Doğum Yıldönümünde Peygamberimizin Örnek Ahlakı Peygamberimizin Ahlakı
"Güzel ahlak" adı altında toplanan bu güzel vasıfları "örnek insan" olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir(a.s.m.). Onun ahlakı o kadar yücedir ki, Cenab-ı Hak, ona hitap ederek şöyle buyurur: "Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzerindesin." (Kalem Sûresi, 3-4) Yine Kur'an'da Peygamberimiz için "Allah’m Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb Sûresi, 21) buyurularak, müminlerin, hayatlarının bütün safhalarında onu örnek almaları tavsiye ve emredilir. Çünkü onun ahlakı bizler için en güzel örnek, onun yaşayışı, halleri, sözleri ve hareketleri en mükemmel modeldir. Peygamberimiz de, "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurur ve bu özelliğini, dünyadaki göreviyle bağlantılı olarak dikkat çekip bizlere anlatmaktadır. Onun ahlakı, Allah'ın övdüğü ve Kur'an'ın öğrettiği temiz ahlaktır. Yüce Allah, İslam'ı insanlığın imdadına gönderip Kur'an'ı indirirken, İlahî prensiplerin uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak Peygamberimizi seçmiştir. Kur'an'da anlatılan güzelliklerin tamamını Peygamberimizin şahsında görmek mümkündür. Sahabilerin, Peygamberimizin ahlakı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine, Efendimizin hanımı Hz. Aişe şu cevabı vermişti: "Siz Kur'an'ı okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’di." Yine Hz. Aişe (r.a) validemize, “Resulullah nasıldı” diye soruyorlar. Şöyle cevap veriyor: “Hz. Resul (s.a.v) hiç kimseyi azarlamazdı. Resul-u Ekrem (s.a.v)’in nazar-ı itinası ile yetişen Hind bin Ebi Hale Resul-u Ekrem’in seciyesini şu şekilde tasvir ediyor: “Kalbi ince, huyu yumuşaktı. Hiç kimseyi mahcup etmek istemezdi. Şayet bir kimse Hakk’a karşı gelecek olursa Resul-u Ekrem onunla bütün gece uğraşır, Hakk’ı müdafaa ederdi. Fakat şahsi bir hatadan dolayı hiçbir vakit gazap ve hiddet göstermezdi. Kendi şahsına yapılan fenalığın intikamını almazdı.” Peygamberimizin hayatında ve ahlakında, her meslek ve seviyeden insan, örnek alacak yönler bulabilir. İnsan olarak onun hayatından alacağı sayısız fazilet ve güzellik yanında, kendi mesleğini ve toplumdaki yerini ilgilendirecek yüzlerce dersi de alabilir. Çünkü Peygamberimizin hayatı her yönüyle hepimize örnektir. Mesela, zengin bir insan, hicretten birkaç sene sonra bütün Arabistan'a hakim olup çok büyük servetlere sahip olan ve hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtan Peygamberimizi kendisine örnek alabilir. Sahipsiz, çaresiz ve kimsesiz insanlar; Mekke hayatı boyunca akla hayale gelmeyen işkence ve baskılara maruz kalıp, üstelik bütün yakınları tarafından yalnız bırakılan, ama hiçbir biçimde davasından ve inancından taviz vermeyen bir Peygamberi kendine rehber alabilir. Küçük yaşta yetim kalmış bir çocuk; ana rahminde altı aylıkken babasını kaybeden, altı yaşında annesinin ölümünü gören, bütün hayatı anasız babasız geçen, fakat daha sonra insanlığın övündüğü, Allah'ın en çok sevdiği insan, "inci gibi bir yetim" olarak sayılıp sevilen Sevgili Peygamberimizi örnek alabilir. Aklı başında bir genç; gençlik yıllan boyunca iffet, doğruluk, hayâ, edep timsali olan, amcası Ebu Talib'in koyunlarım otlatarak hayatını kazanan genç Muhammed'in (a.s.m.) hayatım kendisine rehber edinebilir. Çünkü onun yirmi beş yaşına kadarki hayatı boyunca ve daha sonrasında herhangi bir çirkin hareketine, bir yalanına, hilesine rastlanmamıştır. Halka nasihat eden bir vaiz; mescitte Sahabesine en güzel bir dille yol gösterici hakikatleri anlatan, tavsiye ettiklerini bizzat kendi şahsında mükemmel manada yaşayan, tek bir sözüyle kabilelerin hidayetine vesile olan mürşit Peygamberi hatırlar, onu örnek alır. Kısaca, her insan hangi şartlarda bulunursa bulunsun, hangi meslek ve sanatta çalışırsa çalışsın, sabah-akşam, gece-gündüz, her zaman ve her yerde Sevgili Peygamberimizi kendisi için güzel bir örnek olarak alabilir. Öyle bir rehber ki, ona uyduğumuz zaman hayatımızın karanlıktan kaybolup, onun nuru sayesinde yolumuz aydınlanır, işlerimiz yoluna girer, hayatımıza bir düzen ve disiplin gelir. Peygamberimizin hayatı, insanların meşgul olduğu ve karşılaştıkları her ihtiyaca cevap verebilecek güzel ahlakın bütün kurallarıyla süslenmiş nurlu bir zincir gibidir. Onun güzel ahlakı, o nuru arayanların önüne nur serper. Onun hidayeti doğru yolu arayanlara bir kılavuz olur. Onun takdim ettiği şifalı su, ıssız ve kavurucu gaflet çöllerinde bocalayan şaşkın ruhlara bir ab-ı hayat yerine geçer. Ondan gelen ışık huzmeleri isyan ve günah bataklığında çırpınan zavallı insanların kurtuluşa ermelerine ve sahile çıkmalarına yardımcı olacak bir deniz feneri hükmüne geçer.
Peygamberimizin Ahlakî Özellikleri
PEYGAMBERİMİZİN AHLAKININ en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlakı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır. O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlak üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlakın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabb'idir. Peygamberimizin ahlakının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huylan en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır. Peygamberimiz, herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayatı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir. Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır. Mesela bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve cennetlik olduklarım haber vermişti. O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslam'ın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir. Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabb'ine vermiş, günün büyük bir kısmım ibadet ve zikirle geçirmiştir. Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir. Peygamber Efendimiz, dava arkadaşlarım gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almamıştır. Peygamberimizin ahlakı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin ahlakî hayatı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu. Öyle ki, her gören, Peygamberimizin o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, genç-ihtiyar, müslim-gayr-i müslim herkese aynı şekilde yayılırdı. Peygamberimizin tevazu
ENGİN GÖNÜLLÜ OLMAK, hakka boyun eğip kabul etmek gibi manalara gelen tevazuun en makbul olanı, yaltaklanmadan ve zillete düşmeden, ölçülü ve itidalli bir şekilde bulunmaktır. Kibir ve gururun zıddı olan tevazu ancak bu iki kötü huyun yenilmesi sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü hizmetten dolayı insanların iltifatım beklememek, tevazuun belli başlı kaidelerinden birkaçıdır. Peygamberimiz çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisine aşırı derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı. Bir alış verişi esnasında Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) de yanındaydı. Ebu Hüreyre'nin (r.a.) anlattığına göre, Peygamberimiz mal sahibine aldığı elbisenin değerinden fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimizin eline sarılarak öpmek ister. Peygamberimiz elini çekerek şu ihtarda bulunur: "Bu senin yaptığım Acemler krallarına yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim." Ebu Hüreyre anlatmaya devam ediyor "Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: 'Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha layıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder." Peygamberimiz kendi işini kendisi yapardı. İnsanların kendisine hizmet etmelerini istemezdi. Âmir bin Rebia anlatıyor: "Peygamber Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda Peygamberimizin ayakkabısının bağı çözüldü. Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz ayağını önümden çekti ve şöyle buyurdu: "Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.” Peygamberimizin bu konudaki bir başka örnek davranışını Abdullah bin Abbas anlatıyor: "Peygamber Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı. Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi. Abdullah bin Cübeyr7in anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz Ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı. Hava çok sıcak olduğundan, ashabdan birisi, elbisesini Peygamberimizin başının üzerine kaldırarak gölgelemek istedi. Bunu gören Peygamberimiz, "Bundan vazgeç. Ben ancak bir insanım" buyurdu ve elbiseyi alıp indirdi. Peygamberimiz kendisini görenlerin bir kral zannıyla çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı. Bir gün bir zat Peygamberimizin huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu sahabisinin halini gören Peygamberimiz, "Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum" buyurdu. Gerçekten de Peygamberimizi ilk defa gören, heyecanlanırdı. Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü. Sosyal durumu ne olursa olsun; ister zengin ister fakir, ister dul bir kadın veya bir hizmetçi olsun, hangi halde bulunursa bulunsun, Peygamberimiz herkese eşit davranır, basit yaşayışından, fakir ve hizmetçi oluşundan dolayı kimseyi aşağı görmezdi. Onların da diğerleri gibi ihtiyaçlarını görür, hiç gurura kapılmazdı. Yine Peygamberimiz Mekke'nin fethi üzerine şehre girerken, muzaffer bir komutan olduğu halde, yine hiçbir şekilde gurura kapılmamıştı. Devesinin üzerinde Yüce Allah'a karşı başım önüne o kadar eğmişti ki, tevazuundan sakalının uçları neredeyse devesinin semerine değmekte idi. Bu halde iken şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, hayat ancak ahiret hayatıdır." Veda Haccına giderken, sırtında sadece dört dirhem değerinde bir kadife parçası, devesinin üzerinde ise semer yerine yırtık bir şilte bulunuyordu. Bu durumda bile riyaya kaçar endişesiyle şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, bu halimi riya ve gösterişten uzak kıl." "Peygamberimiz birlikte oturduğu kimselerin seviyelerine göre her birinin halini hatırım sorar, onlara iltifat ederdi. Çevresindekilere öylesine candan davranırdı ki, orada hazır olanların hepsi de Resulullah'm yanında en değerli kimsenin kendisi olduğu kanaatine varırdı. "Bir kimse Peygamberimizin huzurunda gereğinden fazla oturursa veya bir ihtiyacını iletmek düşüncesiyle huzura gelse, o kişi kendiliğinden kalkıp gidinceye kadar sabrederdi. Kendisinden bir istekte bulunan kimseyi, ya istediğini yerine getirir veya tatlı bir dille gönderir, fakat hiç boş çevirmezdi. "Onun cömertliği, tatlı dili, güzel ahlakı insanlar arasında öyle yayılmıştı ki, âdeta halkın babası gibi olmuştu.
Peygamberimizin hilmi ve yumuşak huyluluğu
"Onun yanında bütün insanlar da, hiçbiri arasında hak ayırımı yapılmayan aynı düzeydeki evlatlar gibiydi. Peygamberimiz Mekke'de kurulan Zülmecaz Panayırında insanlara İslam'ı anlatırken o sırada kendisini dinlemiş olan birisi şöyle anlatıyor: "Hz. Muhammed (a.s.m.) Allah'ın bir olduğunu, Ona inananların kurtulacaklarını ilan ediyordu. Ebu Cehil de onun üzerine toprak atıyor, 'Ey insanlar, bu adamı dinlemeyin, sizi dininizden vazgeçirmeye çalışıyor. Sizi putlarımız olan Lat ve Uzza'dan uzak tutmak istiyor' diye yaygara yapıyordu. Peygamberimiz ise bu tahriklere hiç aldırmıyor, bir kere olsun dönüp Ebu Cehil'in yüzüne bile bakmıyordu. O kendi görevini yapmaya çalışıyordu." Uzun yıllar hizmetinde kalan Enes bin Malik, Peygamberimizin ahlakını şöyle anlatıyor: "Resulullah'a (a.s.m.) on sene hizmet ettim. Bana ne 'Öf dedi, ne de yapmadığım bir iş için 'Keşke onu yapsaydın' ve yaptığım bir iş için de 'Bunu niye yaptın?' dedi." Hz. Enes, bir ihmalinden dolayı Peygamberimizin kendisini ikaz edişini şöyle anlatır: "Resulullah, bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Ben 'Vallahi gitmem' dedim. Halbuki içimden Resulullah'ın beni gönderdiği yere gitmek geliyordu. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım, oynamaya başladım. Derken Resulullah geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu: 'Enes'çik, seni gönderdiğim yere gittin mi?' diye sordu. 'Evet, gidiyorum ya Resulallah' dedim." Bir seferinde de Peygamberimiz Hz. Âişe'ye şu tavsiyede bulunuyordu. "Ey Aişe, yumuşak davran. Zira yumuşaklık bir şeyde bulunursa mutlaka onu süsler, bir şeyden çıkarsa onu da çirkinleştirir." Peygamberimiz gerçek yiğitliğin ve kahramanlığın maddî güç ve kuvvette olmadığını, esas yiğitliğin öfke anında sakin bulunmakta ve öfkesini yenip yumuşak davranmakta olduğunu bildiriyordu. Abdullah bin Mesud anlatıyor: "Resulullah 'Siz aranızda kimi yiğit sayarsınız?' diye sordu. Biz de 'Kendisini pehlivanların yıkamadığı, mağlup edemediği kimseyi' dedik. Resulullah,” Hayır, o pehlivan değildir, asıl pehlivan öfke anında kendisine hakim olabilen, kendisini tutabilendir.”
Peygamberimizin Hayası Haya ve edep Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’de taçlanmış, çiçek çiçek açmıştır. O, kimseyi azarlamaz, tane tane konuşur; tebessümü yüzünden eksik etmezdi. Şımarıklığı, gururu ve büyüklük taslamayı asla sevmezdi. Peygamberimiz (s.a.s) gençliğini ve orta yaşlılığını geçirdiği Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, edep ve haya dışı âdeder ortalığı kaplamış olduğu hâlde, Yüce Rasûl bu gibi âdetlerin hiç birine uymamıştır. Cenâb-ı Hak, geleceğin müjdecisini bu çirkin âdetlere bulaşmaktan korumuştu. O sıralarda Arabistan’da Kâbe’yi çıplak tavaf etmek ve başkalarının yannında çıplak yıkanmak gibi haya ve edep dışı âdetler de vardı. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kabil hareketlerden daima nefret ederdi. Ebu Said el Hudrî (r.a) diyor ki: “Nebi (s.a.s.) haya cihetiyley kendi köşesinde oturan bakire kızdan daha utangaçtı.” Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ne kadar haya sahibi olduğunu Ebu Said el Hudrî Hazretlerinin bu sözünden açıkça anlamaktayız. Peygamberimiz (s.a.s.) gıybet etmez, gıybeti yasaklar, dedikoduyu men eder, kendisine başkalarından dedikodu tarzında lâf iletilmesini doğru bulmazdı. İnsanların kusurlarım yüzüne vurmaz; hataları, kusur sahibinin adını anmaksızın genele dönük olarak zikreder, herkesin böyle fenalıklardan kaçınmasını belirtirdi. “Haya imandandır” buyuran Peygamberimiz (s.a.s), pek fazla utangaç olması yüzünden arkadaşları tarafından kınanan biri hakkında: “O’nu hâline bırakınız Çünkü haya imandandır” buyurmuştur. Bir başka zaman, Peygamberimiz (s.a.s.) ashabına: “Haya insan için ziynettir” diyerek öğüt vermişlerdir. Şunu bilmek lâzımdır ki; haya, insanın karakterini taşır ve hiçbir millet hayadan müstağni kalamaz. Fazilete talip insan için edep ve haya, ilâhî nurla örülmüş bir taçtır. Onu giyen, her fenalıktan uzak kalır. Bir seferinde bir olayda Peygamberimizin tavrını Hz. Enes'ten dinleyelim: "Bir gün Peygamberimizin huzuruna bir adam geldi. San, renkli bir koku sürünmüştü. Süründüğü koku rahatsız edici bir şekilde çevreye dağılıyordu. Peygamberimiz sevmediği, hoşlanmadığı bir şey görürse, o kişinin yüzüne vurmaz, söylemezdi. O adamı üzüp hatırını kurnazdı. Bu sebepten, o adam dışarı çıkınca yakınlarına şöyle buyurdu. 'Keşke şu adama sarı renkli kokuyu sürünmemesini söyleseydiniz de yüzündekini yıkasaydı" Peygamberimizin hayâsı başkalarının kusur ve ayıplarını hatırlatmaya ve söylemeye meydan vermezdi. Söylenmesi gerekse dahi, doğrudan değil de, dolaylı olarak uyarıda bulunurdu. Aynı şekilde birisinden kötü bir şey duyduğu, hoşuna gitmeyen bir söz işittiği zaman da benzer biçimde davranır, o adamın yüzüne vurmazdı.
Cömertliği Cömertlik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) en belirgin vasıflarından biridir. Nitekim Câbir b. Abdullah (r.a) der ki: "Rasül-i Ekrem Hacetlerinden dünya ile ilgili bir şey istenilince asla red cevabı vermez, istenilen şey varsa verir; yoksa vadederdi.” Şimdi Hz. Ömer (r.a)'m naklettiği şu hâdiseye bakalım: Rasûlullâh (s.a.s) huzuruna bir yoksul gelir, bir şey ister. Fakat istediği şeye sahip olamadığı için Peygamberimiz (s.a.s.) üzülür ve ona gidip çarşıdan satın almasını, borçlu olarak da kendi adının yazılmasını, eline para geçtiğinde ödeyeceğini söyler. Halbuki aynı kişiye daha önce de yardım edilmiştir. Bunu bilen Hz. Ömer: 'Ya Rasûlullâh, bu kişiye daha önceleri de yardım ettiniz şimdi bu teklife ihtiyaç var mıdır?" demek ister. İster ama Peygamberimiz (s.a.s.), Ömer'in sözünden pek hoşnut olmaz; bu yüzünden anlaşılır. O anda; Ensar'dan bir zât: “ Ya Rasûlullâh infak et, Arş’ın sahibi olan Allah kendini fakir düşürür diye korkma!" diyerek görüşünü serdeder. Peygamberimiz (s.a.s.) bu zâtın görüşünü beğenir ve: "Ben infak ve yoksulluktan korkmamakla emrolundum" buyurur. Yani “İnfakın, yoksullara yardımın fakirlik doğuracağı" tarzında bir görüşü benimsemiyordu. İbn Abbas Hazretleri de şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.), halkın en cömerdi idi. En cömert olduğu zamanda Ramazan ayı idi. Muhakkak Cebrail (a.s.m) her sene Ramazan ayında Rasûlullâh (s.a.s.) ile buluşur. Rasûlullâh (s.a.s.) da ona Kurân-ı arz ederdi. Cebrail kendisiyle karşılaştığı zaman Rasûlullâh (s.a.s.), halkın faydalanması için gönderilmiş bulunan rüzgardan daha cömert idi. Muhtaçlara daha çok ve daha çabuk yetişirdi.”
Vefakarlığı
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vefakâr bir insandı. Ahdinde dururdu, vadinde sadıktı, sözünden caymazdı, kendisine ve çevresindeki, ashabına yardımı dokunanları asla unutmaz, dostlarını sık sık arar, hâl hatırlarını sorar, Müslümanlara da böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Buna dair yaşanmış birkaç örnek nakledelim: Ashabtan Abdullah b. Ebi'l-Hamsa anlatır: “Peygamberle (s.a.s.) bir alışveriş yapmıştım. Kendisine: ‘Biraz bekle gelirim' dedim. Ancak ona verdiğim sözü unutmuştum. Aradan üç gün geçmişti, hatırlayıp gittiğimde o aynı yerde hâlâ beni bekliyordu.” Bir kere Habeşistan hükümdarının elçileri Peygamberimiz (s.a.s) huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlarla yakından ilgilendi. Ashab'tan bazıları: “ Ey Allah'ın Rasûlü! Biz hizmet ederiz, siz istirahat buyurunuz!" dediler. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) bunlara şu cevabı verdi: "Bunlar, Habeşistan'a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim. " Mut'im b. Adiy (r.a) Kureyş'li inkârcıların ileri gelenlerindendi. Vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s.), Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları onu şehre almak istememişlerdi; Peygamberimiz (s.a.s.) sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler. Ancak Mut'im kabul etti, oğullarını silâhlandırarak Hz. Peygamber (s.a.s) şehre aldı. Aradan yıllar geçti, Mut'im Bedir Savaşı'nda Kureyşli diğer inkarcılarla birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.s) şairi Hassan, bu zâtın ölümünün ardından anlamlı bir mersiye yazmış, şiirinde onun vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s)'i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle anmıştı. Peygamber (s.a.s) kendi adına gösterilen bu vefakârlıktan son derece hoşnut oluyordu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Peygamberimiz (s.a.s) söylemiş olduğu şu söz de onun vefakârlığının hangi noktalara vardığım göstermesi bakımından anlamlıdır: "Şayet Mut'im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi, fidye (kurtuluş akçesi) istemeden hepsini serbest bırakırdım.”
Peygamberimizin coşkun merhameti ve şefkati O hep sade ve basit yaşamayı tercih ederdi. Dualarında da Allah'tan böyle bir hayat isterdi. "Allah'ım, beni fakir yaşat. Hayattan fakir olarak ayrılayım. Beni mahşerde fakirler arasında haşret" diye dua ediyordu. Hz. Aişe bunun sebebini sorunca şöyle açıkladı: "Onlar, cennete herkesten önce girecekler. Ey Aişe, yarım ölçek hurma da olsa fakiri boş çevirme. Fakirleri sev, onlara yakın ol ki, kıyamet gününde Allah da sana yakın olsun." Müşriklerin "Allah'ın lütfuna mazhar olanlar bunlar mı?" diye hakir gördüğü kimseleri Peygamberimiz destekler, ilgi gösterirdi. Onları, diğer insanlardan üstün tuttuğu olurdu. Bir gün Peygamberimiz otururken bir adam geçti. Yanındakilere sordu: "Bu adamı nasıl bilirsin?" Şöyle cevap verdi: "Bu zengin ve etkin birisidir. Ne derse yaparım." Peygamberimiz bir şey demedi. Az sonra birisi daha geçti. Peygamberimiz aynı soruyu bunun hakkında da sordu ve şu cevabı aldı: "Bu adam fakir Müslümanlardan birisidir. Ona ne kızımı verir, ne de dediğini yaparım." Böyle bir sözü hoş karşılamayan Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Dünyanın bir tarafı az önce zengin kişilerle doldurulsa, bir tarafına da bu fakir konulsa, fakir adam onların hepsinden daha ağır gelir ve onlardan daha hayırlıdır.” Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'inde: "Biz seni âlemlere rahmet için gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) buyurmaktadır. Rahmet olarak gönderilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’ dir. İbn Abbas Hazretleri bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Onun rahmeti iman edenleri de etmeyenleri de içine almaktadır; iman edenlerin dünyada da âhirette de o rahmetten nasipleri vardır; îman etmeyenlere gelince; onlar da inkârları yükünden hak ettikleri ‘kökünden helak olma’ azabının sonraya kalması ile bu rahmetten faydalanmaktadırlar." Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya, uğramanız ona çok ağır ve güç gelir, üstünüze çok düşkündür. Mü'mınleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır O. (Tevbe, 9/128). Adamın biri bir kez Peygamberimizden düşmanları tel'in etmesini istemişti. Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye:” Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim” cevabını vermiştir.! Gerçekten de Mekke döneminin çok sıkıntılı günlerinde bile düşmanlarına beddua etmemiştir. Taifliler kendisini taşlamışlar, bütün bedeni bilhassa ayakları bacakları kan içinde kalmıştı. Şayet isteseydi, Cenâb-ı Allah, Tâif ve Mekke şehirlerini yerle bir ederdi. Fakat Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Hak'dan böyle bir istekte bulunmadı. Aksine: "Allah'ım! Bunlar hakikati göremiyorlar, ama ümit ediyorum ki, bunların çocukları bir gün gerçeği göreceklerdir. diyordu. Mekke'nin fethinden sonra Tâif kuşatması uzayınca Peygamberimiz (s.a.s.) orayı terk ederken de lânet okumamış, rahmet dilemiş ve "Allah'ım! Tâiflilerin ıslahını ve hidayete erişmiş olarak huzuruma gelmelerini diliyorum" demişti. Mekke fethini müteakip Kâbe avlusunda, karşısında esir olarak duran ve 22 yıldan beri ellerinden gelen bütün kötülüğü yapan Mekkelileri bağışlaması onun merhamet ve bağışlama duygusunun nerelere ulaştığını göstermektedir.
Peygamberimizin fakir ve kimsesizlere merhameti
PEYGAMBERİMİZ HEP FAKİR VE kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih eder, gönüllerini alırdı. Bir yerde, toplumun farklı kesimlerinin toplanmış olduklarını görünce, önce fakirlerin yanma gider, onlarla birlikte otururdu. Abdullah bin Amr bin As anlatıyor: "Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı fakir kimseler bir köşeye toplanmış sohbet ediyorlardı. Resulullah içeri girdi. Başka bir tarafa yönelmeden doğruca fakirlerin yanına gitti. Ve onlara, fakir muhacirlere zenginlerden önce cenneti müjdeledi. Hepsinin de yüzü güldü. Ben de onlardan birisi olmadığım için üzüldüm." Peygamberimiz, kendisini, toplumun zayıf ve kimsesizlerinden üstün görme duygusuna kapılardan da uyarır; her tabakanın devamlı birbirlerine muhtaç olduklarını söylerdi. Sa'd bin Ebi Vakkas'm kendisini fakirlerden üstün gördüğünü hissedince, onu şöyle ikaz etti: ”Sizin elde ettiğiniz başarı ve bereket fakirlerin emeklerinin eseridir. Siz, varlığınızı bu fakir insanlara borçlusunuz." Yine Peygamberimiz, toplum içinde, belli bir yeri bulunmayan biçarelere zayıflıklarından dolayı önem verilmemesini asla hoş karşılamaz, onların da halini sorup öğrenmek arzu eder, sonra da ihtiyaçlarını karşılardı. Peygamberimizin mescidini temizleyen fakir, zenci bir kadın vardı. Bir gün Resulullah onu göremeyince nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Onun ölümüne kimse önem vermemişti. Resulullah, “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” dedi ve mezarına gitti, iki rekat namaz kıldı. Sonra şöyle dua etti. “Allah’ım, bu mezarın içini nurla doldur, benim kıldığım namaz sebebiyle nurlandır.”
Peygamberimizin kadınlara şefkati
İSLAM'IN ŞEFKAT GÜNEŞİ dünyayı aydınlatmadan önce kadınlar çok perişan haldeydiler. Başta Araplar olmak üzere, insanlık kız çocuklarını ve kadınlarım çok hor görürdü. Onları bir insan olarak kabul etmez, bir eşya gibi değer biçer, alıp satarlardı. Arapların yanında kadının hiçbir sosyal hakkı yoktu. Onları şefkat ve merhametten yoksun kıldıkları gibi, mal ve mirastan da uzak tutarlardı. Peygamberimizin bütün insanlığı kuşatan şefkat ve merhameti kısa zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı. Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak o kadar yüceltti ki, "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tuttu. Kadınlara iyilik yapmanın, onlara şefkatli davranmanın, imanın bir alameti olduğunu beyan ederek bu meseleye büyük önem verdi. "Kim Allah'a ve ahiret gününe iman etmişse, komşusuna eziyet etmesin. Kadınlara da iyiliği tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri tarafı da üst tarafıdır. Onu doğrultmak istersen kırarsın. Olduğu gibi bıraktığın takdirde de daima eğri kalır. Bunun için, kadınlara her zaman iyiliği tavsiye edin" mealindeki hadis-i şerifle Peygamberimiz, kadınların hem maddi yapılarını, hem de ruhsal durumlarını ifade ederek, onlara anlayışlı davranmayı, kusur ve eğriliklerine tahammül edip sabır gösterilmesini tavsiye etti. Bir seferinde Hz. Enes'in büyükannesi Peygamberimizi yemeğe davet etti. Peygamberimiz de daveti kabul ederek evlerine gitti. Kadıncağızı sevindirmek için de ona namaz kıldırmak istedi. Kendisi imamlığa geçti, Hz. Enes, büyükannesi ve kölelerinin meydana getirdiği bir cemaate iki rekât namaz kıldırdı. Yola çıkıldığında kafilede kadınlar varsa Peygamberimiz onların rahat etmesi için her türlü tedbiri alırdı. Bir sefer esnasında Enceşe adında Habeşistanlı güzel sesli bir köle, vezinli ve kafiyeli şiirleri makamla söylüyordu. Böylece develer daha hızlı yürüyordu. Develerin hızlı bir şekilde yürümesi üzerine kadınların rahatsız olduğunu fark eden Peygamber Efendimiz Enceşe'yi ikaz etti: "Ey Enceşe, cam şişelerin hayvanlarını yavaş sür!" Kadınlar zayıf ve nazik oldukları için Peygamberimiz onları cama benzetmişti. Onların incinmesine, acı duymalarına gönlü razı olmuyordu. Peygamberimiz kendi hanımlarına da çok nazik davranır, hiçbir şekilde kalplerini kırmazdı. Başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere bütün hanımları, Peygamberimizin evde çok sakin, halim ve mütevazı olduğunu söyleyerek, onu her yönüyle mükemmel bir aile reisi, merhametli bir koca, şefkatli bir baba olarak anlatırlar. "Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olandır. Ben kadınlara iyi davranma bakımından sizin en hayırlınızım" buyuran Peygamberimiz, kadınlara anlayışlı davranmayı tavsiye etmektedir. Peygamberimiz ev işlerinde de hanımlarına yardımda bulunurdu. Koyunları sağması, ev süpürmesi, elbisesini ve ayakkabılarım tamir etmesi, deveyi yemlemesi, çocuklarla ilgilenip ihtiyaçlarını görmesi, hep onun bu merhamet ve şefkatinin neticesi değil midir?
Peygamberimizin çocuklara şefkat ve sevgisi
PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKATİNİN en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimizin çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı. Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimizin mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasıma alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selam verir, halini hatırım sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi. Çocuklarla o kadar iç içe olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu. Peygamberimiz özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi. Abdullah bin Mesud anlatıyor: "Peygamber Efendimiz namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına bindiler. Oradakiler karışmak isteyince, Peygamber Efendimiz onlara karışmamaları için işaret etti. Namaz bittikten sonra da kucağına aldı ve şöyle buyurdu: "Kim beni seviyorsa, bunların ikisini de sevsin." Enes bin Mâlik anlatıyor: "Bir defasında Peygamber Efendimiz secdedeyken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz secdeyi uzattı. Oradakiler sordu: 'Ya Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?' Peygamber Efendimiz buyurdular ki: 'Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim" Katâde anlatıyor: "Bir defasında Peygamberimiz, kızı Zeynep'ten olan torunu Amame kucağında olduğu halde yanımıza geldi. O şekilde namaza durdu. Rükûa varırken çocuğu yere bırakıyor, kalktığı zaman da kaldırıyordu." Bu hususta bir başka sahabi de şöyle anlatıyor: "Hz. Hasan ve Hüseyin sırtında olduğu halde Peygamber Efendimiz camiye geldi. Öne geçti, çocuğu sağ yanına bıraktı. Namaza durdu. Peygamberimiz secdeye vardı. Secdeyi o kadar uzattı ki, cemaat arasından başımı kaldırdım, baktım. Bir de ne göreyim? Peygamberimiz secdede, çocuk sırtına çıkmış duruyor. Tekrar döndüm, başımı secdeye koydum. Namaz bitince halk sordu: “Ya Resulullah, bu namazda öyle uzun öyle uzun bir secde yaptınız ki, şimdiye kadar sizden böyle bir şey görmedik. Bu şekilde hareket etmeniz mi emredildi, yoksa bir vahiy mi aldınız?” “Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Ancak oğlum sırtıma çıkmıştı, kendiliğinden ininceye kadar acele ettirmeyi uygun görmedim.” Peygamberimiz Mescitte namaz kıldırırken cemaatte çocuklu anneler de bulunurdu. Sahabilerin bu husustaki anlatımı şöyle: "Resulullah bize sabah namazını kıldırmıştı. Namazda iki kısa sûre okudu. Namaz bitince Ebu Said el-Hudrî sordu: 'Ya Resulallah bugün daha önce yapmadığınız bir şekilde namazı kısa kıldırdınız.” Peygamberimiz şöyle açıkladı: “Geride kadınlar safındaki çocuk sesini duymadın mı? Annesinin onunla ilgilenmesini temin edeyim dedim.” Çocuğa en çok annesi şefkat gösterir. Bir hadis-i şerifte annenin çocuğuna gösterdiği şefkatten dolayı büyük sevap kazanacağı müjdelenir. Olay şöyle gelişir: Bir gün fakir bir kadın iki kızı ile Hz. Aişe'yi ziyarete gelmişti. Hz. Âişe de evde onlara ikram için bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Aişe bu durumu Peygamberimize anlatınca, Peygamberimiz o kadına için şu müjdeyi verdi: "Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak, cehennemden kurtuluşa vesiledir." Peygamberimiz, çocuklara olan şefkatinde bir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği aynı sevgi ve merhameti, diğer sahabi çocuklarına da gösterirdi. Peygamberimizin hizmetçisi Hz. Zeyd'in oğlu Üsame anlatıyor: "Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim' diye dua ederdi." Bir Yahudi'nin çocuğu hastalanmıştı. Bunu duyan Peygamberimiz çocuğu ziyarete gitti. Ona Müslüman olması için telkinde bulundu. Çocuk, Müslüman olmak için babasından izin istedi. Babası müsaade etti ve çocuk Müslüman oldu. Peygamberimizin barış zamanındaki bu güzel davranışı savaş esnasında da devam ederdi. Savaş sırasında çocukların öldürülmemesini öğütler, onlara iyi davranılmasını tembih ederdi. Bir savaş esnasında birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Peygamberimiz bu hadiseye çok üzüldü. Sahabiler, "Ya Resulallah, onlar müşrik çocuklarıdır, niçin üzülüyorsunuz?" diye sordular. Peygamberimiz, "Onlar doğdukları gibi duruyorlar. Sakın çocukları öldürmeyin, aman çocukları katletmeyin. Her can ilk yaratılışta tertemizdir” buyurarak konuya dikkatlerini çekti. Peygamberimizin eşsiz şefkatini kız çocukları üzerinde de görmekteyiz. İslam'dan önce kız çocuklarının Arapların gözünde hiçbir değeri yoktu. Kız babası olmayı bir ayıp olarak görürlerdi. "Falan adamın damadı demesinler" diye kızlarım evlendirmek istemez, diri diri toprağa gömerlerdi. Bu vahşeti de atadan, babadan kalma bir âdet olarak görür, uygularlardı. İşte Peygamberimiz bu zavallı masumların böyle acımasızca öldürülmelerini büyük bir cinayet olarak görüyor, bu kötü âdetin bir an önce kaldırılması için mücadele ediyordu. Kendisi kızların babası olmakla iftihar ettiği gibi, üç, iki veya bir kızı olup da onları büyütüp yetiştirenleri, İslamî bir eğitim verenleri cennetle müjdeliyordu. Peygamberimiz, huzuruna bir kız çocuğu gelirse ona yakın ilgi gösterirdi. Halid bin Said, Peygamberimizi ziyarete geldiğinde yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için, Peygamberimiz ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Çocuk kalktı, Peygamberimizin sırtında bulunan peygamberlik mührüyle oynadı. Babası yanına çekmek istedi, fakat Peygamberimiz çocuğun kalbinin kırılmaması için babasına engel oldu. Bir seferinde Peygamberimizin eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi. Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimizin huzuruna götürür, der ki: "Ya Resulallah, şu kızım için Allah'a bereketle dua eder misiniz?" Peygamber Efendimiz Cemre'yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle dua buyurdu. • • • Çocuklarına sevgi ve şefkat gösterenlerin mükâfatı daha dünyadayken veriliyordu. Onlar hem çocuk sevme gibi bir lezzeti tadıyorlar, hem de Allah'ın rahmet ve sevgisini kazanıyorlar. Ebu Hüreyre anlatıyor: "Adamın biri Peygamber Efendimizin huzuruna geldi. Yanında da bir erkek çocuğu vardı. Adam ikide bir çocuğu kucağına alıyor ve seviyordu. Peygamber Efendimiz sordu: 'Bu çocuğa şefkat gösteriyor musun?' 'Evet, ya Resulallah.' 'Sen buna nasıl şefkat gösteriyorsan, Allah da senin şefkatinden daha çok şefkat eder.'" Erkek ve kız çocuklan arasında ayırım yapanları Peygamberimiz hiç hoş görmezdi. Bu şekilde bir davranış sergileyenleri uyarır, hatalarım düzeltmelerini sağlardı. Onun gözünde çocuğun erkeği kızı yoktu. İkisi de şefkate ve sevgiye muhtaçtı. Enes bin Mâlik anlatıyor: "Peygamberimizin yanında bir adam oturuyordu. Bir ara adamın erkek çocuğu geldi. Adam çocuğu aldı dizlerine oturttu. Az sonra bir de kız çocuğu geldi. Onu da yanına oturttu. Peygamber Efendimiz adama sordu: 'Niçin ikisini bir tutmadın?'" • • • Peygamberimiz çocuklar arasında sevgide eşit davranılmasını istediği gibi, bağış, hediye, ikram ve hibe konularında da eşit davranılmasını isterdi. Numan bin Beşîr anlatıyor: "Babam malından bir şeyler hibe etmişti. Annem, 'Bu hibeye Peygamberimizi şahit tutmazsan kabul etmem' dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahitlik yapması için babam beni alarak Peygamberimize gittik. Durumu öğrenen Peygamberimiz: 'Başka çocukların var mı?' diye sordu. Babam, 'Evet, var' dedi. 'Bütün çocuklarına aynı şekilde hibede bulundun mu?' Babam, 'Hayır' dedi. ‘Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında eşit davranın.’ Hz. Aişe (r.a.)'nin anlattığına göre, bir defasında bedevilerden bir grup Rasûlullâh (s.a.s) huzuruna gelmişlerdi. Bunlar bir münasebetle: "Sizler çocuklarınızı öper sever misiniz?" dediler. Sahâbiler: "Evet" cevabını verdiler. Bedeviler: "Fakat Allahya yemin ederiz ki, bizler öpüp okşamayız" dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.): " Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?" buyurdu. Hz. Enes (r.a.) diyor ki: “Rasûlullâh (s.a.s.) biz çocukların arasına karışır ve (güleryüzle bize şaka yapar)dı. "Çocukları hakkıyla sevmeyi onlarla ilgilenmeyi, onları çeşitli tehlikeler karşısında korumayı cehennemden kurtuluşa vesile sayan” Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in çoluk çocuğuna düşkünlüğünü Enes b. Mâlik (r.a) şöyle nakleder: "Ben Rasûlullâh (s. a. s.) kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhameti olan hiçbir kimse görmedim. Hz Peygamber (s.a.s) oğlu İbrahim, Medine’nin yüksek taraflarındaki köylerin birinde süt annesinin yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) –bizde beraberinde olduğumuz halde-onun yanına giderdi. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s) o eve girmişti ki, ev o sırada duman içindeydi. Peygamberimiz (s.a.s) İbrahim’i kucağına alır, onu öper, sonra da geri dönerdi.” Peygamber Efendimiz (s.a.s.) özellikle yetim ve yoksul çocuklarla yakından ilgilenir, kız çocukları arasında hizmetçi ve işçi gibi çalışmak mecburiyetinde kalanlara da merhametle davranır, onların her istediğini dinler, her ihtiyacını gidermeye çalışırdı. Nakledeceğimiz şu hâdise bu açıdan enteresandır: Hz. Muhammed (s.a.s) cebinde on lirası (on dirhem) vardı. Dört lirasına elbiseciden bir gömlek aldı. Dışarıya çıkınca yoksul bir Medineli: "Ey Allah'ın Rasûlu, o gömleğe çok ihtiyacım var; onu bana verir misin?" dedi. Peygamberimiz (s.a.s) gömleği yoksula verdi. Elbiseci dükkânına tekrar girdi, geri kalan paranın dört lirasına kendisi için bir gömlek satın aldı. Dışarıya çıkınca küçük bir kızın ağladığını gördü. Hemen yaklaşıp sebebini sordu. Bir evde hizmetçilik yapan bu küçük kız: "Ev sahibim bana un almak için iki lira vermişti, onu kaybettim, onun için ağlıyorum" dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) son kalan iki lirayı da bu kızcağıza verdi. Fakat küçük kız ağlamaya devam ediyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) tekrar sordu: 'Kaybettiğin iki liraya yeniden kavuştun, hâlâ niçin ağlıyorsun?" Kız: 'Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum!" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.), küçük kızın elinden tuttu: "Korkma yavrum, gel benimle!" dedi. Onu eve kadar götürdü, önce selâm verdi. Ancak üçüncü selâmında kapı açıldı. Peygamberimiz: 'İlk selâmımı duymadınız mı?" deyince "Duyduk ama selâmınızın artmasını ve sesinizi daha çok duymayı arzu ettik. Sana canımız feda ey Allah'ın Rasûlü, buraya kadar niye zahmet ettiniz?" dediler. Peygamberimiz (s.a.s.): "Şu kızcağız geç kaldım diye dövülmekten korkuyordu da bunu size kadar getirdim." cevabını verdi. Ev sahibi: "Ey Allah'ın Rasülü, sizin evimize gelmenize sebep olduğu için bu hizmetçi kızı (cariyeyi) âzad ediyorum. Artık hürdür" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah'ın bana verdiği on lira ne kadar bereketli imiş! Allah onunla Peygamberine ve Medineli bir yoksula birer gömlek giydirdi, bir kız çocuğunu da sevindirdi, hürriyetinin bağışlanmasına vesile oldu! Şüphesiz bize sonsuz gücüyle rızık veren O'dur.”
Peygamberimizin yetimlere şefkati
PEYGAMBERİMİZİN YETİM ÇOCUKLARA apayrı bir şefkati vardı. Onlara çok müşfik davranırdı. Kendisi de yetim olarak büyüdüğü için, yetimliğin ne kadar acı ve zor olduğunu biliyordu. Yetimlere olan merhametinden dolayı, devamlı olarak onları korur, haksızlığa uğradıkları zaman haklarım arardı. Ebu Cehil, bir yetimin vasisiydi. Çocuğun bütün malı yanındaydı, fakat ona koklatmıyordu. Bir gün çocuk aç ve çıplak olarak geldi, malından bir şey istedi. Ebu Cehil, azarlayarak yanından kovdu. Sonra da Kureyş'in ileri gelenleri çocukla alay ederek, "Muhammed'e git de, sana yardımcı olsun" dediler. Onların bu kötü niyetini anlamayan saf ve masum çocuk doğruca Peygamberimize gitti. Halini arz etti. Peygamberimiz çocuğu yanına alarak Ebu Cehil'in bulunduğu yere geldi. Yetimin hakkını vermesini söyledi. Peygamberimizi karşısında gören Ebu Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malını iade etti. Ebu Cehil'in bu uysallığını gören müşrikler, "Sen de sapıttın, Muhammed gibi çocuklaştın" diye onu küçümsediler. Ebu Cehil tuhaf bir haldeydi. Onlara şöyle dedi. “Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı.” Peygamberimiz bir bayram namazından sonra mescitten çıktığında, çocukların neşe ve sevinç içinde oynadıklarını gördü. Bir duvarın dibinde de perişan kılıklı ve mahzun bir çocuk ağlayıp duruyordu. Dikkatini çekti. Doğru onun yanma vardı. "Yavrum, neyin var, niçin böyle üzgün duruyorsun? Arkadaşlarınla birlikte niçin oynamıyorsun?" Çocuk bir yetimdi. Babası Uhud'da şehit olmuştu. Annesi de başka biriyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştı. Resul-i Ekrem Efendimiz çocuğun elinden tuttu. Başını okşadı, gönlünü aldı. Sevindirici bir haber verdi: "Neden ağlıyorsun? Ben baban, Âişe annen, Fatıma kardeşin olsun, istemez misin? Çocuk sevincinden uçacak gibiydi. Heyecanla, "Nasıl razı olmam, Ya Resulallah?" diyebildi. Peygamberimiz ismini sordu: "Buceyr" dedi. "Hayır. Senin ismin Beşir olsun" buyurdu. Peygamberimiz çocuğu aldı, evine götürdü. Yedirip içirdi, üstünü başını giydirdi. Karnı tok, sırtı pek olan çocuk bir süre sonra oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıktı. Anne Sevgisi
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.) annesi Amine Hatun'u, altı yaşında küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Ancak, şayet annesi sağ olsaydı ömrü boyunca ona göstereceği sevgi ve saygının ne kadar samimî ve içten olacağını tahmin etmek zor değildir. Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde anne ve baba haklarıyla ilgili emir ve tavsiyeler, Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, yaşlandığında şayet yanında olsaydı ebeveynine nasıl davranacağı hakkında bize ipucu vermektedir. Önce Kur'ân ve hadislerden konu ile alâkalı birkaç misâl nakledelim. Cenab-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve eliniz altında bulunan kimselere iyilik edin." (Nisa,4/36) " Biz insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir..." (Lokman, 31/14) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır." (Tirmizi, birr ve sıla, 3) 'Büyük günahların en büyüğü Allah'a ortak koşmak ve anne-babaya karşı gelmektir." (Tirmizi, birr ve sıla, 4) Ümmü Eymen Bereke (r.a.)yı da burada rahmetle analım. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), uzun süre kendisine hizmet eden bu hanımı çok sever sayardı. Peygamberimiz (s.a.s.) bu hanıma o kadar hürmet ederdi ki; "Sen benim ikinci annem sayılırsın" derdi. Bu ifade, Peygamberimiz (s.a.s.) dadısı Ümmü Eymen'i annesi kadar sevdiğini, onu kendisine ve kendisini ona annesi kadar yakın hissettiğini belirtmesi bakımından enteresandır. Ümmü Eymen'in cariye statüsünde yetişmiş bir kadın olduğu dikkate alınırsa Peygamberimiz (s.a.s)’in ona "Annem" diye hitab etmesinin mânâ ve önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü câhiliye çağı Araplarında cariyeler her çeşit insanî ve tabiî haklarından mahrum idiler. İşte böyle bir vasatta da Hz. Peygamber (s.a.s.), Ümmü Eymen'i anne mevkiine yükseltiyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) küçükken kendisine hizmeti geçen diğer kadınlara olduğu gibi, Fatma Hatun'a da ömrü boyunca iyi davranmış, hürmette kusur etmemişti. Bu cümleden olarak onu sık sık ziyaret eder, hatırını sorardı. Fatma Hatun öldüğünde Hz. Peygamber (s.a.s.) "Annem öldü" ifadesini kullanmış, gömleğini kefen olarak vermiş ve kabre eliyle indirmişti. Çevresindekiler, Fatma Hatun’un ölümü karşısında Peygamberimiz (s.a.s)’in gösterdiği sıcak alâkanın sebebini sorduklarında şöyle cevap verdi: "Ebu Talih'ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan hiç bir kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen olarak verdim. Kabre ısınması, alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım." Peygamberimiz (s.a.s) süt annesi Halime Hatun, bir defasında Mekke'ye gelmiş ve Peygamber Efendimiz (s.a.s) 'Yaman bir kıtlık geçirmekte olduklarını, kuraklıktan hayvanların kırıldığını..." söylemişti. Bu sırada Hz. Hatice (r.a) ile evli olan ve henüz Mekke'de bulunan Peygamberimiz (s.a.s) Halime Hatun'a kırk koyun ile, binip gitmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve vermişti. Yine bir gün sütannesi Halime, Peygamberimiz (s.a.s.) huzuruna gelmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) hemen ayağa kalktı: "Anneciğim! Anneciğim!" diye hürmet ve muhabbet gösterdi, abasını sererek üzerine oturttu. Bu tarihî hakikatleri sıraladıktan sonra rahatlıkla ifade edebiliriz ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) anne sevgisi çok kuvvetli idi. Annesi Amine Hatun'un kabrini ziyaret etmesi, teessüründen gözyaşı dökmesi; büyüdüğünde -vaktiyle kendisine çok az bir süre de olsa süt emziren- Süveybe'ye çeşitli yardımlarda bulunması, süt annesi Halime'ye rastladıkça "Anneciğim, anneciğimi" diye hitap etmesi ve eksikliklerini gidererek yardımda bulunması; öz annesinin yokluğunu hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösteren Ümmü Eymen'e: "Sen benim ikinci annem sayılırsın.n diyerek teşekkür etmesi, keza uzun bir süre sofrasında yemek yediği amcasının eşi yengesi Fatma Hatun için "O benim annemdi!" demesi, Peygamberimiz (s.a.s.)de anne sevgisinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir. Böylece Müslümanlar her konuda olduğu gibi anneye sevgi ve saygı konusunda da en güzel örnekleri Hz. Muhammed (s.a.s.) şahsında görmektedirler.
Peygamberimizin hayvanlara merhameti
ÂLEMLERE RAHMET OLARAK gönderilen ve bir merhamet denizi olan Sevgili Peygamberimizin şefkat ve merhameti sadece insanlara mahsus değildi. Hayvanları da kapsıyordu. Çünkü onlar da can ve ruh taşıyordu. Peygamberimiz, Cahiliye Arapların bu konudaki çirkin âdetlerini de kökünden kazıdı. Hayvanların da merhamete muhtaç olduklarım öğretti. Araplar, hayvanlara çok kötü ve merhametsizce hareket ederlerdi. Canlı hayvanları ok atışlarında hedef dikerler, kendi hayvanlarını diğerlerinden ayırmak için kulak ve kuyruklarını keserler, hatta dağlarlardı. Çölde acıktıkları zaman canlı devenin hörgücünü yarıp bir parça yağ çıkararak pişirip yerler, susadıkları zaman da hayvanın damarını keser, bir miktar kan alırlar, tekrar dikerlerdi. Peygamberimiz hayvanlara fazla yük vurulduğunu, aç ve susuz bırakıldıklarını veya bünye ve yaratılışlarına aykırı bir işte kullanıldıklarını görünce, bunu yapmamalarını söylerdi. Peygamberimiz insanlarla konuştuğu gibi, aynı şekilde hayvanların dilini de anlardı. Onlarla konuşur, dertlerini ve şikâyetlerini dinlerdi. Çünkü hayvanlar Peygamberimizi tanırlardı. Temim ed-Dârî anlatıyor: "Peygamberimizle birlikte oturuyorduk. O sırada bir deve koşarak geldi. Peygamberimize yaklaştı. Başı ucunda durdu. Bunu gören Peygamberimiz: 'Ey deve sakin ol. Doğru söyle, doğru söylersen senin yararınadır, yalan söylersen zararına olur. Hem de Allah bize sığınanı güvende kıldı, artık sen güven altındasın. Bize sığınan mahrum kalmaz' buyurdu. Biz, 'Ya Resulallah, bu deve ne diyor?' dedik. 'Sahipleri onu kesip etini yemek istemişler. O da kaçmış, Peygamberinize sığındı' buyurdu. Biz bunları konuşurken devenin sahipleri koşarak geldiler. Deve onları görünce tekrar Peygamberimizin yanına sokuldu. Korunmasını istedi. Bunun üzerine adamlar: 'Ya Resulallah, bu bizim devemizdir. Üç gün önce kaçtı. Onu arıyorduk. Sonunda yanınızda bulduk' dediler. Peygamberimiz, 'Ama o sizden çok fena şikâyet ediyor' deyince: ‘Ne diyor, ya Resulallah?' diye sordular. 'O yanınızda güven içinde büyümüş, gelişmiş. Üzerinde yıllar boyu yaz aylarında otlu ağaçlı ülkelere, kış aylarında sıcak memleketlere yük taşımışsınız. Büyüdükten sonra ondan yavru almak istemişsiniz. Allah ondan size bir sürü deve nasip etmiş. Bolluk senesi gelince onu kesip etini yemek istediniz değil mi?' 'Doğru ya Resulallah. Vallahi böyle oldu' dediler. Peygamberimiz, 'Sahiplerine bu şekilde güzelce hizmet verenin mükâfatı bu mudur?' deyince; 'Ya Resulallah, onu gerçekten kesmeyeceğiz' dediler. Peygamberimiz, 'Yalan söylediniz. O size sığındı, yardım istedi, kabul etmediniz. Ben ise sizden daha merhametliyim. Allah münafıkların kalbinden merhameti çıkarmış, müminlerin kalbine koymuştur' buyurdu ve deveyi onlardan yüz dirheme satın aldı, sonra da deveye döndü: 'Ey deve, haydi git, Allah rızası için serbestsin, sana kimse dokunamaz' buyurdu. Deve, Peygamberimizin başının üzerine eğildi ve dua eder gibi yaptı. Peygamberimiz de; 'Âmin' dedi. Deve tekrar dua etti. Peygamberimiz yine: 'Âmin' dedi. Sonra tekrar dua etti. Peygamberimiz yine: 'Âmin' dedi. Dördüncü kez dua edince Peygamberimiz ağladı. 'Ya Resulallah, bu deve ne diyor?' diye sorduk. Peygamberimiz şöyle buyurdu: 'Ey Peygamber, Allah İslam'dan ve Kur'an'dan size hayırlar versin' dedi. 'Âmin' dedim. Sonra 'Siz beni rahat ve huzura kavuşturduğunuz gibi, Allah da kıyamet gününde ümmetini korkudan kurtarsın, rahat ve huzura kavuştursun' dedi. 'Âmin' dedim. Daha sonra, 'Allah ümmetinin kanını düşmanlarından korusun' dedi, 'Âmin' dedim. Daha sonra da, 'Allah ümmetinin helak oluşunu aralarında fitne fesat çıkararak birbirine silah çekmede kılmasın' deyince ağladım. Çünkü ilk isteklerini ben de Allah'tan istedim, Allah isteklerimi kabul etti, onları bana verdi. Son istediğini ise vermedi. Cebrail, Allah'tan ümmetimin birbirlerine silah çekerek helak olacağı haberini getirdi. Olacakları kalem böyle yazmış. Allah'ın takdiri değişmez.'" Peygamberimiz, hayvanların aç susuz bırakılmasına hiç razı olmazdı. Bir gün açlıktan karnı sırtına geçmiş bir deve gördü. Sahibini bulup ikaz etti: “Hayvanlarınız hususunda Allah’ın sizi azaba çarptıracağından korkunuz.” Hayvanlara acıyıp, şefkat gösterildiği takdirde sevaplı bir iş yapılmış olduğunu da belirten Peygamberimiz şöyle buyururlar: "Kesilecek hayvan bile olsa, merhamet edene, kıyamet gününde Allah rahmet eder." Canlılara gösterilen şefkat ve merhametin neticesinde Cenab-ı Hakk'ın bağışlayacağına dair bir hadis-i şerifi de Hz. Ebu Hüreyre'nin rivayetinden öğrenmekteyiz: "Adamın biri yolculuk esnasında şiddetli bir şekilde susadı. Sonunda bir kuyuya rastladı ve oraya vardı. Su içtikten sonra kuyudan çıktı. Bir de gördü ki, susuzluktan dilini çıkararak soluyan bir köpek rutubetli toprak yiyor. Bunu gören adam, 'Beni kıvrandıran susuzluğun aynısı bu köpeğe de isabet etti' dedi. Sonra kuyuya inip ayakkabısına su doldurdu, getirip köpeğe verdi. Bundan dolayı Allah onun amelini kabul etti ve affetti buyurdu." Keyfi olarak hayvanlara, bilhassa kuşlara yapılan eziyetleri Peygamberimiz hiç hoş karşılamaz, onların hakkına dikkat edilmesini isterdi. Bir sefer esnasında sahabiler bir kaya kuşu gördüler. Yarımda iki de yavrusu bulunuyordu. Birisi gidip yavrularını aldı. Anne kuş gelip başlarının üstünde çırpınarak uçmaya başladı. Peygamberimiz bunu görünce, "Yavrularını alarak bu hayvanın canını kim acıttı? Yavrularını yerine koyun" buyurdu. Bir kasap koyunlarından birini kesecekti. Ancak ağılın kapısını açar açmaz koyun elinden kaçıverdi. Resulullah'ın bulunduğu yere kadar gitti. Kasap da yakalamak için peşinden koşuyordu. Koyunu yakaladı, ayağından tuttu, sürükleyerek götürmeye başladı. Durumu gözetleyen Peygamberimiz koyuna: "Allah'ın emrine razı ol, sabret" derken, kasabı da uyardı: "Sen de ey kasap, koyunu incitmeden götür."
Peygamberimizin affı ve bağışlaması
PEYGAMBER EFENDİMİZİN güzel ahlakından birisi de affedici ve bağışlayıcı olmasıdır. Peygamberimiz kendi yakınlarına ve sahabelerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur. Hz. Aişe validemizin de buyurduğu gibi, Peygamberimiz yaratılışı icabı, kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez; affeder ve intikam almaya da yanaşmazdı. Bu üstün vasıflardır ki, düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, ebedi kurtuluşlarına vesile olmuştur. "Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden de yüz çevir." (Âraf Sûresi, 199.) Peygamberimizin Mekke'yi fethe çıkan ordusunun şehre yaklaştığını öğrenen Mekke müşriklerinin içini bir korku sardı. Mekke'nin eski reisi Ebu Süfyan yanma iki kişi daha alarak ordu hakkında bilgi edinmek istedi. Ancak yolda giderken Müslüman askerleri tarafından yakalandı. Peygamberimizin amcası Hz. Abbas ellerinden alarak onu Peygamberimizin huzuruna getirdi. Ebu Süfyan, Hicret'ten önce Peygamberimize Mekke'de bulunduğu süre içinde her türlü işkence ve eziyeti yapmaktan geri kalmamıştı. Medine'ye hicretinden sonra da onu rahat bırakmadı. Peygamberimize karşı yapılan bütün düşmanca hareketlerinde o bulunuyordu. Kureyş'in başına geçerek müşrikleri devamlı Müslümanların aleyhine geçiriyor, ordu kurarak savaşa hazırlıyordu. Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunda başkumandandı. Bu savaşlarda pek çok Müslüman'ın kanını dökmüştü. İşte böyle bir müşrik reisi Peygamberimizin karargâhına getirildi. Bir gece bekledikten sonra da İslam'ı kabul etti. Peygamberimiz kendisine yaraşan büyüklüğü gösterdi. Onu affetti. Bununla da kalmayarak, ona bazı imtiyazlar verdi. "Ebu Süfyan'ın evine kim girerse güvendedir" dedi. Peygamberimizin affı sayesinde baş düşman, dostlar sınıfına geçti. Peygamber ordusu Mekke'ye girince, İslam safına giren pek çok insan bulunuyordu. Ebu Süfyan'ın hanımı Hind de Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimizin huzuruna geldi. Müslüman olarak affını diledi. Peygamberimiz onu tanımıştı. Fakat belli etmedi. Yaptıklarını hiç yüzüne vurmadan affetti. O Hind ki, Uhud Savaşı'nda Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp şarkı söyleyerek müşrikleri savaşa kızıştıranların başında geliyordu. Peygamberimizin sevgili amcası Hz. Hamza şehit düşünce, onu parça parça etmiş, kin ve ihtirasını yenemeyerek ciğerini çıkarıp dişlemişti. Bu hali gören Peygamberimizin içi parçalanmıştı. Fakat onun affı her zaman üstün geldi. En azılı can düşmanım bile, iman ettiği için affetti. Bu esnada nefreti sevgiye dönüşen Hind, "Bugün senin meclisinden daha sevimli bir meclis görmüyorum" diyerek takdirini gizleyememişti. Hz. Hamza'nm katili Vahşi de Mekke'den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlendi. Fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda birisi kendisine "Sen kendin için en güvenli yeri ancak onun yanında bulabilirsin; git, Resulullah'tan af dile" dedi. Vahşi çekinerek ve sıkılarak Resulullah’ın huzuruna girdi. Peygamberimiz Vahşi'yi görür görmez başını yere eğdi. Ona bakamıyordu. O anda amcasını hatırlamıştı. Hz. Hamza'nın al kanlar içinde bulunan başı gözünün önüne geldi. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Katil, karşısındaydı. Kısas yapabilirdi. Kimse de bir şey diyemezdi. Fakat o yine büyüklük göstererek Vahşi'yi affetti. Fakat bir daha gözüne görünmemesini söyledi. Çünkü her gördükçe gözünün önüne Hz. Hamza geliyor, içi yanıyordu. Ebu Cehil ve oğlu İkrime, Peygamberimizi her seferinde sıkıntıya sokan, ona eziyet vermek için elinden geleni yapan iki din düşmanıydı. Ebu Cehil, Peygamberimiz Kâbe'de namaz kılarken üzerine deve işkembesi atan, arkasına geçip hücum ederek abasıyla boğmak isteyen, Peygamberimizi öldürmek için tuzaklar kuran, Müslümanlardan gelen bütün barış tekliflerini reddederek Bedir Savaşını körükleyen azılı bir düşmandı. Oğlu İkrime de babasıyla birlikte hareket ediyor, Peygamberimize düşmanlıkta önde gidiyordu. İslam ordusu Mekke'ye girince İkrime korkusundan Yemen'e kaçtı. Fakat hanımı Müslüman olmuştu. Peygamberimizin büyüklüğünü tanıyor, bağışladığı insanları yakından görüyordu. Kölesini yanına alarak kocasının peşine düştü. Yemen'de buldu. Peygamberimizden kendisini affedeceği hususunda teminat aldığını söyledi. Medine'ye geldiler. Peygamberimiz İkrime'nin geldiğini duyunca onu karşılamak için çıktı. Öyle acele etti ki, sırtından hırkası bile yere düşmüştü. Onu güler yüzle karşıladı. "Merhaba ey süvari muhacir" diyerek kucakladı ve iltifatta bulundu. İkrime, Peygamberimize yaptıklarından dolayı mahcuptu. Fakat rahmet Peygamberi, Müslüman olan İkrime'ye şöyle dua etti: "Allah'ım, İkrime'nin bana yaptığı bütün kötülükleri, Sen'in nurunu söndürmek için attığı her adımı affet. Yüzüme karşı ve gıyabımda söylediği sözleri de affet." Peygamberimizin affı en azılı bir düşmanını bile kuşatmıştı.
Peygamberimizin ahde vefası
AHDE VEFA, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. İnsanın önemli karakterlerinden, kişiliğini oluşturan değerlerden biri de vefalı oluşudur. Yapılan sözleşmeye dikkat etmek, ahde vefanın bir başka çeşididir. Peygamberimiz verdiği sözde duran, yaptığı anlaşmaya bağlı kalan en büyük insandır. Bu hususta dostunu da, düşmanım da ayırt etmemiştir. Dostuna verdiği bir sözde durup, onu yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmış, her ne pahasına olursa olsun, aykırı hareket etmemiştir. Peygamberliğinden önce ticarî hususta bir dostuna verdiği Peygamberliğinden önce ticarî hususta bir dostuna verdiği sözü tutmak için üç gün beklediği meşhurdur. O adam unutup gelmediği halde, "Nasıl olsa artık gelmez" diyerek çekip gitmemiştir. Verdiği sözde durmanın en müstesna örneğini vermiştir. Peygamberimizin vefası aile içinde de açıkça yaşanıyordu. Hz. Aişe anlatıyor: "Yaşlı bir kadın Resulullah'ın ziyaretine gelmişti. Şöyle konuştular: 'Sen kimsin?' 'Müzeyne'den Cüsame.' 'Sen Hasene misin? Nasılsın, ne haldesin, bizi görmeyeli ne yapıyorsun?' 'Anam babam size feda olsun, iyiyiz.' Kadın çıkınca sordum: 'Ya Resulallah, bu kadına çok alaka gösterdiniz, sebebi ne idi?' 'Hatice hayattayken bize gelir, giderdi. Ya Âişe, ahde vefa imandandır" Peygamberimiz en sıkışık ve en zor şartlar altında bulunsa dahi, verilen sözde durmayı, netice kendisinin aleyhine de olsa hiçbir surette vefasızlık göstermemeyi tavsiye etmiştir. Bedir Savaşı için hazırlıklar yapılıp İslam ordusu Medine'den ayrıldığı sırada Huzeyfe el-Yemâni ile babası Huzeyl, Peygamberimizle birlikte çarpışmak üzere yola çıkmışlardı. Müşrikler, baba-oğulu yolda görerek sorguya çektiler: "Siz herhalde Muhammed'in yarana gitmek istiyorsunuz” "Evet, bizim bundan başka bir niyetimiz yoktur" dediler. Bunun üzerine müşrikler, onlardan Medine'ye dönmek, Peygamberimizle birlikte savaşta bulunmamak üzere söz aldılar. Bir müddet sonra Huzeyfe ile babası Bedir'de Peygamberimizin huzuruna gelerek mücahitlerle birlikte savaşmak istediklerini söylediler, müşriklerle aralarında geçen hadiseyi de anlattılar. Peygamberimiz, onların müşriklere verdikleri sözü öğrenince, insan gücüne o anda çok fazla ihtiyacı olmasına rağmen onlara şöyle dedi: "Hayır, siz Medine'ye dönün. Onlara verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz de müşriklere karşı Allah'tan yardım isteriz. Onun yardımı bize kâfidir." Müşrik de olsa verilen sözde durmayı daha uygun görmek, ahdini bozmamak, yapılan anlaşmaya bağlı kalmak ancak bir Peygamberin gösterebileceği bir meziyettir.
Müsahaması (Hoşgörüsü)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) müsamahakâr bir büyük gönle malikti. O'nun adı Cenâb-ı Allah tarafından "çok acıyan, çok şefkatli" manâsına gelen kelimelerle beraber yazıldı. Hz. Aişe (r.a) şöyle diyor: "Rasûlullâh (s.a.s.), çirkin söyler söylemezdi. Haya, terbiye ve nezakete aykırı hiç bir davranışta bulunmazdı. Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle konuşup gürültü çıkartmazdı, kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi; affeder, bağışlardı.” Yine Hz. Aişe (r.a) şöyle diyor: "Rasûlullâh (s.a.s.), iki şey arasında, muhayyer kılındı mı tercih edeceği şey, günah olmadığı müddetçe O muhakkak kolay olanını alırdı. Eğer günahı gerektiren bir şey olursa, kendisi ondan halkın en uzak bulunanı olurdu. Rasûlullâh (s.a.s.) Celil olan Allah'a karşı hürmetsizlik hâli olması müstesna, kendisi için kin tutup öc almamıştır.' Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle der: "Hz Peygamber (s.a.s.) fiil ve hareketlerinde taşkınlık yapacak seciyede değildi. Taşkınlık da yapmış değildir." Hz. Aişe (r.a) anlatır: 'Rasûlullâh (s.a.s.), Allah yolunda cihad etmesi hâli müstesna, hiçbir şeye; ne bir kadına, ne de bir hizmetçiye asla eliyle vurmamıştır. Hiçbir kimse O'ndan (söz ve davranış olarak) asla herhangi bir eziyet ve zararr görmemiştir. Yine Hz. Enes (r.a) şöyle nakleder: "Rasûlullâh (s.a.s.) ile giderken bir bedevi Hz Peygamber (s.a.s.)'in cübbesinden öylesine sert çekti ki, boynuna baktığımda tırmalandığını gördüm. Bedevi: “Ey Muhammed yanında bulunan Allah'ın malından bana bir miktar verilmesini emret!' dedi. Rasûlullâh (s.a.s.) döndü, güldü ve sonra ona bir şey verilmesini emretti. " Hz. Enes (r.a)'m naklettiğine göre Rasûl-i Ekrem Hazretleri (s.a.s.) “Bir kimsenin üzüleceği bir şeyi yüzüne karşı söyleme ve hiç bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı.”
Ağlayışı
Peygamberimiz (s.a.s.) göz pınarları merhamet ve şefkat yaşlarıyla dolu idi. Merhametli oluşunun tabiî neticesi olarak da bazı hâdiseler O'nu ağlatırdı. Yanık bir Kur'ân okunuşu, vecdle ibadet hâli, yoksul bir çocuğun ızdırabı, Müslümanların veya kendisinin küçük yaşta ölen çocukları, beklenmedik felâketler O'nu daima ağlatırdı. Ama O'nun ağlayışı feryâd-ü figân yani sızlanma ve şikâyet değildi. Şârih bu konuda şu açıklamayı getiriyor: "Peygamberimiz (s.a.s) demek istiyor ki: Ey Ummü Eymen Sen ölüye ağlıyorsun, halbuki ölü, durumundan memnundur. Durumundan memnun olana ağlanır mı?" Hz. Aişe (r.a) naklediyor. 'Peygamberimiz (s.a.s.)'in süt kardeşi Osman b. Maz’un Hazretleri ölmüştü. Peygamberimiz (s.a.s.) gelerek süt kardeşini iki gözü arasından öptü. Bu sırada gözlerinden yaşlar dökülüyordu.” Peygamberimiz kızı Ümmü Gülsüm ölmüştü. Cenazesi hazırlandı, toprağa verildikten sonra Peygamberimiz kabrin bir kenarına çekilmiş içten içten ağlıyordu. Peygamberimiz (s.as.)’in Mısırlı Mariye'den doğma bir oğlu vardı. Peygamberimiz (s.a.s.) onu çok sevmiş ve yaşadığı sürece babalık şefkatini göstermişti. Yavrucak yaklaşık 18 aylık olunca hastalandı. Hastalığı hızla ağırlaştı. Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.), oğlunu kucağına almış ve son defa bağrına basıp öpmüştü. Gözyaşlarını tutamayarak: "Allah'ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim!" demişti. Nihayet yavrucak, ruhunu teslim etmişti ki sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) gözleri yaşlı şöyle diyordu: "Göz yaşarır; kalb mahzun olur. Biz Allah'ın rızasına olmayan bir söz . Ey İbrahim! senin ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz" Bu, Allah'ın bir emri olmasaydı, vade dolmuş bulunmasaydı, sonra gelenler öncekilere kavuşmayacak olsaydı, senin ölümüne daha çok üzülürdük oğlum!" Gözyaşlarını gören ashâb, Peygamberimiz (s.a.s.)'e, bunun kendilerine yasaklanmış olduğunu hatırlatınca da şöyle buyurdu: "Ben üzülmeyi yasaklamış değilim, bağıra çağıra feryat ederek dövünerek ağlamayı yasakladım. Bende gördüğünüz gözyaşları, kalpteki sevgi ve acımanın eseridir..."
Peygamberimizin nezaketi
PEYGAMBERİMİZ, bir peygamber olması dolayısıyla her seviyeden insanla görüşüp konuşuyordu. Bunlar içinde devlet ve kabile reisleri, zengin ve soylu kimseler olduğu gibi, fakirler, zayıf ve kimsesizler, yetimler, kadınlar ve çocuklar da yer alıyordu. Bütün bu sosyal yapıları, yaşayış tarzları, yaşlan, başlan, huylan birbirinden ayn olan insanlarla ilişkisini, doğru, sağlıklı ve kalıcı bir biçimde sürdürüyordu. Bunun için, onlarla her alanda iyi diyalog kuruyor, nazik ve geniş kalpli davranıyordu. Zaten âlemlere rahmet olarak gönderilmesi bunu gerektirmiyor muydu? Hizmetinde bulunan yakın sahabelerinin anlattığına göre, Peygamberimiz insanların en naziği, en nezihi, en zarifi, en latifi en ince ruhlusu idi. Edep, terbiye ve görgü kuralları onun hayatında en güzel en ideal biçimde mevcuttu. Hz. Enes, Peygamberimizin eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor: "Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Resulullah ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Resulullah elini çekmezdi. Biriyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Resulullah o kimseden yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selam verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. Sahabilerine güzel unvanlar verirdi. Hz. Ali'ye 'Ebu Turab', bir başka sahabesine 'Ebu Hüreyre' gibi lakaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı. Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam ederdi. Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi. Medineli bir çocuk gelir, Resulullah'ın elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resulullah, gitmem demezdi. Resulullah birimize kızacak olsa, 'Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?' derdi. Resul-i Ekrem'e on sene hizmet ettim. Vallahi, bana 'Öf' bile demedi. Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, “Onlara da dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı” buyururdu. Resulullah birimize kızacak olsa, 'Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?' derdi. Resul-i Ekrem'e on sene hizmet ettim. Vallahi, bana 'Öf' bile demedi. Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, 'Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı' buyururdu.
Peygamberimizin adaleti
HAKKA YÖNELMEK, hakkı layık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, herkese eşit davranmak anlamlarına gele adalet sıfatı Peygamberimizde en mükemmel şekilde mevcuttu Peygamberimiz dünya işlerinden elini çekmiş, hayattan uza duran bir insan değildi. O, gençlik yıllarında Mekke'de buluna kabilelerle birlikte yaşıyor, peygamber olduktan sonra da çeşit kabile ve milletlerle iç içe bulunuyordu. Bu kabileler zaman o muş, boğaz boğaza gelmişler, kan dökmüşler, çarpışmışlar, savaşmışlardı. Bunların birini memnun eden bir hareket, öbürünü rahatsız ediyordu. İşte Peygamberimiz birbirine düşman kabileler arasında hak dini yayarken onların kalplerini kazanıyor, aralarında hak, adalet, insaf ve kardeşlik filizleri yeşertiyordu. Bu uğurda pek çok zorluklarla karşılaşıyordu. Fakat zerre kadar olsun, adalet ve insaftan ayrılmıyordu. Arapların nüfuzlu ve zengin olanları, toplum içinde kendilerine ayrı bir yer ayırır, başkalarına, özellikle kimsesiz ve fakir kimselere yaptıkları baskıların kendilerine yapılmasına dayanamazlardı. Mahzumilerden bir kadını hırsızlık etmişti. Kureyşliler şerefli bir kabileden olan bu kadının cezalandırılmasını istemiyorlardı. Üsâme bin Zeyd'i Peygamberimiz çok seviyordu. Onu kırmayacağım biliyorlardı. Üsame'yi araya koyarak, Peygamberimizin bu kadına ceza vermemesini ricacı için gönderdiler. Peygamberimiz, Hz. Üsame'ye şöyle buyurdu: "İsrailoğulları bu gibi taraf tutmaları yüzünden helak ol- rimizin bu kadına ceza vermemesini ricacı için gönderdiler. Peygamberimiz, Hz. Üsame'ye şöyle buyurdu: "İsrailoğulları bu gibi taraf tutmaları yüzünden helak oldular. Bunlar fakirlerine en şiddetli ceza verirken, nüfuzlu ve zengin olanlarına ceza vermezlerdi." Peygamberimiz, adaleti uygularken din farkı gözetmezdi. Hak sahibi bir Yahudi de olsa, Müslüman'dan hakkını alır, ona verirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) adaletli insandı. Kimsenin haksızlığa uğratılmasına göz yummazdı. Esasen, doğrulukla adalet birbirini tamamlayan iki güzel haslet olup, bunların her ikisi de Peygamberimiz ‘de (s.a.s.) kemal derecesinde idi. Gençliğinden beri herkes onu "emin; güvenilir” olarak biliyordu. : Ticaret arkadaşları onun hakkında "ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda hatır gönül dinlemezdi " derler. Hz. Peygamber (s.a.s) açıkça İslam’ı davete emrolunduğunda, Safa tepesinden Kureyşlilere: "Size şu dağın ardından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylesem inanır mısınız?" deyince; "Evet inanırız, çünkü sen hayatında asla yalan söylemedin.”cevabını veriyorlardı. İnkarcılar Mekke dönemi boyunca Peygamberimiz (s.a.s)’e "Şâir, mecnun, sihirbaz, büyücü" diyerek iftiralarla lekelemek istemişler, yabancılara onu böyle tanıtarak İslâm'ın yayılma hızını kesmek istemişler, fakat ona asla “yalancı, hâin" diyememişlerdir. Hatta Peygamberimiz (s.a.s.) mektubunu Şam'da alan Bizans İmparatorunun: "Daha önce bu adamın yalanına rastladınız mı?" sorusuna Peygamberimiz (s.a.s.) baş düşmanlarından olmasına rağmen Ebu Süfyan “Hayır, asla!" diye cevap vermek zorunda kalmıştır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) "Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!" talimatını vermiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de hayatı boyunca sırat-ı müstakimden ayrılmamıştır. Bir kere Mahzumilerden bir kadın hırsızlık etmişti. Yüksek bir aileye mensuptu. Bu yüzden Kureyşliler bu kadının ceza görmesine taraftar olmamışlar, Hz. Usâme’ yi de tavassut için Peygamberimiz göndermişlerdi. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) Hz. Üsâme'yi çok severdi işte bu esnada Rasûl-i Ekrem Hazretleri (s.a.s) şöyle buyurdu: "(Bugün medeniyetlerinden hiç bir eser kalmayan eski milletleri İsrailoğulları, bu gibi taraf tutmalar yükünden helak oldular.: Bunlar fakirler üzerine en şiddetli cezaları tatbik eder, nüfuzlu ve zengin olanları cezasız bırakırlardı... Şayet kızını Fâtıma aynı suçu işleseydi gereken cezayı ona da verirdim.”
Peygamberimizin Şecaati ve Cesareti
O, insanların en cesuru, en yüreklisi, en kahramanı ve en yiğidi idi. Gençliğinden itibaren hayatının bütün devrelerinde şecaat manasındaki cesaret, Peygamberimizde çok açık bir şekilde görülüyordu. Peygamberimiz ömrünün gençlik yıllarında da eşsiz cesaret ve kahramanlıklar göstererek yiğitliği ve gözünün pekliğiyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanmıştı. Çocuk denecek yaştaydı. Kavmi putlardan medet bekliyor, onlara tapıyorlardı. Peygamberimiz onların bu hareketini çok manasız buluyor, bazen putları küçük düşürücü ifadeler kullanıyordu. Onlara nefretini açıkça gösteriyordu. Peygamberimizin bu hali diğer Müslümanlara güzel bir örnek oldu. Onunla birlikte yüzlerce insan, davaları uğruna yurtlarını yuvalarım, mallarım mülklerini, çoluk çocuklarım bırakarak Medine yollarına düştüler, muhacir olarak yaşamayı göze aldılar. Hicret esnasında da gerek Peygamberimiz, gerekse Müslümanlar pek çok engellemeyle karşılaştılar, ama hiçbirine önem vermediler. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yumuşak huylu olduğu kadar cesurdu, yiğit ve kahramandı. Peygamberlik vazifesini ifa ederken karşılaştığı hâdiseler önündeki tavırlarında bu niteliği görmek mümkündür. Mekke döneminde İslâm'ı tebliğden alıkoymak için, O'na akla gelmedik engeller çıkarılmıştır. Fakat O, bunların hiçbirinden yılmamış, Allah'ına güvenerek çıktığı tebliğ yolunda kahramanca yürümüştür. O'nun sabrını, tahammülünü, cesaret ve kahramanlığını beşerî tehditler ve vaatler kaybettirememiştir. O, yoluna dikenler, sırtına deve işkembesi atıldığı zaman da, kendisine hükümdarlık zenginlik ve başkaca maddî imkânlar teklif olunduğu zaman da yolundan asla dönmemiş, azminde zerre kadar bir sarsılma meydana gelmemiştir. Allah için, İslâm için girdiği kavgalarda tam bir yiğit olarak görünmüştür. Nitekim Hz. AH (r.a) diyor ki: 1Savaşlarda Hy Peygamber (s.a.s.) kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmaydı. Birçok defalar savaş kızışıp başımız sıkıntıya gelince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e sığınırdık.” Hz. Enes (r.a) de: "Başımız dara düşünce Allah'ın Rasülü ile korunurduk." diyor. Hevazin muharebesinde, İslâm ordusu Huneyn geçidine geldiğinde düşman okçularının hücumuna uğramışta. İslâm askerlerinin bu anî saldırıdan korunmak üzere siper aradıkları bir sırada, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) sarsılmaz bir kaya gibi metanet göstermiş, savaş alanından bir adım bile gerilememiştir. Katırını düşmana doğru sürerek İslâm askerlerine "Nereye kaçıyorsunuz, ben Allah'ın Rasûlu'yum, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'im" diyerek ordusunu toparlamış ve zafere ulaşmayı başarmıştır. Nitekim bir görgü tanığı şöyle diyor: "Şehadet ederim ki Hz. Peygamber (s.a.s.) bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşî bir yangın gibi yayıldığı zaman, hepimiz Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in çevresine sığındık. O'nun yanında durmak en büyük cesaret sayılıyordu."
Tevazu (Alçak Gönüllülüğü) Hz. Ömer'(r.a)den rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Hristiyanların İsa hakkında Allah'ın oğlu dedikleri gibi, beni övgüde, aşırı gitmeyin.. Ben ancak Allah 'ın kuluyum. Siz de benim hakkımda Allah'ın kulu ve elçisi deyin.." Hz. Enes (r.a) nakleder: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.s.)e: "Ey Efendimiz ve Efendimizin oğlu!" diye hitap edince: "Böyle söylemeyin. Şeytan sizi heva ve hevese kaptırmasın. Ben sadece Abdullah'ın oğlu Muhammed ve Allah'ın Rasûluyüm." diye cevap verdi. Ev içindeki davranışları da onun ne kadar mütevazı olduğunu gösteriyor. Hz. Aişe'den, ev içinde Peygamberimiz (s.a.s.) davranışlarından sorulduğunda şu bilgiyi verdi: 'Peygamberimiz (s.a.s.) evine geldiğinde herhangi bir fevkadâdelik ve inziva göstermeden insanlardan herhangi biri gibi tevazu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur; koyunları eli ile sağar; ailelerine ev işlerinde gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider; bizzat alış veriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashâb-ı Kiram:’Müsaade buyurunuz da biz taşıyalım.' derlerse de: ‘Herkes kendi yükünü kendi taşısın’ buyururdu, pabuçlarını kendisi tamir ederdi." Hz. Câbir (r.a) diyor ki: "Ben hastalanmıştım. Hz. Peygamber (s.a.s.)yürüyerek evimi şereflendirdiler ve benim hâlimi hatırımı sordular.” Bir gün Ashâb-ı Kirâmdan Abdullah b. Yusr Yarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye şöyle dedi: "Arkadaş, titreme! Ben kral değilim, Kureyş'den kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.”
Tertipli Oluşu ve Estetiğe Verdiği Önem
Hz. Peygamber (s.a.s.) düzenli yaşamaya özen gösterir, Müslümanlara da her hususta düzenli olmalarını ısrarla tavsiye ederdi. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.s.f in huzuruna saçı-sakalı birbirine karışmış bir adam geldi. Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye saçını sakalını düzeltip gelmesini işaret etti, o da düzeltip geldi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu.” Birinizin, şeytan gibi saçı başı dağınık olmasından böylesi daha iyi değil mi?" O bir gün bir cenaze namazına (muhtemelen oğlu ibrahim'in cenazesine) gitti. Mevtayı toprağa verdiler, üstünü örttüler; fakat kabirde bir kazılış hatası vardı, bir taraf eğri görünüyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun hemen düzeltilmesini emretti. Orada bulunanlar: “Bu ölüyü rahatsız mı eder?" dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlara şu cevabı verdi: "Hayır, gerçekte böyle şeyler ölüyü ne sıkar, ne rahatlık verir, fakat bu, sağ olanların göçüne güzel görünmek içindir. “
Taşradan Gelen Misafirlere İlgisi
Mekke'nin fethi ve Hevazin zaferinden sonra, Arap Yarımadası'ndaki bütün kabilelerde İslâm'a girme temayülü belirdi. Çünkü Araplar öteden beri "Kabe'nin komşuları, koruyucuları, bakıcıları" diye Kureyş'e itibar gösteriyorlardı. Halbuki Kureyş, artık istiklâlini kaybetmiş, İslâm ordusu karşısında yenilgiye uğramış ve Mekke yönetimi Müslümanların eline geçmişti. Taif civarında da Hevazin ve diğer kabileler mağlup edilmişti. Medine'deki İslâm yönetimi de bu gelişmelere bağlı olarak güçlenmişti. İşte bundan sonra Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle, fevc fevc, akın akın Arap kabileleri İslâm'a girmek üzere harekete geçtiler. Gelen heyetlerle Medine dolup taşmaya başladı.
Peygamberimizin Şükrü Peygamberimiz, felaket ve musibetlere karşı sabrederken, bir lütuf ve nimete kavuştuğu zaman da şükrederdi. Zaten onun her hali şükür üzerineydi. Hiçbir meseleden dolayı şikâyet ettiği, insanlara dert yandığı görülmemişti. Çok ağır hastalıklara yakalandığında bile devamlı şükür içinde bulunurdu. Hz. Aişe anlatıyor: "Resulullah bir gün hastalandı. Yatağının içinde dönmeye başladı. Ben kendisine, 'Eğer bu hastalık içimizden birisine gelseydi, çok şikâyet ederdik' dedim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: 'Şunu unutma ki, müminler birtakım sıkıntılarla karşı karşıya gelirler. Ayağına bir diken batan veya bedenine bir ağrı giren müminin başına gelen bu sıkıntı dolayısıyla Allah bir günahım affeder ve ahiretteki makamım bir derece yükseltir/" Peygamberimiz en dayanılmaz musibetlere uğradığı gibi, en büyük ve ulvi nimetlere de kavuşmuştu. Cenab-ı Hak kendisini âlemlere rahmet olarak göndermiş, kâinatın efendisi yapmış, bütün peygamberlere sultan, evliyalara rehber, müminlere eşsiz bir örnek kılmıştır. Kendisine muhatap seçerek yüce kelamını ona vahyetmiş, kısa zamanda davasında başarılı kılarak düşmanlarına galip getirmiş, yaymaya çalıştığı hak dini dünyaya yayılmış, kıyamete kadar hükmünü geçerli kılmıştır. Bir gece sabaha kadar namaz kılmış, gözyaşı dökmüştü. Peygamberimizi bu halde gören aziz hanımı Hz. Âişe: "Ya Resulallah, niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz? Geçmiş ve gelecek günahlarınız affedilmedi mi?" deyince, Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Ya Âişe, Allah'a şükredici bir kul olmayayım mı?" Evet, o Allah'a gerçek manada şükreden yüce bir insandı. Sevinçli bir haber duyduğu zaman hemen şükür secdesine varır, Rabb'ine olan minnetini bildirirdi. Dünyada iken cennetle müjdelenen Hz. Abdurrahman bin Avf anlatıyor: "Bir seferinde Resulullah odasına doğru gitti ve içeri girer girmez kıbleye karşı dönüp secdeye vardı. Secdeyi o kadar uzattı ki, Allah secdede ruhunu aldı sandım. Hemen yanma yaklaşıp oturdum. Başını kaldırdı. 'Kimsin?' dedi. 'Abdurrahman' dedim. 'Ne var?' 'Ey Allah'ın Resulü, öyle bir secde yaptınız ki, Allah'ın secdede ruhunuzu almış olmasından korktum' dedim. Resul-i Ekrem şöyle konuştu: 'Cebrail bana gelerek Allah'ın şöyle buyurduğunu müjdeledi: 'Kim sana salat ve selam getirirse, Ben ona rahmet ederim.' Bunun üzerine ben de Allah'a şükür secdesinde bulundum.'" Peygamberimiz hasta veya sakat birisini görünce Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu sağlık için şükrünü dile getirmek üzere yine secdeye varırdı. Abdullah bin Ömer'in anlattığına göre, Peygamberimiz bir gün yatalak bir hastaya uğradı. Onun hâlini görünce hemen bineğinden indi, Allah için secde etti. Hz. Ebu Bekir uğradı, o da inip secde etti; Hz. Ömer de aynı şekilde secdeye vardı. Peygamberimizin mübarek dilinden "Elhamdülillah" zikri düşmezdi. Bu kelime tam manasıyla Allah'ın ihsan ettiği nimetlere şükrün bir ifadesiydi. Hz. Ali anlatıyor: "Resulullah yakınlarından birisini orduya katarak savaşa gönderdi. Şöyle dua etti: 'Allah'ım eğer onları sağ salim döndürürsen Sana layıkıyla şükretmek bana borç olsun' buyurdu. Çok geçmeden savaş bitti, onlar da sağ olarak döndüler. Resulullah, onları görünce, 'Allah'ım, nimetlerini bollaştırdığın için Sana hamd olsun' dedi. Bunun üzerine ben, 'Ya Resulallah, siz, eğer onları sağ salim döndürürse Allah'a layığı üzere şükretmek bana borç olsun, dememiş miydiniz?' dedim. Peygamberimiz 'Yapmadım mı?' buyurdu." "Allah'a hamdolsun" anlamına gelen "Elhamdülillah" kelimesi Allah'a şükrün tam bir ifadesi sayılıyordu. Peygamberimizin Ticaret Ahlakı
PEYGAMBERİMİZ toplumdan uzak yaşayan bir insan değildi. Herkes gibi o da alış veriş yapıyor, borç alıp veriyordu. Ticarî hayatı kontrol için ara sıra çarşıya pazara çıkıyor, insanlara adalet, insaf, hak hukuk dersi veriyor, birbirlerini aldatmamalarını, yalan yere yemin etmemelerini söylüyordu. Peygamberimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Onunla iş yapanlar çok memnun kalıyor, doğruluk ve dürüstlüğüne hayran oluyorlardı. Mekkeliler en kıymetli mallarını onun yanma emanet olarak bırakıyor, her alanda güven duyuyorlar; yalan, hile, aldatma gibi çirkin huyların zerresinin dahi bulunmadığını çok iyi biliyorlardı. Bir gün Peygamberimize Saîb adında bir Arap tüccar takdim dildi. Onu, Peygamberimize doğruluk ve dürüstlüğe dikkat den bir adam olarak tanıtıyorlardı. Peygamberimiz ise, "Ben onu sizden iyi tanıyorum" deyince, Saîb de Peygamberimiz hakkında şöyle bir iltifatta bulundu: "Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik. Bütün hesapları gayet mükemmeldi." Peygamberimizi tanımayanlar, ilk defa görenler bile onun yalan söylemeyen ve aldatmayan bir insan olduğu kanaatine varıyorlardı. Bir defasında Medine yakınlarında bir kervan konaklamıştı. Peygamberimiz oradan geçerken kırmızı bir deve gördü. Fiyatını sordu. İstenilen fiyatı pazarlıksız kabul etti ve deveyi alıp götürdü. Fakat parasını vermemişti. Kervanda bulunanlardan bazıları söylenmeye başladılar. Parasını peşin olarak almadıkları için, sattıklarına pişman olmuşlardı. Fakat içlerinden bir kadın: "Üzülmeyin, biz bu civarda onun kadar güzel yüzlü, temiz ahlaklı bir adam görmedik. Böyle birisi yalan söylemez ve bizi aldatmaz" deyince, hazır bulunanlar sustular. Akşam olmuştu. Peygamberimiz devenin parasıyla birlikte, kervan halkının yemeklerini de gönderdi. Peygamberimiz alış veriş esnasında kendisini tanımayıp da kaba davrananları hoş karşılar, onlara karşı peygamberlik imtiyazını kullanmazdı. Bir gün bedevinin birisi et satıyordu. Peygamberimiz de bir miktar hurma karşılığında et almak istedi, fakat hurmayı bir müddet sonra getirmek üzere söz verdi. Eve geldi, hurmanın kalmadığını gördü. Tekrar pazara gitti. Bedeviyi buldu. "Senden hurma karşılığında et almıştım, fakat hurma kalmamış" demeye kalmadı, bedevi bağırıp çağırmaya, yaygara koparmaya başladı. Etraftan Peygamberimizi tanıyanlar müdahalede bulunmaya kalkıştılar. Fakat Peygamberimiz onları bırakmadı. "Siz müdahale etmeyin, bedevinin hakkı var" dedikten sonra, meseleyi tekrar anlattı. Yine de bedevi söylenip duruyordu. Sonunda Peygamberimiz onu Ensar'dan birisinin evine göndererek hakkı olan hurmayı ondan almasını söyledi. Bedevi gidip hurmayı aldı. Dönüşünde Peygamberimizi sahabelerle beraber oturuyor görünce, tanıdı, göstermiş olduğu anlayış ve sabırdan dolayı son derece duygulandı ve şöyle konuştu: "Ya Muhammed (a.s.m.), Cenab-ı Hak sana mükâfatını versin. Sen bana hakkımı fazlasıyla verdin." Peygamberimiz ticarî meselelerde devamlı haklıdan yana olmayı tercih ederdi. Kendi şahsına karşı bir saygısızlıkta bulunulsa bile yine haklı olanı tutardı. Onun mağdur düşmesini istemezdi. Peygamberimiz kaba saba hareketlere, daha çok bedevilerle muhatap olduğu zaman maruz kalıyordu. Çölde bulunmaları ve toplumdan uzak bir şekilde yaşamaları, onları sert davranmaya alıştırmıştı. Yine bedevinin biri Peygamberimizdeki alacağım tahsile gelmişti. Fakat hakkını isterken kaba ve sert davrandı. Resulullah'ın huzurunda uygunsuz bazı sözler söyledi. Sahabe-i Kiram bu kaba hareketinden dolayı adama haddini bildirmek istediler. Fakat Peygamberimiz razı olmadı: "Susunuz, bırakınız. Çünkü alacaklının, borcunu tahsil edene kadar borçlu üzerinde bir nüfuzu vardır. Hak sahibi hakkını istemekte haklıdır" buyurdu. Peygamberimiz ödünç bir şey aldığı zaman ödeme zamanında alacaklıya daha fazla verirdi. Bir defa birisinden ödünç bir deve almıştı. Sonra onun yerine daha iyi bir deve verdi. Şöyle buyuruyordu: "Borçlarını daha iyi ve daha mükemmel bir şekilde ödeyen insanlar faziletli kimselerdir." Peygamberimiz bazen çarşı pazarı dolaşır, bir haksızlık ve hile olmaması için kontrolde bulunurdu. Uygunsuz bir şeyle karşılaşırsa, satıcıyı ikaz ederdi. Bir gün Medine çarşısını dolaşırken bir hububat yığınının önünde durdu. Elini içine daldırdı. Eline bir ıslaklık dokundu ve altından, üstünde olmayan şeyler çıktı. Satıcıya döndü: "Nedir bunlar?" diye sordu. Mal sahibi: "Ya Resulallah, yağmur yağmıştı. Ondan ıslanmış olacak" dedi. Peygamberimiz, "Neden ıslak kısmmı herkesin görebileceği şekilde üste koymadın?" şeklinde azarladıktan sonra: "Müslümanlar arasında aldatma olmaz. Bizi aldatan bizden değildir" buyurdu. Bir başka ifadesinde de şöyle buyuruyor: "Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan hiçbir Müslüman'a bu satış helal olmaz. Ancak satarken malın kusurunu açıklarsa başka..." Peygamberimiz birisine ikramda bulunacağı zaman ticareti buna vasıta yapardı. Onun gönlünü kazanmak ve minnet altında kalmamasını temin için bu yolu denerdi. Peygamberimiz böyle bir ikramı bir seferinde Câbir bin Abdullah'a yaptı. Hz. Câbir'in kendisi anlatıyor: "Ben bir savaşta Resulullah'la beraberdim. Yolda bana, 'Allah sana mağfiret etsin, sen bu deveni bir dinara satar mısın?' dedi. Ben de 'Ya Resulallah, Medine'ye vardığımız zaman bu deve sizin olsun' dedim. Resulullah yine, 'Allah seni bağışlasın, bunu iki dinara satar mısın?' dedi. Yirmi dinara varıncaya kadar devenin fiyatını birer dinar arttırdı. Ben Medine'ye vardığım zaman devemin başından tutup Resulullah'ın huzuruna götürdüm. Resul-i Ekrem beni görünce Bilal'e: 'Ya Bilal, Câbir'e ganimet mallarından yirmi dinar ver' buyurdu. Bana da, 'Deveni al, evine götür, senin olsun' taltifinde bulundu."
Peygamberimizin anne-baba sevgisi
Dünyaya geldikten s o n r a öğrendiğimiz ilk kelimelerden biri anne ise diğeri babadır. Çünkü bizi onlar dünyaya getirdi. Canlarından can, kanlarından kan, sevgilerinden sevgi kattılar. Hayatı onlarla tanıdık, onlardan öğrendik, onların sayesinde bugünlere geldik. Bizi onlar kadar içten, karşılıksız ve ücretsiz seven bir başka insan yoktur. Onların varlığı, insana varlık kattığı gibi, yoklukları da hiçbir zaman doldurulamaz ve yerleri hep boş kalır. Rabbimiz, Peygamberimize hitaben anne-baba hakkının önemini şöyle bildiriyor: "Rabb'in şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağma erişecek olurlarsa onlara sakm 'Öf!' bile deme. Onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabb'im, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur." (İsrâ Sûresi, 22-23.) Anne-babanın insan üzerindeki hakkı bu şekilde açıkça belli olmakla beraber daha geniş ve kapsamlı olarak Peygamberimizin ifadelerinde buluyoruz. Bu konudaki hadisleri bir arada okuyunca meseleyi daha iyi kavramış olacağız. Adamın biri Peygamber Efendimize geldi, şöyle dedi: "Allah'tan sevap ve manevî karşılık beklemek niyetiyle cihat etmek ve hicret etmek üzerine sizinle biat etmeye geldim." Peygamber Efendimiz: "Anne-babandan birisi sağ mı?" "Her ikisi de sağdır." "Allah'tan sevap ister misin?" "Evet, ya Resulallah." "Öyle ise anne-babanın yanına dön, onlara hizmet et." Enes bin Mâlik anlatıyor: "Adamın biri Peygamber Efendimize geldi ve şöyle dedi: 'Ben cihada çıkmak istiyorum, fakat gücüm yetmiyor 'Anne babandan hayatta kalan var mı?' 'Evet, annem vardır. 'Git annene hizmet et ve gönlünü al. Böyle yaparsan hem hac, hem umre, hem de cihat sevabını kazanırsın/" • • • Abdullah bin Amr rivayet ediyor: "Peygamber Efendimize bir adam geldi ve sordu: 'Ya Resulallah yurdumu terk ederek sizin emrinize girmeye geldim. Annemi-babamı da ağlayarak bıraktım. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: 'Öyle ise onlara dön, ağlattığın gibi onları güldür." Abdullah bin Mesud anlatıyor: "Peygamber Efendimize sordum: 'Allah katında en iyi amel nedir?' 'Vaktinde kılman namazdır. 'Sonra hangisidir?' ' Anne-babaya iyilik ve itaat etmektir.’ 'Sonra hangisi?' 'Allah yolunda cihattır." Hiçbir şekilde anne-baba ayırt edilmez, biri öbürüne tercih edilmez, birinin sevgisi diğerinin önüne geçmez. Çünkü iki gözümüzden hangisini ötekinden üstün tutarız? Ancak Efendimizin hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz. Şöyle ki: Ebu Hüreyre rivayet ediyor: "Peygamber Efendimize bir kişi geldi ve sordu: 'Ya Resulallah, en çok kime iyilik ve ihsan etmeliyim?' 'Annene’ 'Sonra kime?' 'Annene’ 'Sonra kime?' 'Annene’ 'Sonra kime?' 'Sonra babana" Bu hadisten hiçbir şekilde babayı üçüncü plana atma anlamı çıkmamalı, ancak her zaman annenin öncelik taşıdığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Çünkü bazen insan farkında olmadan annenin şefkatini ve karşılıksız sevgisini anlayamıyor, istismar edebiliyor. Ayrıca babaya nazaran anne kalbinin daha nazik ve ince olduğunu da unutmamalıdır. Yine çoğunlukla babanın ağırlığı insanı mecburi saygıya yöneltiyor ve insan, ister istemez ondan çekiniyor, fakat anne öyle mi? Onu hep kendimize daha yakın, daha sıcak ve daha samimi buluruz. Bazen olur, onun bu samimiyeti bizi saygısızlığa sürükleyebilir, ona sert davranma gibi bir yanlışlığa düşebiliriz. Bunun için Peygamberimiz bizi uyarıyor, anne konusunda çok dikkat etmemizi tavsiye ediyor. İnsan uzun süre annesiyle beraber kaldığı için zaman zaman aradaki insanî ilişkilerde dikkatsizlik gösterme ihtimali de vardır. Oysa insanın, saygı gösterdiği insanların haklarına da riayet etmesi gerekiyor. Bu konudaki ölçüyü Peygamberimiz şöyle hatırlatıyor: Atâ bin Yesar rivayet ediyor: "Peygamber Efendimize bir kişi şöyle sordu: 'Ya Resulallah, annemin yanına girmek için kendisinden müsaade isteyeyim mi?7 'Evet, izin al, öyle gir’ 'Fakat aynı evde oturuyoruz.’ 'Olsun yine izin iste’ 'Ama ya Resulallah hizmetini ben görüyorum’ 'Olsun yine izin almadan yanma girme. Onu çıplak olarak görmek ister misin?' 'Asla ya Resulallah.' 'O halde izin alarak gir" Dünyada hakkı ödenemeyen bir insan varsa o da annedir. Çünkü annenin çocuğu üzerinde o kadar değişik haklan var ki, bunların birisini ödemek bile mümkün değildir. Bu konuda güzel bir örneği Hz. Büreyde'den öğreniyoruz. Adamın biri Peygamber Efendimize geldi, şöyle dedi: "Ya Resulallah, ben annemi sıcak bir günde omuzuma alıp iki fersah yol yürüdüm. Hava o kadar sıcaktı ki, eğer bir et parçası yere atılsa hemen pişerdi. Acaba onun hakkım ödemiş oldum mu?" Peygamber Efendimiz şu cevabı verdi: "Senin bu hizmetin, onun bir doğum sancısını belki karşılar." Hemen hemen çoğumuzun bildiği bir hadis vardır. Cennetin, anaların ayağı altında oluşudur. Bu husustaki hadisin metni şöyledir: Bir adam Peygamberimize geldi ve; "Ya Resulallah, savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim" dedi. Peygamber Efendimiz sordu: "Annen hayatta mı?" "Evet." "Ondan ayrılma, çünkü cennet onun ayağının altındadır." Bu ifade bir mecazdır. Yoksa hiçbir annenin ayağının altında cennet olmaz ve bulunmaz. Burada anlaşılması gereken mana şudur: İnsan annesine karşı çok mütevazı ve engin gönüllü olmalı, onun kalbini kazanmalı, hatırını yıkmamak, ayağının altındaki toprak gibi olmalıdır. Çünkü toprak tevazuun bir sembolüdür. Hazret-i Aişe rivayet ediyor: "Bir gün Peygamber Efendimizin yanma bir adam geldi. Beraberinde yaşlı birisi vardı. Peygamber Efendimiz adama, 'Bu ihtiyar kim?' diye sordu. Adam, 'Babamdır' dedi. Peygamber Efendimiz: 'Öyle ise önüne geçme, o oturmadan sen oturma. Onu adıyla çağırma ve ona kimseyi küfrettirme.'" Anne-baba insanın hem dünyasını, hem de ahiretini mutlu edecek veya alt üst edecek birer sebeptir. Bu önemli yönü hadisten şu şekilde öğreniyoruz: Ebu Ümame anlatıyor: "Bir adam Peygamber Efendimize sordu: 'Anne-babanın çocukları üzerindeki hakkı nedir?' 'Onlar senin ya cennetin ya da cehennemindir.'" Yani anne-babaya gereken iyilik ve itaati gösteren insan, onları seven, sayan ve başı üzerinde tutan çocuk mesut, mutlu ve huzurlu olacağı gibi; onları üzen, kıran ve mağdur eden çocuk da kendi eliyle hayatını zehir ettiği gibi, ahiretini de yıkmakta ve tehlikeye atmaktadır. Zaten anne-babaya karşı gelmek ve isyan etmek büyük bir günahtır. Hatta en büyük günahlar arasında bulunmaktadır. Abdurrahman bin Ebî Bekir'in rivayetine göre, Peygamber Efendimiz bu günahı şöyle bildiriyor: "Size en büyük günahları bildireyim mi?" "Evet ya Resulallah bildir." "Allah'a ortak koşmak, anne-babaya âsi ol Anne-babaya yapılan iyilik ve saygının karşılığını insan dünyada iken peşin alabiliyor. Bu konuda Peygamberimizin müjdesi çok açıktır: "Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen, anne- babasına iyilik ve ikramda bulunsun ve akrabalarını ziyaret etsin." Diğer taraftan çocuk, günü gelince kendisi de anne baba olacak, çocuklarından bir karşılık bekleyecek, yaptığının karşılığım görecek, anne-babasına ne yapmışsa aynısını kendi çocuklarından görecektir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Anne-babanıza iyilik edin ve ihsanda bulunun ki, çocuklarınız da size itaat etsin ve saygı göstersin." Bu konuda okuyacağımız iki hadis ve hâdise anne-babaya isyanın ve itaatin dünyada iken peşin cezasını ve mükâfatını göstermesi bakımından hiç gözümüzün önünden gitmeyecek derecede hayatî önem taşımaktadır: Abdullah bin Ebî Evfâ anlatıyor: Peygamberimizin huzurunda bulunuyorduk. Bu sırada birisi geldi. "Ya Resulallah ölüm döşeğinde yatan bir genç var. Kendisine, 'La ilahe illallah' de, dendiği halde bir türlü bunu söyleyemiyor" dedi. Peygamber Efendimiz sordu: "Namaz kılar mıydı?" "Evet, kılardı." Bunun üzerine Peygamberimiz kalktı. Biz de onunla birlikte kalktık. Peygamberimiz gencin yanına girdi ve ona: "La ilahe illallah de" buyurdu. Genç, "Bunu söyleyemiyorum" dedi. "Niçin söyleyemiyorsun?" deyince, gelen adam: "Annesine âsi idi" dedi. Peygamber Efendimiz, "Annesi sağ mı?" diye sordu. "Evet, sağdır" dediler. Peygamber Efendimiz, "Çağırın, buraya kadar gelsin" buyurdu. Onlar da kadını çağırdılar. Kadın geldi. Peygamber Efendimiz kadma; "Bu hasta senin oğlun mudur?" diye sordu. Kadın, "Evet, oğlumdur" dedi. Peygamber Efendimiz: "Bak, şurada bir ateş hazırlansa ve, 'Oğluna şefaat edersen, onu bu ateşte yakmayız, fakat şefaat etmezsen bu ateşte yakarız' deseler ne yapardın? Şefaat eder miydin?" diye sordu. Kadın, "Onun şefaatçisi ben olurdum" dedi. Peygamber Efendimiz, "O halde sana asi olan bu oğlunu cehennemden kurtarmak için hakkını ona helal edip ondan razı olduğuna Allah-u Teala'yı ve beni şahit göster" buyurdu. Kadın, "Allah'ım! Seni ve Resulünü şahit tutuyorum, oğlumdan razı oldum, hakkımı ona helal ettim" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz hasta gence, "La ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resulühu de" diye buyurdu. ^ Hasta hemen şehadet getirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Allah'a hamdolsun ki, benim vasıtamla bu genci cehennem ateşinden kurtardı."
Peygamberimizin akrabalarına iyiliği
PEYGAMBERİMİZ HERKESE iyilik yapar, yardım ederdi. Fakat akrabalarına daha fazla ikram ve ihsanda bulunmaya çalışırdı. Akrabaya iyiliğin "sıla-i rahm" adıyla farz kılınması da daha çok önem verilmesine sebep oluyordu. Peygamberimizin baba tarafından pek çok akrabası vardı. Amcası, halası, onların çocukları ve torunları bulunmaktaydı. Ayrıca sütannesi, sütbabası ve sütkardeşleri de vardı. Onları da aynı şekilde akraba olarak görüyordu. Peygamberimiz küçük yaşlarda dedesinin ve uzun müddet de amcası Ebu Talib'in himayesinde yetişmişti. Amcasının kendisine büyük iyiliği vardı. Henüz peygamberlik gelmeden önce Ebu Talib büyük bir maddî sıkıntıya düşmüştü. Zaten müthiş bir kıtlık hüküm sürüyordu. Ona yardımda bulunmak ve biraz olsun desteklemek için kalabalık nüfusunun ağırlığını hafifletmek istedi. Amcasının o zamanlar çocuk yaşta bulunan oğlu Hz. Ali'yi kendi yanına aldı. Ona evladı gibi baktı, büyüttü, yetiştirdi, daha sonra da en çok sevdiği kızı Hz. Fatıma'yı onunla evlendirdi. Peygamberimiz amcaları Hz. Abbas'la, Hz. Hamza'yı çok severdi. Bilhassa Hz. Hamza Mekke'de bulunduğu zamanlarda kendisine büyük yardımda bulunmuştu. Müşriklerin çeşitli hücumlarından onun sayesinde kurtulmuştu. Hz. Hamza Uhud'da şehit düşünce, Peygamberimiz çok üzüldü, kendini tutamadı, gözlerinden yaşlar boşandı. Peygamberimiz diğer amcası Hz. Abbas'a ayrı bir sevgi duyardı. Onun hatırı için can düşmanı ve müşriklerin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan'ı kabul etmiş, eman vermiş. Hz. Ömer'in öldürmeye davranması üzerine ona engel olmuştu. Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah çok küçük yaştaydı. Peygamberimiz onun yetişmesi için ayrı bir özen gösterdi. Daha sonra Abdullah İbni Abbas, sahabilerin ilimde en önde gelenlerinin arasına girdi. Peygamberimiz akrabalarının hiçbirisini diğerinden üstün tutmaz, farklı davranmaz, sık sık gider, hepsini ziyaret eder, hal ve hatırlarım sorar, ikramda bulunur, ihtiyaçlarım temin ederdi. Yakın-uzak bütün akrabalarını gözetir, haklarını korurdu. Bir seferinde "Falan adamın çocukları benim dostum değil, ancak onlarla akrabalık bağlarım vardır. Bu akrabalığı ziyaret suyu ile yaşatmak, tazelemek azmindeyim" buyurmuştu. Peygamberimiz sütannesine, sütbabasına ve sütkardeşine de iyilik ve ihsanda bulunurdu. Huneyn Savaşı'ndan sonra ele geçen esirler arasında Peygamberimizin sütkardeşi Şeyma da vardı. Sahabiler Şeyma'yı Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Peygamberimiz hırkasını çıkardı, sütkardeşinin altına serdi, oturmasına söyledi. Bir anda çocukluk günleri zihninde canlandı. Gözleri doldu. Daha sonra Şeyma'ya "İstersen yanında sevimli birisi olarak kalabilirsin. İstersen faydalanacağın bazı mallar vererek kavim ve ailenin yanma göndereyim" teklifinde bulundu. Şeyma, ailesine dönmeyi tercih etti. O sırada Müslüman olan Şeyma'ya Peygamberimiz, Cirane'ye gidip beklemesini söyledi. Taif dönüşünde ise ona ve aile halkından hayatta kalanlara deve, keçi, koyun verdi. Bir rivayete göre, Peygamberimiz Cirane'ye vardığı zaman sütbabası, sütannesi ve sütkardeşiyle ayrı ayrı görüşüp hepsine ikramda bulundu. Peygamberimiz Ebu Leheb'in azat ettiği cariyesi Süveybe'den de süt emmişti. Zaman zaman ona da yardımda bulunur, yiyecek ve giyecek gönderirdi. Öldüğü zaman akrabasından kimsenin kalıp kalmadığım sordu. Hiç kimsenin olmadığım söylediler. Yakın akrabalarla ilişkiyi sürdürmek, onlara iyilik ve yardımda bulunmak, varsa ihtiyaçlarım karşılamak, görüp gözetmek, ziyaret etmek, zaman zaman hal ve hatırlarını sormak, mektup, telefon ve benzeri yollarla arayıp sormak hem İslamî bir görev, hem de insanî bir görevdir. İnsanî bir görevdir; çünkü bir gün gelir aranmak, sorulmak istersiniz, ilgi alaka beklersiniz; ama böyle bir alışkanlığınız yoksa kimsenin aklına gelmezsiniz. Yakın akrabalarla ilişkiyi sürdürmek, onlara iyilik ve yardımda bulunmak, varsa ihtiyaçlarım karşılamak, görüp gözetmek, ziyaret etmek, zaman zaman hal ve hatırlarım sormak, mektup, telefon ve benzeri yollarla arayıp sormak hem İslamî bir görev, hem de insanî bir görevdir. İnsanî bir görevdir; çünkü bir gün gelir aranmak, sorulmak istersiniz, ilgi alaka beklersiniz; ama böyle bir alışkanlığınız yoksa kimsenin aklına gelmezsiniz. Akrabalarla ilişki kurmanın insan hayatına getirdiği güzellikleri Efendimiz şöyle ifade buyururlar: "Akraba ve yakınlarınızı tanıyın. Çünkü sıla-i rahim (yakınlarla olan ilişkiyi sürdürmek) yakınlar arasında sevgi doğurur, rızkı çoğaltır ve ömrün uzamasına sebep olur." Yakınlarla ilgilenmek güzel bir ölçünün da habercisidir. Herkes en iyi, en hayırlı, en güzel, en faydalı insan olmak ister, işte bunun işareti... Adamın biri Peygamberimize geldi ve sordu: "Ya Resulallah, insanların en hayırlısı kimdir?" "Rabb'inden en çok korkan; yakınlarına en çok ilgi gösteren; iyiliklere en çok teşvik eden, kötülüklerden en çok sakındırandır." Akrabaya iyilik yapmak aynı zamanda bir ibadet, Allah'ın razı olacağı bir kulluk görevi, aynı zamanda birinci derecede imarım bir alameti, mümin olmanın bir gereğidir. Peygamberimizin bu konudaki sözleri çok yerindedir: "Kim Allah'a ve ahiret gününe iman etmişse sıla-i rahim etsin (yakınları ile ilgilensin)." Peygamber Efendimiz akrabalarla ilgilenmeyi çok tavsiye eder, bu konunun üzerinde çok dururdu. Sahabiler de Peygamberimizden aldıkları bu tavsiyeyi birer emir ve direktif olarak kabul ederler, bu konudaki ihmallerini telafi yoluna giderlerdi. Abdullah bin Ebi Evfa anlatıyor: "Peygamber Efendimizin huzurundaydık. Şöyle buyurdular: 'Akrabaları ile alakalarını kesenler, aramızda bulunmasınlar.' Bunun üzerine teyzesi ile aralarında ufak bir kırgınlık geçmiş olan bir genç aramızdan kalkarak doğru teyzesine gitti, onunla görüşüp barıştılar. Sonra tekrar meclisimize geldi. Peygamber Efendimiz tekrar şöyle buyurdu: 'Aralarında akrabası ile ilgisini kesen kimselerin bulunduğu topluma Allah'ın rahmeti inmez.'" Akrabanızla ilgi kurarsınız, gider gelirsiniz, ararsınız sorarsınız, iyilik ve ikramda bulunursunuz, ama bazılarından hiç karşılık görmezsiniz. Bir süre tek taraflı yürür ve sonunda usanır, siz de ilgiyi kesme yoluna gidersiniz. Bu doğru bir hareket mi? Cevabı Efendimizden alalım. Bir zat gelir, Peygamberimize sorar: "Ya Resulallah, benim yakınlarım var. Ben onları ziyaret ederim, fakat onlar bana gelmez. Ben onlara iyilik ederim, onlar bana kötülük ederler. Ben onlara yumuşak davranırım, onlar bana kaba ve sert davranırlar." Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Eğer dediğin gibi isen onlara kızgın kül yediriyor gibisin. Yani (senin yaptığın iyiliğe karşı) onların kötülüğü kendi aleyhlerinedir. Sen böyle davrandığın sürece Allah Teala sana yardıma olur ve seni onlardan korur."
Peygamberimizin misafir sevgisi
PEYGAMBERİMİZİN misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pek çok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü. Habeşistan'dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz hizmet etti. Sahabiler, "Siz bırakın, ya Resulallah, hizmeti biz görürüz" dediler. Peygamberimiz, "Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını veriyorum" buyurdu. Taif'ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler. Peygamberimizin kendi evi misafiri kabule müsait olmadığı zamanlar, Ensar'dan Remle ile Ümmü Şerik'in evi misafirhane vazifesini görüyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi. Peygamberimiz misafir konusunda din ayrımı yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi. Ebu Basra Peygamberimizin bu tarafını şöyle anlatır: "Ben Müslüman değildim. Resulullah'a misafir oldum. Geceleyin kalktım, bütün keçileri sağdım, sütlerini içtim. Böylece Resulullah'ı ve ailesini aç bıraktım. Fakat Resul-i Ekrem bana hiçbir şey demedi." Yine Ebu Hüreyre'nin anlattığına göre, bir gün Peygamberimize bir müşrik misafir oldu. Peygamberimiz süt ikram etti, içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. Resulullah'ın bu ikramı karşısında duygulanan bu müşrik sabahleyin Müslüman oldu. Fakat Peygamberimizin devamlı misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi barkı, çoluk çocuğu olmayan fakir sahabilerin oluşturduğu Suffe Ashabı idi. Peygamberimiz onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılardı. Fakat Peygamberimizin devamlı misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi barkı, çoluk çocuğu olmayan fakir sahabilerin oluşturduğu Suffe Ashabı idi. Peygamberimiz onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılardı. Peygamberimizin ancak dört kişinin taşıyabileceği büyüklükte bir kazanı vardı. Öğle vakti olunca bu kazan getirilir, yemek yapılır, Suffe Ashabı onun etrafına dizilir, Peygamberimizle birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Peygamberimiz oturmaya yer bulamaz, çömelirdi. Peygamberimiz bazen Suffe Ashabı'nı kendi evinde de ağırlardı. Bunların sayıları, yüzle dört yüz arasında değişirdi. Bir gün Suffe'de bulunan sahabileri Hz. Aişe'nin evine götürdü. Hz. Aişe validemize evde ne varsa getirmesini söyledi. Yemek yenildikten sonra, varsa bir miktar daha getirmesini söyledi. Hurma ve süt geldi. Onları da yediler. Böylece Peygamberimiz onları bizzat evinde kendisi ağırladı. Bazen Peygamberimize çok sayıda misafir gelirdi. Peygamberimiz evde ne var, ne yoksa misafirlere ikram eder, kendileri ve ev halkı geceyi aç olarak geçirirlerdi. Peygamberimiz geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyacının bulunup bulunmadığım sorardı. Onları yolcu edinceye kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Bir gün Peygamberimize bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi. Peygamberimiz hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı, "Ya Resulallah, seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur" dedi. Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimizin hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur. Sonra Peygamberimiz sahabilere: "Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin" buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına: "Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. "Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur" cevabını aldı. Hanımına, "Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lambayı söndür. Ta ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım." Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler. Ev sahibi sabah olunca Peygamberimizin huzuruna geldi. Peygamberimiz kendisine şu müjdeyi verdi: "Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu." Dilimizde misafirperverlik kelimesi vardır. Misafiri sevmek, ağırlamak, yedirip içirmek, ihtiyaç ve istirahatını temin etmek hem sünnet, hem de millî bir gelenek halinde içimizde yaşamaktadır. Bunun kaynağı ise Peygamberimizin tavsiye ve teşvikleridir. Misafiri sevmek, onu ağırlamak imanın bir görüntüsü ve alametidir. Bir insanda iman ne kadar güçlü ise misafire olan yakınlığı da o nispette artar. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden akrabasını görüp gözetsin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin yahut sussun”
Peygamberimizin iltifatları
PEYGAMBER EFENDİMİZ sık sık insanların gönlünü alır, onlara iltifat ederdi. Özellikle kabiliyetli, fedakâr, akıllı ve İslamî hizmetlerde gayretli olan sahabilere yaptığı değişik iltifat dolu sözlerle onları sevindirirdi. Onlar da bu iltifat sonucu çocuk gibi sevinir ve âdeta bayram ederlerdi. Hazret-i Ali Efendimiz anlatıyor: "Bir gün ben, Cafer ve Zeyd Peygamber Efendimizin huzuruna gittiğimizde Zeyd'e: 'Sen bizim kardeşimiz, dostumuz ve arkadaşımızsın' buyurdu. Zeyd sevincinden yerinden sıçrayarak oynaya oynaya gitti. Kardeşim Cafer'e de: 'Sen hem huy, hem vücut yapısı bakımından bana benziyorsun' buyurdu. Cafer de sevincinden Zeyd gibi sıçrayıp oynaya oynaya gitti. Ondan sonra Peygamber Efendimiz bana da: 'Sen bendensin, ben de sendenim' buyurdu. Ben de Zeyd'in arkasından sıçrayıp oynaya oynaya çıktım." Peygamberimiz değişik biçimlerde sahabilerine iltifatlar yapardı. Onlara yakınlık gösterir, gönüllerini hoş eder, sevindirirdi. Bazen olur, kalkar bizzat evlerine gider, evlerini şereflendi- rirdi. Sahabiler için dünyada bundan daha büyük bir mutluluk olmazdı.
Şakası Hz. Peygamber (s.a.s.) dinî tefekküre engel teşkil eden, kindarlık ve çekememezlik doğuran, vakar ve ağırbaşlılığı gideren şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları kendisi yaptığı gibi ashabının da birbirine yapmasına mâni olmazdı. Şimdi birkaç misâl verelim: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) yanına on yaşında bir çocuk iken gelen ve uzun süre terbiyesi altında kalan Enes b. Mâlik (r.a)'a "iki kulak sahibi" diyordu. Alimler bu sözü Rasûlullâh (s.a.s); "Hz Enes (r.a)’in konuşulanı dikkatle dinlemeye, anlamaya özendirmek için yapılmış bir lâtife" olarak yorumlarlar. Hz. Enes (r.a) nakleder: Sür'at-i intikali ve anlayışı kıt bir kişi Hz. Peygamber (s.a.s.)’den bir binek hayvanı istedi. Peygamberimiz (s.a.s.) de: "Ben seni dişi deveden doğmuş bir hayvana bindirmek istiyorum" deyince adam: 'Ben yavru hayvanı ne yapayım? O beni taşıyamaz ki!" demekten kendini alamadı. Peygamberimiz (s.a.s) sözündeki inceliği kavrayamamış olan kişiye: "Devenin küçüğünü de büyüğünü de dişi deve doğurmaz mı? Benim kastettiğim, dişi deveden doğmuş ve insanı taşıma çağına gelmiş büyük devedir" diye açıklama yapmak durumunda kaldı. Yine Hz. Enes (t.a) nakleder: Çölden şehre geldikçe çiçek, meyve ve bitkilerden hediye getiren Zahir adlı kimseye Peygamberimiz (s.a.s.) "Zahir bizim badiyemiz (tarlamız)!" diye takılır, "Biz de onun şehriyiz!" diye eklerdi. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.)’de çöle dönen Zahir'e şehir ürünlerinden alır verirdi. Bir gün Zahir çölden gelmiş, pazarda mallarını satacak yer ararken Peygamberimiz (s.a.s.) takip etmiş ve onu arkasından yakalayıp elleriyle gözlerini kapatmıştı. Zahir: 'Kimdir o?" derken, göz ucuyla süzünce Rasûlullâh (s.a.s.) olduğunu anlamıştı. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.) şaka ile: "Bu köleyi kim alacak?" diyor; Zahir: 'Bana kimse kıymet biçmez Ya Rasûlullâh! Zira benim yüzüm çirkindir!" deyince Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ey Zahir; dıştan bakanlara göre öyle fazla kıymet biçilmezse de senin Allah katında değerin çok büyüktür.” Meşru ve makul şakaları yapabilmek, o insanlara karşı samimî ve iyi niyetli olmayı gerektirir. Görüldüğü gibi Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı bir kadına bile şaka yapabilmektedir ki, bu O'nun her zümreden insana sıcak ve samimî bir sevgi beslediğini gösterir.
İnsanların Kalbini Kazanması
Buhârî'de naklolunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Necd tarafına bir askeri birlik göndermiş, bölgede yürütülen askerî harekât neticesinde Benu Hanife'den Sümame b. Asal adlı biri esir alınarak Medine'ye getirilmiş ve Mescidin direklerinden birine bağlanmıştı. Rasûlullâh (s.a.s.), Mescide çıktığında: "Ey Sümame, gönlünden ne geçiliyorsun?" diye sordu. Sümame şu cevabı verdi: "Gönlümde hayır ümidi var ey Muhammed! Şayet sen beni öldürürsen kanlı bir caniyi öldürmüş olursun, eğer kurtuluş akçesi için mal istersen, ne kadar istersen veririm!" Pevgamberimiz (s.a.s.), ona Müslüman olmasını söyledi, fakat Müslüman olmadı. İkinci ve üçüncü günde böyle devam etti. Karşılıklı sorular cevaplar tarzındaki konuşmalar oldu, fakat Sümame bir türlü Müslüman olmaya yanaşmıyordu. Rasûlullâh (s.as.) bir süre daha geçince Sümâme'nin salıverilmesini ashabına emretti. Böylece Sümame hiç bir karşılık alınmaksızın salıverildi. Acaba Sümame ne yapacaktı? Herkes bunu merak ediyordu. Çoğu kimsenin memleketine döneceğini sandığı bir sırada Sümame, yıkanıp temizlenmiş olarak Peygamberimiz (s.a.s) huzuruna geldi, Müslüman olarak şöyle dedi: "Ey Muhammed! Vallahi şu yer üzerinde hana senin yüzünden daha düşman bir yüz yoktu. Fakat bu sabah, senin mübarek siman hana, yüzlerin en sevimlisi göründü. Vallahi ben dinler içinde en çok senin dinine düşmandım. Fakat bu sabah senin dinin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi ben memleketler arasında en çok şu senin şehrinden nefret ediyordum. Fakat bu sabah, senin içinde bulunduğun şehir bana göre şehirlerin en sevimlisidir." İbn Hişam'ın "es-Siretü’n Nebeviyye" adlı eserinde şu bilgiler yer alıyor: Müslüman olduktan sonra da Sümâme'ye yemek çıkarıldı, sabah akşam deve sütü ikram edildi. Daha düne kadar hepsini yiyip içtiği hâlde doymaz gibi davranan Sümâme'ye bugün aynı miktar yemek ve sütün fazla gelmiş olması, sahabeyi hayrette bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu yorumla sahabenin merakını giderdi: "Bunda şaşılacak bir şey yok! İnkârcı hiç doymayacakmış gibi, sanki yedi ağzı ve yedi midesi varmış gibi yer. Müslüman ise açgözlü değildir, o bir ağzı ve bir midesi olduğunun farkındadır." Birkaç gün sonra Sümâme, Rasûlullâh (s.a.s.) tavsiyesi üzerine umre için Mekke'ye gitti. Mekke ileri gelenleri, İslâm'a girdiği için onu kınamak isterlerse de o aldırış etmez, umre ziyaretini tamamlar. Ancak müşriklerin bu tavırlarına kızarak memleketine dönünce Mekkeliler için çok önemli olan buğday sevkiyatını durdurur. Yani Mekkelilere ambargo koyar. Bunun üzerine Mekkeliler Hz. Peygamber (s.a.s)’e mektup yazarlar, İslâmiyet'in akraba ve sıla-i rahim konusundaki emirlerini de hatırlatarak zahire sevkiyatının tekrar başlatılmasını isterler. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Sümâme'ye mektup gönderir. Böylece Yemâme bölgesinden Mekke'ye zahire sevkiyatı tekrar başlamış olur. Bu olaydan anlıyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.s) bir inşanı İslâm'a kazanmayı dünya ve içindeki her şeyden daha kıymetli tutmaktadır. Ayrıca henüz Müslüman olmadıkları hâlde Mekkelilere zahire sevkiyatını başlatması ve insafı elden bırakmaması da dikkati çekmektedir.
İç Barışa Önem Vermesi
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) iç barışa fevkalâde önem vermiş, ihtilâfları anında bastırmaya çalışmış dargınları barıştırmış, kavgaları önlemiştir. Peygamberimiz (s.a.s) bildirdiğine göre Allah en çok sulh olmaya yanaşmayan inatçı hasım kişiye buğzeder. Şu da enteresandır ki, Rasûl-i Ekrem (s. a. s.): "İnsanların aralarını bulmak için aslı olmadığı halde bir hayrı söyleyenin” yalancı sayılmayacağını belirtmiştir. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.), kendi evinin önünde bir alacak davasından hasımların yüksek sesle tartıştıklarım duydu. Borçlu, alacaklıya, alacağının bir kısmını bağışlamasını istiyor; alacaklı ise: 'Vallahi bağışlamam!" diye yemin edip duruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) derhâl hâdiseye müdahale etti ve neticede alacaklı, alacağının yarısını bağışladı, diğeri de geri kalan yarısını verdi. Böylece kavgaya dönüşme ihtimali olan bir tartışma Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) araya girmesiyle derhâl önlenmiş oldu. Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri, Bilâl-i Habeşî Hazretlerini: "Kara kadının oğlu!" diye ayıplamıştı. Bu söz Peygamberimiz (sa.s)’e ulaşınca, Ebu Zerr'i: "Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!" diye azarladı. Ebu Zerr (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: 'Bilâl (r.a), ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!" diyerek özür diledi. Hz. Bilâl (r.a), bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr Hazretlerinin ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.
Kul Hakkına Çok Önem vermesi İnsanda kul olma özelliği vardır. İnsan, ya eşya ve menfaatlerine, ya da Rabbine kul olur. Rabbine kul olma, insanı, nefsin menfaatlerine ve eşyaya kul olmaktan korur. Her kul Rabbine kulluk ederken, insanların haklarına riayet etmeli, şahsi menfaat ve çıkarları buna engel olmamalıdır. Efendimiz (s.a.v) Medine’de halka şöyle hitap ediyordu. -Ey İnsanlar! Yönetiminizde bulunduğum günden bu yana kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam, işte sırtım, gelsin o da bana vursun!.. Kimin kalbini kıracak bir söz söylemişsem, işte kalbim, gelsin o da bana aynı sözü söylesin!..Kimin hakkını almışsam, işte malım, gelsin o da benden hakkını alsın!.. Sakın içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim ama Resulullahın darılacağından korktum da isteyemedim. Şunu kimse unutmasın ki, benim inancımda hakkını isteyene darılmak yoktur. -Şunu iyi biliniz ki, benim en çok sevdiğim kimse, benden hakkını alan, yahut da helal eden kimsedir. Ancak bu suretle Rabbimin huzuruna üzerimde kul hakkı olmadan çıkabilirim.
Adab-ı Muaşeret
Edep, sözlükte "iyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik" manasına gelir. "Adâb" bunun çoğuludur. Muaşeret ise, "birlikte yaşayan kişilerin iyi geçinmesi" demektir. Buna göre âdâb-ı muaşeret deyince: 'Topluluk hâlinde bir arada yaşayan insanların iyi ilişkiler içinde başarılı olmalarını sağlayan bilgiler" akla gelmektedir. Buna halk arasında "görgü kuralları" denmektedir. (Fr. savoir vivre). Eskiler bu konuda hüsn-i muaşeret yani "iyi geçinme" deyimini de kullanmışlardır. Hiç şüphesiz âdâb-ı muaşeret deyimi geniş olarak ele alındığında insan hayatının bütün yönlerini kapsar: "Doğum, ad koyma, çocuk yetiştirme, öksüz çocukların durumu, yeme içme (sofra âdabı), eğitim öğretim, ilim, iç ahlâkı ve çalışıp kazanma âdabı, düğün, bayram, ev düzeni, aile fertleri arasında ilişkiler; beden, elbise ve sokakların temizliği, cömertlik, tevazu, dostluk, anne babaya ve yaşlılara karşı davranış usûlleri, kadınlara saygı, ölüm, cenaze vs..." Demek ki, âdâb-ı muâşeret'in uygulama sahası insan hayatıdır, toplumdur, insanlar bir arada yaşamaya mecburdurlar. Hiçbir insan, "Ben bütün ihtiyaçlarımı ölünceye kadar tek başına karşılarım, benim kimseye, kimsenin de bana ihtiyacı yoktur!" diye düşünemez. Çünkü kişinin yediği ekmekte, içtiği çayda, giydiği elbisede ve bindiği arabada yüz binlerce, belki milyonlarca insanın emeği ve alın teri söz konusudur. O hâlde önce İslâm'ın, insana bakışına temas etmekte yarar vardır: İslâm, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "Biz insanı en güzel şekilde yarattık " (Tin,95/4) "Andolsun ki insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yaratıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık."(İsra, 17/70) Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, insan, gerek şekil ve beden yapısı bakımından, gerekse şerefi yani mânevi yapısı bakımından en güzel bir şekilde yaratılmış ve yaratıkların hepsine üstün kılınmıştır. Bu, öyle bir üstünlüktür ki, Cenâb-ı Hak, her şeyi onun emir ve hizmetine vermiştir. Bununla alâkalı bir âyet şöyledir: “Yüce Allah göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir." (Câsiye, 15/13) Gerçekten de güneş bizi aydınlatmakta, ısıtmakta; yıldızlar geceleyin yol göstermekte, atmosfer teneffüs imkânı vermekte, yağmurlar yağmakta, yeryüzünde bereket fışkırmakta, koyun bizim için süt vermekte, arı bal üretmekte, milyonlarca yılda yeraltında oluşan kömür ve petrol, biz insanların yararına çıkarılmakta, işletilmektedir. İnsanoğlunun hizmetine verilen şeyler sadece, bu tür maddî imkânlar değildir. İnsan; aklıyla, düşüncesiyle, konuşmasıyla, bilgisiyle, çalışarak ilerleyebilmesiyle yani mânevi yönüyle de üstün kılınmıştır. Allah insana mânevi yüceliklere erişebilme kabiliyetini vermiş, ona düşünce plânında en güzel rengi ihsan etmiştir. Bununla alâkalı olarak Yüce Kitabımızda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın verdiği renkten daha güzel renk var mıdır? "(Bakara, 2/138). İşte insan, Yüce Allah'ın, doğuştan kendisine verdiği bu iyi eğilimleri geliştirmek ve bu suretle hem Allah'ına, hem kendisine, hem de diğer insanlara karşı vazifelerini yapmak durumundadır. Şayet bunu yaparsa; insan olarak, diğer varlıklara karşı, yaratılıştan üstün kılınan özelliklerini geliştirmiş olacaktır. Bunun aksi, bu özelliklerin giderek zayıflamasına ve yok olmasına yol açacaktır, İslâm dini; kuvvetli bir iman, gerçeği aydınlatacak bilgi, yararlı işler ve güzel ahlâk ile kişinin saygıdeğer olma vasfım koruyabileceğini göstermiş; insanları kan dökmekten, ırzı namusu çiğnemekten, soyu bozulmaktan, vicdanı baskılardan alıkoyarak doğuştan verilen iyi eğilimlerin olumlu yönde gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu münasebetle İslâm dini: "Can, mal, soy, akıl ve din 'i, dokunulmazlığı olan ve titizlikle korunması gereken esaslar olarak görmüştür. Eskiler bunlara: 'Zarurât-ı hamse: Korunması gereken beş esas" derlerdi. İslâm'a göre Allah katında insanlar, bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Mânevi üstünlük ancak takva iledir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir; haberdardır. "(Hucurât, 49/13) Kişi; yaptığı iyi işleri, güzel davranışları ve güzel ahlâkı ile özel bir değere sahip olacaktır. Nitekim: “İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır.” (En'am, 6/132) âyetinden herkesin, yaptığına uygun bir dereceye getirileceği ve mükafatlandırılacağı anlaşılmaktadır. İslâm dini, insanı toplum içinde değer kazanan, hizmetleriyle toplumu yararlandıran ve topumun hizmetlerinden de nasibini alan bir varlık olarak görür; dil, soy, renk, zenginlik, yoksulluk, gibi şeyleri üstünlük ve farklılık vasıtası saymaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Adem'in oğullarıdır. Adem'i de Allah, topraktan yaratmıştır.”” Ey insanlar! İyi biliniz ki Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab'a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza Allah korkusu dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” İslâm dininin yayılmaya başladığı yıllarda yeryüzünde haksızlıklar, zulümler, yersiz kavgalar, cinayetler, kol geziyordu; asiller, köylüler, beyazlar, siyahlar, hürler, köleler, zenginler, yoksullar, erkekler, kadınlar ayırımı acımasız bir şekilde varlığını hissettiriyordu. Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri; Bilâl-i Habeşî Hazretlerine: "Kara kadının oğlu!" deyivermişti. Bu söz Peygamberimiz (s.a.s) ulaşınca, Ebu Zerr'i: 'Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen, içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!" diye azarladı. Ebu Zer (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: "Bilâl yanağıma ayağıyla basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!" diyerek özür diledi. Hz. Bilâl (r.a) bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr'in (r.a) ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.101 Hz. Osman (r.a)'m halifeliği sırasında bir sahâbi yine aynı şahsı yani Ebu Zer Hazretlerini (r.a) Rebeze'de görmüştü. Burası Medine'ye yakın bir köydü. Ebu Zerr (r.a)'in ve hizmetçisinin üstünde aynı kumaştan birer gömlek vardı. Ona: “İkisini birleştirip de takım elbise yapsaydın ya!" deyince Hz. Ebu Zerr (r.a), Peygamberimiz (s.a.s)’den işittiği şu hadisi nakletti: "...Hizmetçileriniz Allah'ın, iradenize emanet ettiği kardeşlerinizdir. Kimin yanında hizmetçi bulunursa kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz kendilerine yardım ediniz.” Peygamberimiz (s.a.s) âzâd ederek hürriyetine kavuşturduğu Zeyd Bin Harise (r.a) ve bu zatın oğlu Üsame (r.a)’yi ordu kumandanlığına getirmişti. Siyah derili bir zât olan Bilâl-i Habeşî'yi (r.a) de camiin müezzinliğine getirmiş, aynı zamanda önemli memuriyetlerde vazifelendirmişti. Bir de Ümmü Eymen vardır. Bu kadın, "câriye- hizmetçi" statüsünde olup hürriyetine kavuşturulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s)’in dadısı olarak da bilinen bu kadına Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.): "Anneciğim, anneciğimi" diye hitap ediyordu. Köle ve hizmetçilerin değersiz sayıldığı bir zamanda, Peygamberimiz (s.a.s), Ümmü Eymen (r.a)'e : "Anneciğim!" demesi köklü bir düşünce değişikliğini müjdeliyordu. Bu düşüncenin esasını da: " Ne olursa olsun insanı insan olarak sevip saymak" oluşturuyordu. Bu konuda son bir misâl daha nakledelim: Amr b. As (r.a) Mısır valisi iken oğlu Abdullah, bir Mısırlıyı dövmüştü. Dövülen kişi Hz. Ömer (r.a)'e şikâyette bulundu. O da hem Abdullah'ı hem de babasını çağırdı. Mısırlıya sopa verip Abdullah'a vurdurdu. Neredeyse Amr (r.a) da cezalandıracaktı. Ancak o: “Bu işte benim herhangi bir rolüm yok" diyerek yakasını kurtardı. Abdullah'ın, vali olan babasına güvenerek buna yeltendiğini fark eden Hz. Ömer (r.a), Amr b. As (r.a)'a şu meşhur sözünü söylemiştir: "Ey Amr! Analarından hür doğan insanları nasıl köle yaparsınız? " Bu misallerden de anlaşılıyor ki, İslâm dini, İnsana saygı esasını" getirmiştir. Irk ayrımım yasaklamıştır. Hatta yayıldığı zamandaki geleneklerin aksine, hizmetçiler de ev sahipleriyle aynı sofrada yemek yemeye ve aynı elbiselerden giyinmeye başlamışlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) elbisesinin temiz ve tertipli olmasına özen gösterirdi. Giydiği bir elbisenin kendisine mümkün olan en uzun süre temiz olarak hizmet etmesine ve ihtiyacım karşılamasına dikkat eder, yeni bir elbise sahibi olduğunda Allah'a hamdeder. “Rengi hafif değişti, boyasını hafif attı" diye herhangi bir elbiseyi giymemezlik etmezdi. Kumaşta; alacasız, desensiz olanı beğenir, göze batıcı, rahatsız edici çiğ renkleri tercih etmezdi. Bundan, estetiğe önem verdiğini anlıyoruz. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu mevzuda lüks ve israfa yönelmeyi, bu yolla büyüklenmeyi doğru bulmazdı. Buna göre, O'nun, giyecekle alâkalı düşüncesini: "Temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama" olarak ifade edebiliriz. O, hiç bir zaman bir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzu ederse yerdi, etmezse bırakırdı. Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı; yemeğe başlarken besmele çekerdi. Tabağındaki yemeği mümkün mertebe bitirmeye çalışırdı. Ekmeği yiyeceği kadar alırdı, yani ekmeği ve yemeği, artırarak çöpe atmayı doğru bulmazdı. Sofraya oturduğunda daha önce doymuş bile olsa herkesin yemeğini yemesini beklerdi; yemek devam ederken müsaade almaksızın herkesten önce kalkılıp gidilmesini doğru bulmazdı. Yemeğin temiz olmasına, yemeye elverişliliğine ve helalinden kazanılmış olmasına özen gösterir, yemek bittikten sonra “elhamdülillah” derdi. Önemli bir mazereti yoksa yemek davetlerine katılırdı. Davet sahibi her ne hazırlamış ise-hatta hazırlanan sade bir tirit bile olsa- memnuniyetle, tebessümle ve iştahla yerdi. Davet sahibini incitmezdi. Suyu, dibi görünen bir kaptan içerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokuları, ikram edilince severek kullanır, reyhan çiçeği gibi güzel kokulu çiçekler ikram edilince de geri çevirmezdi. Yavaş yavaş konuşur, her sözün arasını ayırt ederdi; hatta dinleyen konuşulanları ezberleyebilirdi. İyi anlaşılması gereken sözleri birkaç kere tekrarlardı, konuşurken muhatabının akıl ve anlayış seviyesini gözetirdi. Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Görgü tanıklarına göre tebessüm edince dişleri inci tanesi gibi görünürdü. Dişleri çok bakımlı idi, sürekli fırçalardı. Bunu, içinde belli miktarda florin maddesi ihtiva eden misvakla yapıyordu. Buna, o günün diş fırçası denilebilir. Peygamberimiz (s.a.s), ölümünden önce en son yaptığı işlerden birinin, dişlerini fırçalamak olması da fevkalâde düşündürücüdür. Gönülde sıkıntı doğuran; kindarlık, çekememezlik gibi kötülüklerin doğmasına sebep olan, vakar ve ağırbaşlılığı gideren zararlı şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları yapar ve çevresindeki Müslümanların da yapmasına engel olmazdı. Bilhassa kendisi çocuklara çok şaka yapardı. Ev döşemesinde de Hz. Peygamber (s.a.s.) sade bir yol takip etmiştir. O, bu konuda örfe uymuş, gelenekte olan sedir, divan, hasır, yatak, leğen, ibrik ve diğer ev eşyasını kullanmıştır. Yalnız bunların en lüksü, en pahalısı olsun Hz. Peygamber (s.a.s.) yakınlarla ilgilenmeye, komşularla ve diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmaya, herkese imkânlar elverdikçe yardımcı olmaya, bilhassa yoksulları gözetmeye önem veriyordu. Bilhassa anne babalara karşı hâl hatır sormanın ve ihtiyaçlarım gidermenin en kutsî vazifeler arasında olduğunu ısrarla belirtiyordu. O, küçük yaşlarda iken annesini kaybetmişti, bu sebeple onu daima hasrede anardı. Süt annesi Halime'ye özel yer gösterip oturtarak saygıda kusur etmediği gibi, maddî ihtiyaçlarım da karşılıyordu. Yine bunun gibi kendisine süt emziren Süveybe ile ölünceye kadar alâkadar olmuş, daima mektup, selâm ve para göndererek gönlünü almıştı. Kendisine süt emzirdiği sanılan Ümmü Süleym ve Ümmü Haram'a da çok saygı göstermişti. Süt kardeşi Şeyma ile yakinen ilgilenmiş, çocukluk yıllarının bir bölümünü evinde geçirdiği Ebu Talib'in eşi Fatma hanıma da "Anneciğim! Anneciğim” diyerek yakın bir ilgi göstermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) çok cömertti, insanlara da cömertliği tavsiye ediyordu. Ashab'dan Câbir b. Abdullah (r.a) diyor ki: "Rasûl-i Ekrem Hazretlerinden dünya ile alâkalı bir şey istenilince asla reddetmez istenilen şey varsa verir; yoksa vâdederdi.” Hz. Aişe (r.a) ise şöyle diyor. "Peygamberimiz (s.a.s.), kendisine bir hediye geldiği zaman onu getiren kişiye daha fazla ve değerlisiyle karşılık verirdi. " Peygamberimiz (s.a.s.) daima "büyüklere saygı, küçüklere şefkat" gösterilmesini isterdi. Kendi çocuklarına, öteki Müslüman çocuklarına ve hatta müşrik çocuklarına karşı çok şefkatli idi. Yolda rasdadığı çocukları devesine bindirir, gezdirir, onlarla ilgilenirdi. Adaletli idi; iltiması, maksatlı olarak taraf tutmayı, adam kayırmayı yasaklıyordu. Ne kimsenin hakkım yerdi, ne de kimseye hakkım yedirirdi. Çirkin sözler söylemezdi; haya, terbiye ve nezakete aykırı hiçbir davranışta bulunmazdı. Umumî yerlerde gürültü yapmaz, bağırıp çağırmaz, kimseyi rahatsız etmezdi; hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir kişide gördüğü kötü davranışı giderirken, o kişinin şahsiyetini incitmemeye özen gösterirdi; dolayısıyla sırf o kişiyi kastetmeksizin, öyle bir davranışın kötü olduğunu umuma duyururdu. Tevbe Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, siziin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır ve güç gelir, üstünüze çok düşkündür Müzminleri cidden esirgeyicidir; bağışlayıcıdır O." (Tevbe- 9/128). Bu âyette Yüce Allah: “Rauf rahim: Çok şefkatli çok merhametli" mânâsına gelen iki ismini peygamberleri arasında sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında anmıştır. İşte bunun içindir ki, düşmanları tel’in etmesini isteyen birine: ”Ben lanet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim!" cevabım vermiştir. Her müşkili olan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in huzuruna endişe duymaksızın gider, dileğini rahatça iletirdi. Hastalarla ilgilenir, onlara geçmiş olsun der, ağır ise telkinde bulunur, cenazeye gider, yakınlarına başsağlığı diler, teselli eder, cenaze sahiplerine teselli verilmesini, yardımcı ve destek olunmasını isterdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) ilme çok önem verirdi, onun en mühim bir özelliği öğretmenlikti; Müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin kenarında ya da camide toplanarak O'nun öğrettiklerini öğreniyorlardı. Bir de daha ziyade bekâr ve kimsesizlerin barındığı yatılı bir okul vardı ki, buna Suffe Okulu deniliyordu. Bu okulun talebeleri sayı olarak 70-400 arasında değişiyordu. Peygamberimiz (s.a.s) kendisine getirilen hediyelerin hemen çoğunu okulun talebelerine gönderir, zekât ve sadaka yardımlarını da onlara aktarırdı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Ehl-i Beyt'i bu tür yardımlardan yararlanamazlardı. Şu hâdise; Hz. Peygamber (s.a.s) talebelerine verdiği önemi göstermesi bakımından enteresandır: Peygamber (s.a.s)’in kızı Fâtıma, yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su taşımaktan elleri yaralanırdı, bir gün babasından bir hizmetçi istedi. O sırada bir savaş sonunda Medine'ye ganimet malları gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) Fâtıma'nın isteğini: "Suffe talebeleri böyle yoksul yaşarken siz nasıl hizmetçi verebilirim?" diyerek geri çevirdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) çok mütevazı idi. Nakledeceğim şu sözü bu açıdan mühimdir: “Hristiyanların İsa hakkında ‘Allah'ın oğlu' dedikleri gibi beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben ancak Allah'ın kuluyum, siz de benim hakkımda Allah'ın kulu ve elçisi deyin." Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) huzuruna bir kadın geldi: "Yâ Rasûlullâh! Benim size arz edecek bir ihtiyacım var!" dedi. Bu, yaşlı bir kadındı, belki de bunamıştı. Buna rağmen Peygamberimiz (s.a.s.) her insana verdiği değeri ona da verdi: 'Ey kadın! Medine'nin herhangi bir yerinde, nerede istersen geleyim, ihtiyacını söyle, halletmeye çalışayım!" dedi. Kadın, istediği bir yere gitti. Peygamberimiz (s.a.s.) de onu takip etti ve ihtiyacını gidererek hoşnut etti. Yine bir gün adamın biri Peygamberimiz (s.a.s) ziyarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye şöyle dedi: "Arkadaş, titreme! Ben bir kral değilim, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” Ev içindeki davranışları da O'nun ne kadar mütevazi olduğunu gösteriyor. Hz. Aişe (r. a)’den, ev içinde Peygamberimiz (s.a.s) davranışlarından sorulduğunda şu bilgiyi verdi: "Peygamberimiz (s. a. s.), evinin içine girdiği zaman herhangi bir fevkalâdelik ve inziva göstermeden insanlardan herhangi biri gibi tevazu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur; koyunlarını eli ile sağar; ailelerine ev işlerinde gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alışveriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashab-ı Kiram:”Müsaade buyurunuz da biz taşıyalım.” Derlerse de: “Herkes kendi yükünü taşısın!” buyurdu. Bir kere Habeşistan hükümdarının elçileri Peygamberimiz (s.a.s) huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlarla yakından ilgilendi. Ashab'tan bazıları: “ Ey Allah'ın Rasûlü! Biz hizmet ederiz, siz istirahat buyurunuz!" dediler. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) bunlara şu cevabı verdi: "Bunlar, Habeşistan'a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim. " Kendisini tanımak üzere taşradan gelen kabile temsilcilerini misafirhanelerde ağırlar, onlara yakınlık gösterir, onlara öğretmenler tayin eder, maddî ihtiyaçlarım karşılamak için memurlar vazifelendirir, kabilelerine döneceklerinde de azık hazırlatır, kendisine ve İslâm dinine alâka duyarak ziyarete gelen bu insanları unutamayacakları bir vefa duygusuyla uğurlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) ittifaklarına bağlılıkta da vefalı idi. Hudeybiye'de Müslümanların yanında antlaşmaya katılan Huzâe kabilesi, Kureyş'in yanında antlaşmaya giren Benu Bekir'in saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de bunları destekliyorlardı. Huzâeliler durumu Hz. Muhammed (s.a.s) ilettiklerinde o, derhâl ordusunu hazırladı ve yola koyuldu. Bu hâdise Mekke fethinin sebebi olarak tarihe geçti. Hz. Peygamber (s.a.s)’in âdâb-ı muaşeretle alâkalı özet incelememizi şöyle sonuçlandıralım: "O; insanların iyi niyetli, gayretli, çalışkan, şefkatli, yardımsever, temiz tertipli, dürüst, mütevazı, vefalı olmalarını istiyor; onları dağınık, pis, kötü niyetli, tembel, acımasız yalancı ve gururlu olmaktan sakındırıyordu, insanların birbirlerini sevip saymalarını, birbirlerine destek olmalarını, sorumluluk duygusuna ve üstün vazife şuuruna sahip bulunmalarını arzu ediyordu." Hz. Mevlana ; “Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kuzunun düşmanı ve avcısı kurttur. Lakin hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır. Bu sebeple beşeriyet daima kendilerini nefsin tuzaklarına karşı irşad edecek, ince ruhlu, zarif ve rakik kalpli rehberlere muhtaçtır.” Diyor..
Aziz Mahmud Hüdai’nin şiiri: Ayinedir bu âlem her şey hak ile kaim, Mirat’ı Muhammed’den Allah görünür dâim!..
Şeyh Galip’in şiri; Hutben okunur minber-i iklimi bekâda, Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda, Gülbeng-i kudümün çekilir arş-ı Huda’da, Esmâ-i Şerifin anılır arz-u semâda.
Sen Ahmed-ü Mahmud-u Muhammed’sin Efendim. Hak’tan bize sultan-ı müeyyedsin Efendim.f Eğer kalpler âmâ değilse O’nu mutlaka görür. Eğer şaşı değilse, O’nda hiçbir zaaf bulamaz. Yani O’na kusur izâfe etmeye çalışanlar, aslında kendi acziyet, hatâ ve noksanlıklarını ifâde etmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Kaynaklar: Ahmed Şahin, Günlük hayatımızda Peygaberimizle Yaşamak, Cihan Yayınları, İstanbul, 2006. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 30.Cilt, M maddesi, S.408-423 Mehmet Paksu, Peygamberimizin Örnek Ahlakı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2010. Hüseyin Algül, Peygamberimizin Şemaili Ahlak ve Adabı, Nil Yayınları, İstanbul. Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları, İstanbul, 2010. Vehbi Karakaş, Rahmet Peygamberi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006
Yazının pdfsi için tıklayınız.
|
2282 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |