Sokak Hayvanları ve Osmanlı
Eskiler imanı, “Allah’ın emirlerine hürmet” ve “mahluklarına şefkat” olarak hülasa etmiş. İnsanlara iyilik yaparken, hayvanları da ihmal etmemiş. İslâm kültüründe, kul hakkı yemenin kötülüğü anlatılırken, havyan hakkının, insan hakkından da yukarı olduğuna dikkat çekilir. Zira insanlara verilen zararı telâfi edip, onlarla helâlleşmek mümkündür. Ama hayvanlarla mümkün değildir. Zira hayvanın aklı yoktur. Zarar veren hayvanı, canını yakmadan öldürmek câizdir. Önceki milletlerden birinde, bir köpeğe su verdiği için cennetlik olan kötü bir kadın ile bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olduğu için cehennemi hakkeden saliha bir kadının hikâyesini Hazret-i Peygamber anlatmıştır. Bu korku ile eskiler, kendi yemeden hayvanını yedirmiş; ahır hayvanlarının altını temizlemiş, onların suyunu, yemini kontrol etmeden yatmamıştır. Hükümet de, mesela kümes hayvanını baş aşağı taşıyanlara; ata, eşeğe takatinin üzerine yük yükleyenlere ceza vermiştir. Hayvana kötülük yapan, Osmanlı cemiyetinde barınamazdı. Osmanlılar, sokak köpeklerinin yiyecek bulması, sıcak günlerde kuşların su içmesi, kanadı kırık leyleklerin tedavisi, dağda aç kalan kurtlara et verilmesi, yaralı atların iyileştirilmesi için vakıflar kurmuşlar. Cami, medrese, saray gibi binaların güneş alan ve rüzgar vurmayan cephelerinde, insanların ulaşamayacağı yükseklikte kuş evleri yapmışlar. Mezarların üzerine kuşların su içmesi için küçük tekneler yerleştirmişler. Vakıflar arşivinde, eskilerin hayvan sevgisi ve merhametini gösteren çok enteresan vakıflar vardır. Meselâ İzmir’de Mürselli İbrahim Ağa, 1307’de, Ödemiş Yeni Câmi civarındaki leyleklerin beslenmesi için senelik 100 kuruş vakfetmiş. Adana Beylerbeyi Ramazanoğlu Pîrî Paşa, 1558’de, binek ve besi hayvanlarının otlaması için mera vakfetmiş. Lütfi Paşa, 1544’de Tire’de gelip geçen yolcuların hayvanlarının su içmesi için çeşme, yalak ve havuz vakfetmiş. Rumelihisarı’nda 1778 tarihli Hacı Seyyid Mustafa vakfının vakfiyesinde, “her gün 30’ar akçelik taze ekmek alınıp sokak köpeklerine yedirile” diye yazar. 1707 senesine ait Çandarlızade Mehmed Bey vakfı, güvercinlerin bakımı için bir güvercinhane kurmuş ve çiftlik evini buna vakfetmiş. Şam’da Mescidül-Kıtat (Kediler Câmii) adında bir câmi vardır. Kıtat, kediler demektir. Burası, aynı zamanda sokağa atılan kedi yavrularını himaye için kurulmuş bir vakıftır. Câmi kayyımı, yüzlerce kedi yavrusunu vakıftan ciğer getirerek beslediği bir câmidir. Şam’da Merci meydanından, Şam Üniversitesi ve Şam fuarının da dâhil olmak üzere, Mezze’ye kadar olan yerler, hayvanları himaye için kurulmuş bir vakıftır. Burası 2,5 km uzunluğunda, ortasından nehir geçen bir arazidir. Yaşlandığı veya hastalandığı için artık iş yapamaz hâle gelen binek hayvanları, öldürülmez, vurulmaz, ölüme terk edilmez; burada bakılır. Bayezid Kütüphanesi müdürü İsmail Saib Sencer, yüzlerce kediye bakardı. Bu sebeple Bayezid Kütüphanesi’ne, Kedili Kütüphane denirdi. Eskiden beri onlarca, yüzlerce sokak kedisine bakan, onarı besleyen insanlar olmuştur. hele eşten dosttan vefa görmeyen, çoluk çocuğu olmayan, olsa da bunlardan alâka bulamayanlar, muhabbet ve merhametini kedilere vedirler.
Bazı eski evlerin önünde üzeri tabak gibi oyulmuş taşlar görülür. Bunlar, sokak hayvanlarına yemek vermek üzere dikilmiştir. Evde artan yemekler, kemikler vs bu taşların üzerine konur. Sokak köpekleri, kedileri gelip bunları yer. Eskiden bilhassa köpekler sokakları paylaştığı için bir sokağın köpeği, diğerine geçmezdi. Bu sebeple evlerin önünde bir hırlaşma da mevzubahis olmazdı. Leylekler, güvercinler, serçeler, kırlangıçlar, hiç korkmadan herhangi bir evin tepesine, bacasına yuvalarını yapabilmişler. Eti yenen hayvanlardan olduğu halde, bilhassa leylekleri avlamayı kimse aklından geçirmez. Soğuklar başlayınca cenuba göç etmesinden dolayı “hacı kuş” denilen leyleğe ayrı bir hürmet edilir. Hele Bursa’da bir leylek hastanesi vardır ki, “gurabahâne-i laklakan” diye meşhurdur. Laklak, leylek demektir malum. Gagasıyla çıkardığı biteviye ses, ona isim olmuştur. Sembolist şair ve yazar Ahmed Haşim’in bir hikâyesine de mevzu olan gurabahâne, kanadı kırık leyleklerin tedavisi için kurulmuş bir hayvan hastahanesi ve bakımevidir. İyileşen leylekler, gideceği yere gitmek üzere salıverilir. Her şehir evinde bir küçük bahçe ve bunda da kümes vardı. Yumurtasından istifade için beslenirdi ama netice itibariyle her evde bir hayvan bakılırdı. Hele farelerin eksik olmadığı ahşap evlerde, kedisiz olmazdı. Her evin kedisi, âdetâ çocuğu gibidir. Hatta çocuğa fazla alâka gösterseler, kıskanır. Köylük yerlerde bir koyun kaybolunca, koyunu yememesi için kurdun ağzı bağlanır. Bunun için ocaktan insanlar, kendine has bir merasimle bir ipi bağlayarak Veşşemsi suresini okurlar. Koyun bulununca, yine benzeri bir merasimle bu sefer kurdun ağzı açılır. Kurt, vahşi de olsa, Allah’ın bir mahlukudur, ona da merhamet göstermek lâzımdır. Ağzı bağlı kalırsa, ölür. Tarih boyunca İstanbul şehrinin bir parçası olmuş olan köpekler özellikle Osmanlılar döneminde ayrıcalıklı bir yere sahip oldular. İstanbul’un sokaklarında mahallelerinde serbestçe dolaşan köpekler yabancı seyyah ve gözlemcilerin de ilgisini çekmiş o dönemlerdeki İstanbul kart postallarının olmazsa olmazı gibi bir yer edinmişti. İstanbul halkının hayvan sevgisi ve köpeklere gösterdiği özen 1909 yılında Avrupa’da yayınlamış bir kitapta şöyle ifade ediliyordu: "Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur. Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadardır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir sokağı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi'nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyorlar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor."' 19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler, şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri ne evlerine de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse-hiç olmazsa Stambul’da işlerine veyahut istirahatlerine en ufak bir şekilde karışmaz.” 1800’lü yıllarda sayıları 60 bini bulan köpekler şehrin bir parçası olarak kabul edilmekteydi. Köpekler İstanbul halkı tarafından sevilirdi ve beslenmeleri halk tarafından karşılanırdı. Buna karşın köpeklerin şehirde güvenlik, sağlık ve temizlikle ilgili çeşitli toplumsal görevleri bulunmaktaydı. İstanbul’un köpekleri geceleri kendi mahallelerine gelen yabancılara ve şüpheli kimselere saldırarak bir çeşit zabıta görevi görürdü. Köpeklerin bir diğer faydası ise şehrin temizliği ile ilgiliydi. Kapı ve pencerelerden atılan yemek artıklarını yiyip bitirmeleriyle bu işlevi yerine getiriyorlardı. Böylece çöp sorununun tam olarak çözülemediği şehirde köpekler çöp sorununa da çözüyorlardı. Bu şekilde şehrin sağlığına da katkı da bulunuyorlardı. Osmanlı klasik döneminde şehrin bir öğesi kabul edilen ve önemli bir işlev gören köpeklere bakış açısı modernleşmeyle beraber değişmeye başladı. Şehir hayatının canlanması ile mahallelerin özerkliğinin, mekansal sınırların ortadan kalkması mahalleler arasındaki geçişlerin hızlanması İstanbul köpeklerinin bir sorun olarak görülmesine yol açacaktı. Halk için olmasa da yöneticiler için köpekler artık şehirden sürülmesi gereken istenmeyen hayvanlar olarak görülmeye başlandı. İstanbul’u sokak köpeklerinden temizlemek için ilk teşebbüs Sulatan II.Mahmut’tan geldi. Vapurlara toplanan köpekler Hayırsız Adaya sürüldüler. Ancak çıkan ani bir fırtına sonucunda vapur geldiği sahile geri dönmek zorunda kaldı. İstanbul halkı da köpeklerin sürgün edilmesine karşıydı. Padişaha yapılan başvuruların sonunda bu karardan kesin olarak dönüldü. İstanbul köpeklerinin sürülmesi ile ilgili olarak bir diğer teşebbüs Sultan Abdülaziz döneminde yaşandı. Köpekler toplanarak gemilerle yine Hayırsız Adaya gönderildi. Ancak bir süre sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde çıkan yangınlar köpeklerine bağlı halkın bir intikamı olarak değerlendirildi ve ikinci bir emirle köpekler tekrar şehre getirildiler. II. Abdülhamit döneminde ise köpekler en rahat dönemlerinden birini yaşadılar. Padişah köpeklerle uğraşmak yerine kuduz hastalığı ile mücadele için dünyanın üçüncü Kuduz Enstitüsünü İstanbul’da kurdurdu. Ancak İstanbul köpeklerinin bu rahat dönemi Meşrutiyetin ilanı ve yönetimde yaşanan değişikliklerle sona erdi. Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı, Suphi Bey’in İstanbul Şehremini olduğu 1910 yılında İstanbul köpekleri için kesin bir sürgün kararı alındı. Bu kararda şehirleşmeyle beraber köpeklerin bir sorun olarak çıkması kadar İttihat ve Terakkinin “daha Avrupalı görünme kaygısı” da etkili oldu. Yüzyıllardır İstanbulluların sevdiği, beslediği, mahallelerde sokaklarda sosyal hayatın içinde önemli bir figür olan köpekler birkaç gün içinde toplandı, kafeslerle tıkıldı, mavnalara yüklenerek Hayırsız Adaya götürüldüler. Marmara denizinin İstanbul’a yakın tarafında bulunan Hayırsız Ada sadece bir kayaydı. Üzerinde dikili bir ağaç yoktu, hayvanların yiyecek bulabilecekleri büyük bir ada değildi. İstanbul’dan toplanan 80 bin köpek bu adaya bırakılarak ölüme terk edildi. Adaya bırakılan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladılar. O günlerde onların acı sesleri ve ulumaları İstanbul sahillerine kadar ulaşmaktaydı. Bir süre sonra ise sesler kesildi. Çünkü açlığa ve susuzluğa dayanamayarak öldüler. Köpeklerin çığlıklarını duyan İstanbul halkının, bu sesleri ölene kadar unutmadıkları rivayet edilir. Adadaki köpeklerin durumunu bizzat gözlemleyen Fransız bir gazeteci ise gördüğü manzarayı şöyle tasvir ediyordu: "Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku..
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi. Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...” Fransız gazetecinin çizdiği bu tablo köpeklerin sürgünün ne kadar acımasızca yapıldığını gözler önüne sermekte. Konunun uzmanlarından İrvin Cemil Schick İstanbul köpeklerinin imhasında İttihat ve Terakkinin sorumlu olduğunu ifade ederken imhanın başarıya ulaşmasında cemiyetin yönetim anlayışının etkili olduğunu şu şekilde ifade eder: 1826 yılında Yeniçeri Ocaklarını topa tutan hayatta kalanları da ağaçlarda sallandıran Sultan II.Mahmut bile köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın muhalefeti karşısında feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve Terakki hükümetine gelince durum çok farklıydı… Askeri güç ile iktidara geldiklerinden kendilerinden başka kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. Şehri fethetmeye ve sömürgeleştirmeye insanlarla köpekler arasındaki mekan çekişmesini kesin ve nihai bir şekilde halletmeye koyuldular. Ve ne vatandaşların, duygularını dikkate aldıklarından, ne de merhamete kapıldıklarından dehşet verici bir başarıya ulaştılar.”
Kaynaklar: http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/230393/istanbul-kopekleri-hayirsiz-adaya-nicin-gonderildi- (İrvin Cemil Schick; İstanbul’da 1910’da gerçekleşen büyük köpek itlafı, Toplumsal Tarih Ağustos 2010 Taner Timur,Köpekler, Büyük İstanbul Ansiklopedisi Taner Timur,19.yyda İstanbul’un Köpekleri, Tarih ve Toplum Eylül 1993 Edhem Eldem, İstanbul Köpeklerinin Hayırsız Ada sürgünü, Toplumsal Tarih, Eylül 2010) http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=557
|
1815 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |