Orhun Kitabeleri ORHUN ABİDELERİ Çar Petro’nun İsveç kralı Demirbaş Şarl’ı yendiği 8 Temmuz 1709 Poltava savaşında, Johann von Strahlenberg (Yohan fon Ştrâlenberg) adında Alman asıllı bir İsveç subayı, Ruslar’a esir düştü. Sibirya’ya sürüldü ve orada serbestçe dolaşmasına izin verildi. 13 yıl Sibirya’da gezen bu subay, 1722 de İsveç’e döndü. 1730 da gezilerini anlatan ünlü Almanca eserini yayınladı. Bu kitapta, şimdiki Moğolistan’da, Orhun ırmağı çevresinde bulduğu birtakım meçhul işaretler kazılmış taşlardan bahsediyor, hatta bu taşlardan kopya ettiği bazı işaretleri de yayınlıyordu. Kitap, XVHI. yüzyıl Avrupa’sında ilgiyle okundu. Fakat gezginin naklettiği işaretlere kimse bir mâna veremedi. Aynı yüzyılın sonlarında Rus gezgini Pallas ve 1822 de Spassky de Orhun çevresini ziyaret edip bu taşlan gördüler. Hattâ sonuncu bilgin, 22 adet yazılı taşın kopyasını yayınladı. 1825 te Fransız Doğu bilgini Abel Remusat, bu yazılı taşların bulunduğu çevrenin “Türklerin eski ülkesi” olduğunu ileri sürdü ve kitabelerin Türklere ait olabileceğini söyledi. XIX. yüzyılın sonlarında Fin bilgini Heikel, bütün yazdı taşların kopyasını dikkatle aldı ve bütün Avrupa akademi ve üniversitelerine dağıttı. Birçok bilgin, bu meçhul işaretler üzerinde çalıştılar. Fakat hiç biri bir sonuç alamadı. Nihayet Danimarka Akademisi Başkanı Thomsen, 1893 te Orhun yazıtlarının kaleme alındığı alfabeyi çözdü, önce “Türk, Tengri (yani Tanrı) ve Kül Tigin” kelimelerini okumaya muvaffak oldu. Diğer kelimeleri, bu kelimelerle muakeyese ederek okudu. Çünkü andığımız üç kelime, kitabelerde pek çok defa geçiyordu. Kitabelerin Türkçe olduğu anlaşıldı. Türkçe metinler, Avrupa dillerine çevirileriyle birlikte yayınlandı ve o tarihten beri yüzlerce türkolog, bu abidelerin üzerinde çalıştı. İlim tarihinin harikulade keşiflerinden birine konu olan kitabeler, Baykal Gölü’nün güneyinde, şimdiki Moğolistan topraklarında, Göktürklerin merkezi Ötüken yakınlarındaydı. “Göktürk Alfabesi” denen millî Türk alfabesiyle yazılmıştı. Bu alfabeyi yapanların, Türkçe’nin ses bilgisini çok iyi bilen in-sanlar oldukları anlaşılıyor. Çünkü Göktürk alfabesi, Türkçe’yi doğru olarak yazmak için, sonradan kullanılan Arap alfabesinden daha elverişlidir. Bu Orhun abidelerinden, XIII. yüzyıl başlarında Moğolların tarihini yazan İranlı büyük tarihçi Cüveynî de bahsetmişti. Çünkü abideler, Cengiz’in başkenti Karakurum’a hayli yakındı. Orhun abideleri, 3 tanedir. 3 abidenin en temiz ve sağlam olanı Kül Tigin abidesi olup 3,75 metre yükseklikte, yani iki insan boyundan uzundur. Yukarıdan aşağıya doğru kalınlaşan bu abidenin tepede genişliği 1,22 metre, tabanda 1,32 metredir. Az ötesindeki Bilge Kağan abidesinin de ölçüleri aynıdır. Abidelerin yakınlarınca birçok heykel, bilhassa Kül Tigin’in bir heykeli vârdır. Türklerin heykeltıraşlıkta çok ileri olduklarını gösteren bu eserlerin bir kısmı, son yıllarda Çek arkeologları tarafından bulunmuştur. Göktürkler «çağından kalma 3 abideden başka daha yüzlerce kitabe elimizdedir. Ancak bunlardan hiç biri Orhun abideleri derecesinde önemli değildir. Zaten Orhun veya Göktürk abidelerinin önemi, Türk edebiyatında başka hiç bir eserle ölçülemeyecek derecede büyüktür. Bu hususiyet, abidenin yazan Göktürk prenslerinden Yulug Tigin’i, Türk ediplerinin en büyüğü saymamıza kâfidir. Kitabelerde kullanılan dil, hayran olunmak bir yana, hayret edilecek derecede mükemmeldir. XX. yüzyılın büyük Türk yazarlarının kullandıkları Türkçe derecesinde işlek bir nesir dili görülür. Bu dil, her cümlesinde şiir kokar. Cümleler kısa, kesik, fevkalâde mâna yüklüdür. Herhangi bir kelime çıkarılıp eklendiği takdirde, cümlelerin dengesi derhal bozulur. VIII. yüzyılda bulunduğumuz düşünülürse, anlatılan fikirler hayrete değer. Koyu bir milliyetçilik, kitabelerin ruhuna işlemiştir. Şüphesiz nesir dili gibi bu fikirler de yüzyıllardan süzülmüş bir gelişmenin sonucudur. İfade, son derece realisttir. Yüzyıllarca işlenmeksizin bir dilin böyle bir mükemmellik kazanmasına ve böyle bir fikir seviyesine erişmesine imkân yoktur. Orhun abidelerimden ilki, 730 yılında Büyük Türk Hâkanı Bilge Kağan’ın başbakanı Bilge Tonyukuk tarafından, İkincisi 732 yılında Bilge Kağan tarafından, düşmanla savaşırken kahramanca ölen kardeşi Kül Tigin adına, üçüncüsü de 735 yılında Bilge Kağan adını dikilmiştir. Abidelerin yazan, Bilge Kağan ile Kül Tigin’in amca oğlu olduğu sanılan Yuluğ Tigin’dir. Bu ölümsüz eserlerde Bilge Kağan, yüzyıllar Ötesine şöyle seslenmektedir: “Ben, Tanrı’ya benzer, Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irâde ettiği için, hâkanlık tahtına oturdum. Ey milletim, ey hanedanım! Sözlerim dikkatle dinleyin! “İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletler şimdi bana tâbidir. Bugünkü gibi kargaşalık olmaksızın Türk Hakanı Ötüken’de oturursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben, Ötüken’de oturarak yurdumu yönelttim. Çinlilerin altınına, gümüşüne, ipeğine, tatlı sözüne, değerli hediyesine kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türk’ün can verdiğini, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım. Tanrı yardım etti, Türk Hakanı oldum. Dağılmış milletimi bir araya topladım. Fakir milletimi zengin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım. Atalarım Bumin Kağan’a, istemi Kağan’a lâyık bir oğul olmaya çalıştım. “Atalarım Türk yurdunu öyle sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle yönettiler ki, Türk milleti bahtiyar oldu, onların ölümlerine candan ağladı. Atalarıma tâbi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadıkları mesut hayatı unutmadılar. Atalarım o kadar ünlü hakanlardı. Sonradan bilgisiz ve kötü hâkanlar ulu Türk tahtına oturdular. Onların kötü idaresi ve Çinlilerin lülesi yüzünden Türk milleti, zengin ülkelerini kaybetti. Türk hâkanlarının cihânı tutan ünleri geçmişe karıştı. “Bu yüzden, Çinlilere beylik eden Türk kişizâdeleri köle, Türk kızları câriye oldu. Türk beyleri, şanlı isimlerini bıraktı. Çince isimler kullanmaya başladı. Doğu Türkleri, Çin hakanına tabi olup 50 yıl onun acıklı ve utandırıcı idaresinde yaşadı. “Fakat Gök Tanrı, Türk’ün bu hâline acıdı. Türk milleti yok olmasın, eskisi gibi cihanın en yüce milleti olsun diye, babam İlteriş Kağan’la anam El- bilge Hâtun’u Türklere hakan kıldı. Tanrı güç verdi, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Düşmanlar, kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp gitti. Hakan babam, doğudan batıya at koşturup Türk milletini tekrar topladı, birleştirdi, Türk devletini diriltti. “Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe, bil ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk milleti! Kendine dön! Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine lâyık ol! “Ey milletim! Bil ki ben, zengin ve parlak bir millete hâkan olmadım. Zayıf ve zavallı bir milletin başına geçip tahta oturdum. Kardeşim Kül Tigin ve yeğenlerim olan iki prensle and içtik; babamın, amcamın hayatlarını verdikleri millet uğruna biz de bütün gücümüzle çalıştık. “Başına geçtiğim Türk milletinin birliği ve yüceliği için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yâr oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk milletini bütün milletlerden üstün kıldım!”
Kaynak: Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, İstanbul, 1989. S. 23-27 |
2588 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |