüvvet felsefesi ile toplumun yeniden tanışması gerekmektedir. Küçük esnaf, zanaatkâr, çiftçi örgütleri kurulmalı ve bu örgütlerin ahlâkî esasları kayıt altına alınmalıdır. Ahlâkî zaafları olan meslek ve ilim adamlarının bilgi üretimine itibar edilmemelidir. Bu gibilere fütüvvet ahlâkının gereği yapılmalıdır.

 

 

  
4059 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi54
Bugün Toplam547
Toplam Ziyaret1118789
Saat