Bir Göç Hiikayesi Bir Göç Hikayesi adlı sunu-slayt pdf için tıklayınız. Bir Göç Hikayesi videosunu tariheglencesi adlı youtube kanalından seyredebilirsiniz. 1. Giriş:
Göç, şahısların bir iskân ünitesinden diğerine yerleşmek suretiyle yaptıkları coğrafî yer değiştirme hareketidir. Bu hareket, tabii âfet ve kıtlık gibi tabi sebeplere veya iktisadî, dinî ve siyasî baskı gibi sosyal sebeplere bağlıdır. Savaş sıralarında ve müteakip devirlerde galiplerden bazılarının mağluplara reva gördükleri sert muameleler sonucu yerli ahâlinin bir kısmı veya tamamı kendilerini daha emniyetli hissedecekleri diyarlara göç eder. Oysa, kişilerin, insan olarak taşıdıkları değerin sömürü, baskı, kıyım ve her türlü tabii güç karşısında korunması en doğal haklarıdır. Son dönemde Suriye iç savaşının yaşaması ve milyonlarca Suriyelinin ülkelerini terk etmek zorunda kalması ve bunun beraberinde getirdiği siyasî, sosyal, ekonomik ve bilhassa insanî sorunlar göç meselesini dünyanın, sınır komşusu olması dolayısıyla da özellikle de Türkiye’nin gündemine sokmuştur. Çünkü bu göçlerden en çok etkilenen devlet Türkiye olmuştur. Herhangi bir nedenden dolayı zulme uğrayacağı ya da ölebileceğinden korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ülkesine dönmek istemeyen kişiler mülteci (refugee) olarak kabul edilmektedir. Ülkesini terk ederek, mülteci olduğu iddiasıyla bir başka ülkeye sığınan fakat henüz mülteci olup olmadığı hakkında yetkili merciler tarafından karar verilmemiş kimseler ise sığınmacı (asylum seeker, defector) şeklinde ifade edilmektedir. Bir mülteci ya da sığınmacının ülkesi dışında başka ülkeye yasal ya da yasa dışı yollar ile gitmesi fiili ise iltica (sığınma, asylum) olarak isimlendirilir. Yasa dışı göçmen için gittiği ülkede kendisi için koruma tedbiri alınmazken; mülteci ve sığınmacılar için gittikleri ülkede kendileri için koruma tedbirleri alınır. Tarihteki ilk büyük kitlesel göç olayı, 4. yüzyıl ortalarında Çin devletinin egemenliğinden kurtulmak için batıya doğru hareket eden Hunların Karadeniz’in kuzeyine yerleşmesi sonucunda buradan kaçan Cermen kavimlerinin yıllar boyunca Avrupa Kıtası’nı istila etmesi olarak kendisini gösteren ve bugünkü Avrupa devletlerinin temelini attığı kabul edilen Kavimler Göçü’dür. Farklı bölgeler arasında gerçekleşen bu kitlesel göçler Avrupa’da yeni ülkelerin oluşmasına ve imparatorlukların / devletlerin kurulmasına neden olmuştur. Kıtalar arası göç olayları Amerika kıtasının keşfi ile deniz aşırı bir boyut kazanmıştır. 16. yüzyıldan itibaren insanlar kitleler halinde Avrupa’dan yeni bir hayat umuduyla okyanus ötesine yani Amerika kıtasına göç etmiş ve yerleşmiştir. 15. ve 18. yüzyıllar arasında (yoğun olarak 1619-1776 yılları arasında) Avrupalı tüccarlar Kuzey Afrika'dan topladıkları yaklaşık 15 milyon insanı köle olarak çalıştırmak üzere Güney Amerika'ya, Karayib adalarına ve Brezilya'ya götürmüşlerdir. Böylece Avrupa üç yüzyıl oyunca dünyanın göç hareketlerine yön vermiştir. İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa gelişen nüfuslarına yeni yerleşme yerleri sağlamak üzere sömürgeler kurmuş, 1830–1930 yılları arasında (yoğunlukla 1850-1914 yılları arasında) 55–60 milyon Avrupalı denizaşırı ülkelere göç etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri bu göç dalgası için–Kanada, Brezilya ve Arjantin’e göre- ana hedef ülke olmuş, uluslararası göçün doruk noktasına ulaştığı 1900–1909 yılları arasında 8,2 milyon, 1892-1924 yıllar arasında ise toplamda yaklaşık 20 milyon göçmenin bu ülkeye girdiği kaydedilmiştir. 1830-1860 yılları arasında İngilizler, İrlandalılar ve Almanlar Amerika kıtasına göç edenlerin büyük çoğunluğunu oluşturmuştur. 1860-1890 yılları arasında bu göçe İskandinavlar da katılmıştır, 1890-1950 yılları arasında ise göçün Kanada’ya doğru kaydığı görülmektedir. Yaşanan bu uluslararası göç dalgaları dünyanın demografik, etnik ve kültürel yapısını önemli ölçüde değiştirmiştir. Avrupa kökenli göçmenler Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Yeni Zelanda'da yeni devletlerin oluşumuna yol açmışlardır. Bu yeni devletlerde yerliler ise azınlık durumuna düşürülmüştür. 19. Yüzyılda milyonlarca insan Çin ve Hindistan’dan Amerika ve Avrupa’ya sözleşmeli işçi olarak gönderilmiş; 20. yüzyılda meydana gelen iki büyük dünya savaşı milyonlarca insanı yurdundan etmiştir 1920'li (Türkiye – Yunanistan, Türkiye – Bulgaristan; Rus Devrimi) ve 1930’lu (Nazi Soykırımı) yıllar büyük çapta nüfus mübadeleleri ve sürgünler sürecine sahne olmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden ayağa kalkmaya çalışan Avrupa ülkeleri, işgücü gereksinimini karşılamak üzere az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden işçi göçü kabul etmeye başlamıştır. Bu ülkelerin başında gelen Almanya 1954 yılından 1970’lere kadar Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Türkiye’den; Fransa ise Fas, Tunus ve Cezayir ‘den insan gücü alımı gerçekleştirmiştir. Ekonomik etkenlerle oluşan bu göç ilişkisini daha çok insanların arzularına bağlı olarak geliştiği için gönüllülük çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. 1947 yılında Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılması neticesinde dünyanın gördüğü en geniş göç dalgası yaşanmış ve yaklaşık 18 milyon Hindu ve Müslüman mübadele edilmiştir. 1945 ve 1961 yılları arasında Berlin duvarının inşası ile birlikte yaklaşık 3,7 milyon Doğu Alman Batı’ya kaçmıştır. İsrail’in kurulmasından sonra kısa sürede yaklaşık 250.000 Yahudi İsrail’e göç ederken, yüz binlerce (tahminen 700.000) Filistinli komşu ülkelere iltica etmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen Romanya – Bulgaristan sınırı nedeniyle yaklaşık 100.000 Bulgar Bulgaristan’a ve 120.000 Romen Romanya’ya göç etmiştir. 1979 yılı Aralık ayından itibaren SSCB işgali nedeniyle yaklaşık 2.5 milyon Afganlı Pakistan’a iltica etmiştir. İran - Irak Savaşı ve Körfez Savaşı sürecinde yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii ülkelerini terk ederek Türkiye ve İran’da mülteci ve sığınmacı durumuna düşmüştür. 1990-1991Körfez Krizi nedeniyle yaklaşık 4 milyon kişinin (İran, Irak, Türkiye, Kuveyt ve Suudi Arabistan ekseninde) göç ettiği tahmin edilmektedir. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra milyonlarca insan iltica etmiştir. Çok daha yüksek bir ekonomik kalkınma seviyesine, daha yüksek işçi ücretlerine ve neredeyse tüm BDT ülkelerinden çok daha etkili istihdam fırsatlarına sahip olması sebebiyle BDT ülkelerinin (özellikle Ukrayna ve Kafkasya ülkelerinin) ana hedefi Rusya olmuştur. Rusya ve BDT ülkeleri arasında hâlâ süregelen kültürel ve tarihsel benzerlikler de Rusya’ya yapılan büyük ölçekli göçü açıklayabilir. Buna karşın Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’dan büyük göç dalgaları ile Moldova ve Ukrayna’dan da gelen kısmi göçler, aralarında özellikle Yunanistan’ın önde olduğu Avrupa Birliği ülkelerine yönelmiştir. Ermenistan, Gürcistan ve Moldova, işgücünde artan bir dışarıya kaçış süreci yaşanmıştır. 1990’lı yılların başından itibaren yaklaşık bir milyon insanın ya da Ermenistan nüfusunun yaklaşık %25’inin ülkeyi terk ettiği tahmin edilmektedir. Bu ise yaşlı bir nüfusa, cinsiyet dengesizliğine ve vasıflı işgücü kaybına yol açmıştır. Gürcistan’ın nüfusu da bağımsızlığını kazandığından beri bir milyon civarında bir düşüş göstererek, 5.4 milyondan 4.5 milyona inmiştir. Ancak 2000’li yıllara adını yazdıran asıl göç olayı ise BM’nin duyarsızlığı karşısında Suriye’de yaşanmaya devam etmektedir. 2011 yılı bahar aylarından bu yana yaklaşık 2.5 milyon Suriyeli ülkesini terk edip komşu ülkelere (Türkiye, Irak, Ürdin, Lübnan ve Mısır) sığınarak buralardaki mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakılmış ve yaklaşık 5 milyon Suriyeli de ülke içinde göç etmek zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler’ in göç verilerine göre 1970- 2010 arasında dünyadaki uluslararası göçmen sayısı 2,5 kattan daha fazla artmıştır. 1970 yılında 84 milyon olan uluslararası göçmen sayısının kırk yıllık periyodun ilk bölümünde (1970-1990) 1,85 kat artarken (156 milyon), ikinci bölümünde (1990-2010) 1,37 kat artış (214 milyon) gösterdiği görülmektedir. 1970 yılında toplam 84 milyon uluslararası göçmen hemen hemen aynı oranda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında bölüşülürken, özellikle 1990 sonrası süreçte gelişmiş ülkeler lehine önemli değişiklik olmuştur. Nitekim aynı periyodun ilk bölümünde gelişmiş ülkelerde 1,90 kat artış söz konusu iken, ikinci bölümde 1,56 artış göstermiştir. Buna karşılık gelişmekte olan ülkelerde ilk bölümde 1,78 kat artış gerçekleşirken, bu artış ikinci bölümde 1,17 düzeyinde gerçekleşmiştir. Böylece uluslararası göçün temel artış nedeni yoksul ülkelerden zengin ülkelere giden göçmenler oluşturmaktadır. Örneğin 2006 istatistiklerine göre, Fransa’da 186.000, Birleşik Krallık’da 314.000, ABD’de yaklaşık 1 milyon Kolombiya’da 3 milyon, Demokratik Kongo’da 1,8 milyon, Irak’ta 2,1 milyon, Nepal’da 3,6 milyon, Pakistan’da 1 milyon, Sudan’da 1,6 milyon, Suriye’de 1 milyon ve Uganda’da 2 milyon kişi göçmen statüsünde bulunmaktadır. Aynı zamanda dünyada en fazla göçmen veren devletlerin başında Meksika, Filipinler, Afganistan, Pakistan, Bangladeş gelmektedir.[1] 2011 yılından itibaren de Suriyeli mülteciler sorunu ortaya çıkmıştır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin açıkladığı yeni mülteci bilgilerine göre, Suriye'deki savaştan kaçanların sayısı 4 milyon 185 bini geçti. Mültecilerin en büyük bölümü Türkiye'de. Türkiye'deki kayıtlı mülteci sayısı 4 Ekim itibarıyla 2 milyon 72 bin oldu. Suriye'nin güneydeki komşusu Lübnan'da 1 milyon 78 bin, Ürdün'de ise 628 binden fazla mülteci bulunuyor. BM mültecilerin yüzde 51'inin de 0-17 yaş arası çocuk olduğunu vurgulanıyor. 7 milyon 600 bin Suriyeli de savaş yüzünden evlerini terk edip ülke içinde başka bir bölgeye kaçmak zorunda kalmıştır.[2] Hazırladığımız bu proje ile 1930’lu yıllarda Batum’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan iki ailenin göç hikâyelerini, Erbaa’da kaderlerinin birleşmesi ve Erbaa’da yaşadıklarını yansıtmaya çalıştık.
1.1 Projenin Amacı: Göçlerin devletler ve toplumlar üzerindeki etkisini, göçün yaşattığı acıları ortaya koymak, tarihi kayıtlara girmemiş göç hikâyelerini yazılı hale getirerek gelecek nesillere ulaştırmak ve böylece tarihten ders almalarını, bilinçlenmelerini sağlamak.
2. Yöntem ve Teknikler
Tarih boyunca göçler ve bunun sonuçları, Kafkasya’dan yapılan göçler, Gürcü Tarihi ve Gürcü Göçleri ile ilgili kaynak taraması yapıldı. Kaynaklar tasnif edildi. Daha sonra işe yaramayan kaynaklar çıkarıldı. Batum’dan daha önce yapılan göçler üzerinde duruldu. Batum’dan göç eden Tekin ve Mahar ailesinin fertlerinden bu göçle ilgili bilgiler, ayrıca Mahar ailesinin Batum’da kalan aile fertlerinden bilgiler alındı. Daha sonra aile arşivinde yer alan fotoğraflardan yararlanılarak ailenin Batum’dan Erbaa’ya geliş süreci ve Erbaa’daki yaşam süreci takip edildi. Yazılan mektuplardan olaylar, yaşanan duygu ve düşünceler çıkarıldı. Diğer kaynaklar kontrol edilerek bilgiler bir plan dâhilinde yazılı hale getirildi. 3. Sonuçlar ve Tartışma
3.1. Kısa Gürcü Tarihi
Kafkasya’nın yerli halkından olan Gürcüler’in ataları, bu coğrafya içinde M.Ö. II. binlerden itibaren doğulu halklarla ilişkiler içinde olmuşlardır. Bunlar arasında sırasıyla Hititler, Mitanniler, Asurlular ve Urartular yer alır. Bu konudaki ilk bilgilere Asur çivi yazılı yazıtlarda rastlanmaktadır. Daha sonraki yüzyıllarda Antik Çağı yaşayan Gürcüler’in ataları, bu bölgede tarım ve hayvancılıkla uğraşırken ilk kez demir işçiliğinin öncüleri olmuşlardır. Dolayısı ile metal teknolojisini tarıma ve diğer alanlara uygulayan ilk topluluklardandırlar. Yunanlılar’ın Tao (Taohiler) dedikleri Gürcüler, Transkafkasya’da yer almakla birlikte, Önasya’nın siyasal, sosyal ve kültürel yaşamında önemli ölçüde rol oynamışlarıdır M.Ö.9. ve 8. yüzyıllarda Kolha adıyla Karadeniz’in Güneydoğusu’nda oluşan Gürcü birliği, bölgede önemli üretim ve ticaret etkinliği göstermiştir. Gürcüler M.Ö 7.yüzyıl ortalarına kadar Kartvel veya Kartul adıyla ve çeşitli kabileler halinde ve her kabile “Mamasahhlis” ünvanı verilen başkanın yönetimi altında olarak yaşamışlarsa da bu tarihe kadar olan varlık ve yaşamlarına ilişkin önemli bir olay tarih sayfalarında henüz görülmemiştir. Rus yazarları Gürcü adının kökenine ilişkin olarak birkaç olasılık üzerinde duruyorlar. Birincisi; Gürcüler eski zamanlarda darıyı çok ettiklerinden, Süryaniler tarafından darı anlamına gelen “Gariz”e azifetle anılmışlardır. İkincisi; Farsça “Gürcistan” deniliyor ki, “kuvvet” ve kudret memleketi demektir veya Arapça “Curcistan” denmekte olup, Corci, yani Kur nehri ülkesi anlamına gelir. Üçüncüsü; bu yörede Hıristiyanlık, Hıristiyan azizlerinden “Sen Jorj” tarafından yayılmış olup, O, bu çerçevede bir manevi koruyucu olarak bilinmiş olduğundan, Gürcü adı ondan gelmiştir. Gerçekten de Fransızlar bu yöreyi “Jeorji”, İngilizler “Jeorjiya”,, Almanlar “Gruziya” olarak anmakatadırlar.[3] M.Ö.I. yüzyılda siyasal anlamda Roma egemenliği altına giren Kafkasya’da, başta Kolha ve Kartveli olmak üzere farklı unsurlar arasında birleşme olmuştur. Gürcistan bölgesinde I. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık yayılmaya başlamıştır. IV.yüzyılın başlarında havarileri ile Aziz Nino bölgeye gelip etkili olmuş ve Kartli Kralı da Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. İran’ın Zerdüştlüğüne karşı Hıristiyanlık tercih edilmiş ve bu gelişme de Bizans’a yakınlaşmayı getirmiştir. Bizans, özellikle IV.yüzyılda Kafkaslar’da etkili olmuş ve bölge ile yakınlaşma sağlanmıştır .Buna bağlı olarak Gürcistan’la Bizans arasında dini, kültürel vb. bağlar kurulmuştur. Bununla birlikte Gürcü kültürü bölgede olduğu gibi, bölge dışında da saygınlık kazanmıştır. Suriye ve Mısır’a kadar uzanan coğrafyada yankı yapmıştır. Örneğin IV. yüzyılda Poti’de bir akademinin varlığı bilinmektedir. Buraya Bizans ve çeşitli yerlerden öğrenciler gelmiştir. Kilise ve manastırlar bölgede geniş bir coğrafyada yaygın olduğu gibi, felsefi düşünceler de aynı yaygınlığı göstermiştir. Böylece VI. yüzyıldan itibaren bölge, siyasal anlamda da Bizans egemenliği altına girmiştir. VIII. yüzyılda bölge de Abhaz Prensi Leon, Bizans egemenliğinden çıkmayı başarmış ve Abhazya Krallığı’nı oluşturmuştur. Bu krallık, IX. yüzyılda da yaşamıştır. Bu dönemde dil ve yazı Gürcüce olmuştur. Kültürel yapı ile dinde de Gürcü unsur egemen hale gelmiştir. IX. yüzyıl sonunda ise bölgeye Bagratlı Gürcü Hanedanı egemen olacaktır. Bagratlı Hanedanı, Kar Bagratlı Hanedanı, Kartveli (Laz veya Çan) soyundan olup, II.Andernase 888’de Gürcüler’in kralı olarak taç giymiştir. Bu gelişme ile birlikte, Arap ve Bizanslı istilacılara karşı mücadele etmekte olan Gürcistan’ın birliğini sağlayıcı koşullar oluşmuştur. Yerel gruplar arasındaki çatışmalar azalmıştır. Bu da ulusal birliğin yolunu açmıştır. Bununla birlikte Gürcistan’da ulusal ve kültürel birlik canlanmış ve bölgenin bu yöndeki merkezi olunmuştur. Bu arada Gürcüler, bölgede daha da yaygın hale gelmişlerdir. 975’lerde III. Bagrat’la bağımsız Gürcistan oluşmuştur. Ülkeye yönelecek saldırılara karşı terkedilmiş yerlerde manastırlar inşa edilerek, oralara yeniden canlılık ve yerleşmeler sağlanmıştır. Feodal prenslerin yardımı ile hem bütünleşme sağlanmış ve hem de ülkeye güç kazandırılmıştır. Bu dönemde ki kültürel gelişme ile birlikte feodal yapı da güçlenmiştir. Hıristiyan kültürü yerli Gürcü kültürünün üstüne çıkmıştır. Bunu siyasal yapıdan, yapılan manastırlar ve edebiyata kadar görmek mümkündür. [4] Gürcistan’ın en mutlu ve onurlu dönemlerinden biri Tamar’ın dönemidir ve dönemidir ve bu dönem gerçekten Gürcistan’ın “altın devri” diye anılmayı hak etmektedir. Tamar 13 yaşında iken tahta geçti ve 1184-1212 yılları arasında hüküm sürdü. Saltanatı döneminde bilim ve teknik, edebiyat ve sanat fevkalade gelişti. Zamanında en çetin, boyun eğmez ve savaşçı hükümdarları olan Acem ve Selçuklu hükümdarlarının ordularını da mahv ve perişan etmiş ve bu şerefli seferlerin anıları ulusal şarkılarda söylenip korunmuştur.[5]
3.2. Türk- Gürcü İlişkileri
Gürcü Türk ilişkileri Selçuklular zamanında başlamıştır. Özellikle 1071’de Alpaslan’ın, Bizans ordularını yenmesi ile Selçuklulara Anadolu kapıları açılmıştır. Bu ise Selçuklu boy ve akınlarının Anadolu ve Kafkasya’ya yönelmelerine neden olmuştur. Selçuklu akınları, verimli alanları oluşturan kuzeydoğuya yönelmiş, bölgede Ermenilerin bulunduğu yöreler de işgal edilmiş ve Gürcistan bu akınların doğrudan hedefi haline gelmiştir. Bütün Çoruh boyları ve Gürcistan’ın büyük bölümü işgal edilmiştir. [6] Kraliçe Tamara döneminde, Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş bulunuyordu. Selçuklu sultan ve komutanları sürekli olarak bu verimli Gürcü bölgelerine akınlar yapıyorlardı. O nedenle o bölgelerde küçük boyutlu savaşlar yaşanıyordu. Bu askeri ilişkiler, Gürcü ordularının savaş bilinç ve tekniğini geliştirmiştir. Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın Kraliçe Tamara’dan kendisine bağlanmasını isteyen tehdit mesajları alması üzerine harekete geçilmiş ve 1205’te Basiani’de cereyan eden savaşı Gürcüler kazanmışlardır. Bununla Gürcistan’ın sınırları daha da genişlemiş ve çevre devletleri Gürcistan’a bağlı hale gelmişlerdir. Böylece Gürcü Krallığı, Kraliçe Tamara döneminde Kafkas coğrafyasını egemenliği altına almış ve bağlı halkların yaşadığı Transkafkasya birliği oluşturulmuştur. Bu dönemde Gürcistan’ın egemenliği batıda Sinop’a kadar uzanmıştır. Osmanlılar 1453’te İstanbul’u alınca, Gürcistan’ın Karadeniz üzerinden Avrupa ile olan bağları sona ermiştir. Dolayısı ile Gürcistan bu kez de Türk ve İslâm güçlerinin tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Osmanlılar 1461’de Trabzon’u alıp Pontus Devleti’ne son vermişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in bu devleti ortadan kaldırıp bölgeye Osmanlı etkinliğini getirmesi ile Gürcistan bölgesel desteklerini de kaybetmiştir. 15.yüzyıl sonunda Türk ve İran akınlarına dayanamayan Gürcistan, ikiye ayrılmış, doğu bölgeler İran’ın, batı bölgeler ise Osmanlıların egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Yavuz Selim’in Trabzon valiliği (1481-1512) sırasında Gürcistan topraklarının fethi için seferler yapılmıştır. Yavuz Selim, karadan ve denizden Gürcistan üzerine seferler yapmıştır. Gürcistan ve dolayısı ile Transkafkasya üzerinde uzun mücadeleler olmuştur. Yavuz Selim,1508’de Kütayis (İmeret) bölgesine kadar olan yerleri Osmanlı topraklarına bağlamıştır. Nitekim bu gün Hopa’nın Abuisla köyü yanındaki Yavuz Selim Tepesi, Yavuz’un Gürcistan akınları sırasında verilmiş olan ad olarak devam etmektedir. Yavuz Selim 1508’e kadar yaptığı ve yaptırdığı seferlerle, Canet (Laz eli) ile Kutayis (İmeret) bölgelerini Trabzon Eyaleti’ne katarak, Batı Gürcistan’ı Osmanlı egemenliğine almayı tamamlamıştır. Yavuz Selim döneminde Osmanlı yönetimine tabi olan bu doğu ellerinin asıl doğrudan fethi ise Kanuni Süleyman döneminde gerçekleştirilmiştir. Zamanla Gürcü egemenliği altında olan bu bölgelerde kalıcı fetihler yapıldıkça yeni sancaklar kurulmuştur. Bunlar arasında; Ardanuç Sancağı 1551’de, Livane Sancağı 1553’te,Şavşat Sancağı 1553’te,İmerkhev Sancağı 1553’te,Acara Sancağı 1561’de,Batum Sancağı 1565’te,Tavuskar Sancağı 1574’te, Macakhel Sancağı,1576’da kurulmuşlardır. Bu arada Doğu ellerinin savunması için 1556’da Ardahan Kalesi yapılmıştır. Ağustos 1578’de sefere çıkan Lala Mustafa Paşa, Ardahan üzerinden Gürcistan’a girmiştir. Bu seferde İran orduları yenilgiye uğratılmış, Aşağı Gürcistan (Ahıska ve Ahılkelk) bölgeleri İran egemenliğinden alınarak Osmanlı topraklarına katılmıştır. İranlıları bu bölgelerden çıkararak, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaleti’ni kuran Lala Mustafa Paşa, orada güçlü bir örgütleme yaparak bölge sancaklarını buraya bağlamıştır. 1578’de itibaren Osmanlıların, Gürcistan’ın Güneybatı kesimine kalıcı olarak girmesi ile Türk-Gürcü ilişkileri tarihsel ve siyasal anlamda başlamıştır. Buradan itibaren bu kesimlerin Müslümanlığı kabul etmesi ile giderek Hıristiyan Gürcülerle olan yaşam büyük ölçüde farklılaşmaya başlamıştır.[7] 1685 yılında İberya (Gürcistan) kralı Taymuraz, bizzat Moskova’ya giderek Türk ve İranlılara karşı karşı Alexis’ten yardım istedi. Petro zamanında da Şah’ın Tiflis’te bir kumandanıyla garnizonu bulunuyor ve Gürcü kralına bir vasalı gibi davranıyordu. Ruslar, 1686 yılında 120 yıldır Osmanlı Devleti’nin elinde olan Kutais’i ele geçirdiler. 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasıyla Türkiye’nin Gürcistan ve İmeritya’deki hâkimiyetine son verildi. Kuzey batıda Kuban Irmağı, Türklerle Ruslar arasında sınır olarak kabul edildi. 18 Aralık 1800 yılında yayınlanan Çar Paul’un manifestosuyla Gürcistan Rusya’ya ilhak edildi. Rusya Gürcistan’da üç yıl kalıp 400 yıl sonra birlik kuruyor.[8] Rusya, Kafkaslar'ın güneyinde farklı bir politika uygulamıştır. Şöyleki, Rusya, halkının büyük bir bölümünün Hıristiyan olmasından faydalanarak Gürcistan'ı elde etmiş ve Anadolu ile İran üzerine yapacağı seferlerde burayı bir üs olarak kullanmayı tasarlamıştı. Rusya, Gürcistan'da da toprağa bağlı kölelik rejimini tatbik etti ve müstakil Gürcü Ortodoks kilisesini, Rus kilisesine bağladı. Öte yandan, Rus çarına sadık papaz ve münevver zümre yetiştirmek için tedrisat Ruslaştırıldı. Böylece, Dağıstan ve Çerkesistan arkadan kuşatılırken İran ve Osmanlı Devleti'ne karşı da kuvvetli bir harekât üssü temin edilmiş oldu.[9] İstatistiki bilgilere göre Tiflis’in 1842 yılındaki nüfusu 26 binden fazlaydı. Buna Rus garnizonu ve Rus görevlilerde dahildi. Tiflis’te, özellikle kervan ticaretinin çok yoğun olduğu dönemlerde çok sayıda Türk ve Acem bulunur. Gürcistan’a kâr ve kazanç elde etmek amacıyla gelen bu misafirlerin sayısı, yeni Rus gümrük sisteminin uygulamaya konmasından önce çok fazlaydı. Kervanların yolu, Trabzon ve Erzurum üzerinden İran’a ve oradan da Orta Asya’ya uzanmaktadır.[10] 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra bölge Rusya’ya bırakılmıştır. Ruslar,40 yıllık o işgal yıllarında bazı köy ve kasabalarda Rus okulları açmışlarsa da Türk ve Müslüman Gürcülerden ilgi olmamıştır. Örneğin, Şavşat Satlel ve Balıklı köyünde Rus okulları açılmış ancak ilgi olmadığı için bir yıl sonra kapanmıştı. Halk çocuklarını medreselere göndermiş ve Rus asimile politikasına alet olmamışlardır. Buna Müslüman Gürcülerde aynı duyarlığı göstermişlerdir. İşte I. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde o bölgeler bu koşulları yaşamakta idi. Müslüman Gürcülerden boşalan yerlere Ermeni ve Rumlar yerleştirilerek yeni bölge dengeleri oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu da yeni yerel çatışmalara neden oluyordu. Buna karşılık bu bölgelerde Teşkilât-ı Mahsusa’dan gelen bazı yurtsever subaylar, yerli aydınlarla ilişki içinde karşı faaliyetlerde bulunuyorlardı. Bunlar arasında Yakup Cemil, Halit, Bahattin Şakir ve Filibeli Hilmi beyler vardı. Transkafkasya Federasyonu’nun girişimi ile aynı amaçlı ve Gürcü ağırlıklı olarak 11 Mayıs-4 Haziran 1918 tarihlerinde Batum Konferansı toplanmıştır. Bu konferansa Almanlar, Kafkas politikaları gereği olarak ilgi göstermişler ve Gürcülerin bağımsızlığına yardımcı olarak, kendilerine çıkarlar sağlamayı planlamışlardır. Hatta bu politika, Berlin’de toplanan bir uzmanlar komitesinde belirlenmiştir Batum Konferansı ile Ruslarda yakından ilgilenmişlerdir. Osmanlı Devleti de Almanların yanında Konferans’a Halit Bey Başkanlığında bir heyetle katılmış, bölgedeki Türk ve Müslüman halkların hakları ile sınırlar savunulmuştur. Bu arada Müslüman Gürcü temsilciler de Osmanlı heyeti ile birlikte hareket etmişlerdir. Batum Konferansı ile Alman-Gürcü yakınlaşması sağlanmış ve Gürcistan’ın bağımsızlığına giden yol açılmıştır. Almanlar bu yardım karşılığında bölgede, bir takım avantajlar elde etmişlerdir. Bu arada bazı bölgelerin de Osmanlı Devleti’nde kalması sağlanmıştır. Bundan sonra Transkafkasya Birliği dağılmış ve bölgede Türk-Alman etkinlik mücadelesi başlamıştır. Bu gelişmelerin ardından Almanlar, Gürcistan’a girmiş ve 28 Mayıs 1918’de Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak Gürcistan’ın bağımsızlığı kısa sürmüştür. Stalin ve Orkonikidze yönetimindeki Kızıl Ordu, Gürcistan’a girerek Meşvenek Hükümeti’ni yıkmış ve 25 Şubat 1921’de Gürcistan’ın bağımsızlığına son vermiştir. Böylece Gürcistan’da Sovyet yönetimi kurulmuştur. Aralık 1920 ortalarında Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey Moskova ziyareti dönüşünde Tiflis’e gelmiştir. Tiflis’te, Gürcistan yetkilileri ile resmi görüşmeler yapmış ve Ankara’da elçilik açılması kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine Sovyet yönetiminin izni ile 31 Aralık 1920’de Gürcistan Elçisi olarak Simon Mdivani Ankara’ya gelmiştir. Mdivani, 8 Şubat 1921’de Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiş ve güven mektubunu sunmuştur. Mustafa Kemal’le Mdivani arasında samimi bir görüşme yapılmış ve karşılıklı olarak tanınmanın önemi üzerinde durulmuştur. Aynı bölgede sınır komşuluğunu ve bunun önemini vurgulayan Mustafa Kemal Paşa, karşılıklı olarak dostluk ve dayanışmanın gerekliliğini ifade etmiştir. Böylece Ankara’da ilk elçilik kuran Gürcistan’la yakın bağların kurulmasını isteyen Mustafa Kemal, bu dostluk ve komşuluğa vermiş olduğu önemi şu sözlerle dile getirmiştir ; “ Bizi Gürcistan ile birleştiren yalnız sempati değil, aynı zamanda hedeflerimizin de bir olmasıdır. Güçlü bir doğuya ihtiyaç var. Özellikle güçlü bir Kafkasya’ya. Kafkasya’da ise en önemlisi ulus olan Gürcülerin, güçlü olmasına ihtiyaç var. Bize, güçlü ve bağımsız bir Gürcistan lazım. Biz Kafkasya’nın diğer ülkelerinin de bağımsız olabilmeleri için Gürcistan ile birlikte çaba sarfetmeliyiz” diyor. Anadolu’da Türk Kurtuluş Savaşı verilirken, önce 16 Mart 1921’de Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Bunun üzerine Artvin ve Ardahan bizde kalacak ve Batum Gürcistan’a bırakılacaktır. Bunun ardından Gürcistan’la ilişkiler kurulmuştur. Daha sonra Sakarya Zaferi’nin kazanılması üzerine Kars’ta, Kafkas Cumhuriyetleri Konferansı toplanmış ve 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalanmıştır. Bununla, Moskova Antlaşması daha da genişletilmiş, Sovyet yönetimi altındaki cumhuriyetler ve Gürcistan’la sınır çizilmiştir. Buna göre Batum Gürcistan’da, Artvin, Kars ve Ardahan Türkiye’de kalmıştır Bu süreçte Türk orduları Acara ve Batum’dan çekilirken, o yörelerdeki Türk ve Müslüman Gürcülerde Türk bölgelere göç etmişlerdir. Böylece bölge 40 yıllık kara günlerden kurtulmuştur. Aynı zamanda da Türkiye Gürcülerinin, Gürcistan’la olan bağları tamamen sona ermiştir. Böylece Atatürk,1920-21’lerde giderek Sovyet kontrolü altına girmekte olan Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve siyasal birliğine önem verdiğini göstermiştir. Bu arada TBMM Hükümeti, Kâzim (Dirik) Bey’i Tiflis’e elçi olarak göndermiştir. Bu iyi ilişkilere bağlı olarak 1921’de sınırlar çizilirken de bu iyi niyet kendini göstermiştir. Zorluğu ve TBMM’deki bölge milletvekillerinin muhalefetine karşın Batum Gürcistan’a verilmiştir. Halkı Türk ve Müslüman Gürcülerden oluşan Artvin ise bizde kalmıştır. Batum ve çevresindeki Türk ve Müslüman Gürcülere de, Türkiye’ye göç imkânı tanınmıştır. O günlerde Türkiye bir dizi savaşları kazanmış ve güçlü konuma gelmeye başlamıştı. Ermeni sorununu Gümrü Antlaşması ile halletmişti. Dolayısı ile bu konumun bölgede ki etkileri gözle görülür hale gelmişti.[11]
3.3 Çarlık Rusya’sı Döneminde Gürcü Göçleri
Kafkasya tarih boyunca devamlı göçlere sahne olan bölgelerden biridir. İlk çağlardan itibaren Kafkasya Türk göçlerinin önemli güzergâhlarındandır. Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında yenilgileri bu göçlere farklı bir yapı kazandırmıştır. “93 Harbi” (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) Kafkas bölgesinden Anadolu’ya yapılan göçe yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu savaşta Kafkasya bölgesinde Türkler, Çerkezler, Çeçenler, Abazalar, Dağıstanlılar ve Acara bölgesinde yaşayan Müslüman Gürcüler, aktif olarak Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa katılmışlardır. Savaş Osmanlı aleyhine neticelenip Kafkaslar yine Rusya’nın hâkimiyetinde kalınca Müslüman Kafkas toplumları da bunun acı neticesi ile karşılaşmışlardır. Artvin ve Batum halkından bir kısmı deniz yolu ile göç ederken bir kısmı da kara yolu ile Erzurum ve Bayburt gibi yerlere ulaşmıştır. Buralarda yerleşmeler olduğu gibi daha çok göçmenler Tokat, Amasya, Muş gibi başka bölgelere gitmişlerdir.1294 tarihli (1877–1878) Salname’ye göre Batum: Atina [Pazar], Icaeler [Aceralar], Çürüksu, Hopa ve Livana [Artvin] kazalarından müteşekkil, 71.681 kişi nüfusa sahip, Trabzon sayım bölgesi içinde yer alan bir sancaktır. Batum’dan hicret, Rusların Batum’u resmen işgalinden önce başlamış ve 7 Eylül 1878’e kadar Trabzon’a ulaşanların sayısı 5.500’ü bulmuştur. [12] Batum sancağının Rusya’ya terk edilmesi ile Acara ve Livane Müslüman halkından on binlerce kişi göç için yollara dökülmüştür. Ayastefanos Antlaşması’nın 21. maddesine göre Rusya’ya bırakılan yerlerin halkına bulundukları yerde kalmak veya göç etmek hususunda üç sene serbestlik tanınmıştır. Berlin Antlaşmasında böyle bir hüküm olmamasına rağmen Rusya, 1890 yılına kadar göçleri serbest bırakmıştır. Bu tarihten sonra toplu göçler, Osmanlı Devleti’nin Rusya nezdinde resmi girişimlerle mümkün olmuştur. 1893 yılında göç etmek isteyen Ardanuç’tan 50 hane ve Livane’den 13 hanede 496 nüfusun göç edebilmesi için Osmanlı Hariciye Nezareti, Rusya nezdinde girişimde bulunmuştur. 1909 yılına kadar Rusya, bölge halkının sınır geçişlerini serbest bıraktığı için küçük grupların diplomatik konu teşkil etmeden göç edebilmişlerdir. Bu tarihten sonra sınır bölgesi ahalisinin geçişlerinin Rusya tarafından yasaklanmasıyla göçler daha da zorlaşmıştır. 1900’lü yıllarda Batum ve Artvin’den göçler, azalmışsa da durmamış ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Artvin ve Batum (Acara) bölgesi göçmenleri, resmi Osmanlı belgelerinde daha çok Batum muhacirleri olarak yazılmış, bazen de Livane, Acara, Hopa, Ardanuç gibi geldikleri yerler itibarıyla yazılmıştır. Bazı vilâyet salnamelerinde göçmenlerin yerleştirildikleri yerler liste halinde verilmiştir. 1302 tarihli Bursa vilayeti salnamesi bunun en iyi örneğidir. Artvin ve Batum göçmenlerinin sayıları konusunda kesin bir rakam vermek imkânsız olmakla birlikte belgelerin sunduğu rakamlara göre on binlerce olduğu anlaşılmaktadır. 1878 yılında Batum sancağından 40.000 göçmen harekete geçmiştir. İlk etapta bunlardan 29.000’i iskân mahallerine nakledilmişlerdir. Bu göçmenlerden yaklaşık 20.000’i Trabzon ve Samsun (Canik) taraflarına göç ettirilerek Samsun ve Sivas’ın bazı kazlarında iskân edilmeleri kararlaştırılmıştır. Ancak göçmelerin Samsun sancağı ile Sivas vilâyetinin bazı kazalarına yerleştirilmesi mümkün iken mahalli idarecilerin gerekli tedbirleri almamasından dolayı şubat 1880 tarihine kadar iskân edilmemişlerdir. Batum ve Artvin göçmenleri, Anadolu’nun hemen her yerinde iskan edilmişlerdir. [13] Tokat vilayetinin özellikle Turhal ilçesinde 93 Artvin ve Batum göçmeni çokça iskân edilmiştir. Batum göçmenlerinden bir kafile Turhal’ın Dazmanederesi denilen yerinde 15 hanede 52 nüfus iskân edilmiştir. Göçmenlerin evleri yapılmış ve yeni bir köy kurularak Sultaniye köyü ismi verilmiştir. Bu köye Hamidiye isminin verilmesi talep edilmiş ise de köye yakın bir yerde Hamidiye adıyla başka bir köy olduğundan Sultaniye adı verilmiştir. Hamidiye köyü de göçmenlerin yerleştirildiği bir yerdir. Niksar’ın Hori köyüne Batum göçmeni iskân edilmiştir. Amasya Gümüşhacıköy kasabasında Beylikçayırı bölgesinde boş bulunanarazi üzerine Rumeli, Kırım ve Batum göçmenleri iskân edilmiştir. 1 Aralık 1891 (19 Teşrin-i Sani 1307) tarihinde Beylikçayırı Gümüşhacıköy’ün mahallesi olarak teşkil edilmiştir. Göçmenler için evler hemen inşa edilmiştir. 1888 yılında Artvin (Livane) göçmenlerinden 13 hane Merzifon kasabasında iskân edişmiş ve yerleştirildikleri yerde bir mahalle teşkil edilerek Hamidiye mahallesi adı verilmiştir. Diğer yerlerde olduğu gibi burada da evleri yapılmıştır. 1888 yılında Batum göçmenlerinde bir kafile Amasya Merzifon’da Miriçayırı denilen yerde yerleştirilmişler, ancak daha sonra burasının mera olduğu gerekçesi ile göçmenler buradan çıkarılmaya çalışılmıştır. Göçmenlerin şikâyeti üzerine gerekli tahkikatın yapılması için 2 Ekim 1888 tarihinde Sivas vilayetine talimat verilmiştir.[14] Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Harekâtı ile Osmanlı Devleti Kafkas Cephesi’nde güç bir durumda kalmıştı. Bu harekât sonucunda III. Ordu tamamen erimiş ve 1916 yılında karşı taarruza geçen Ruslar tarafından Van, Erzurum, Muş, Bitlis, Trabzon ve Erzincan işgal edilmişti. Kafkasya’daki Osmanlı ordusu 1917 yılına gelindiğinde çok kritik bir durumda iken 27 Şubat 1917 tarihinde Rusya’da Şubat İhtilâli olmuştu. Rusya’da İhtilâli gerçekleştiren Bolşevikler, demokratik ve adil barışın vurgulandığı 26 Ekim 1917 tarihli Barış Bildirgelerini yayınlamışlardı. 5-18 Aralık 1917 tarihleri arasında Osmanlı ve Rus delegeleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda da Türk-Rus harbini sona erdiren 14 maddelik bir mütareke yapılmıştı. 3 Mart 1918 tarihinde de İttifak Devletleri ile Rusya arasında Brest-Litovsk Barışı imzalanmış ve bu barış ile Osmanlı Devleti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda Rusya’ya bıraktığı Elviye-i Selâse’yi ve I. Dünya Savaşı sırasında bu coğrafyada kaybettiği toprakları geri almıştır. Brest-Litovsk Barışı ile birlikte Türk kuvvetleri Bakü, Nahçivan hatta Dağistan’a kadar ilerlemeye başlamış ve bu ileri harekâtlar sırasında kurtarılan yerlerden birisi 14 Nisan 1918 tarihinde Batum olmuştur. Osmanlı Devleti Kafkasya’da kurtarılan yerlerin imarı ve buralarda devlet dairelerinin yeniden oluşturulması ve göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması için bütçeye 5.000.000 liralık tahsisat koymuştur. Bu dönemde Türkiye’ye gelen göçmenler, 19 Mayıs 1913 (30 Nisan 1325) tarihli Göçmen Kanunu’na tabi olmuşlar ve göçmenlerle ilgili tüm işlemler Dâhiliye Nezareti’ne bağlı Muhacirin Müdüriyeti tarafından yürütülmüştür. İskân Kanunu’na göre göçmenler, hükümetin izni ile gelenler ve göçmen olarak gelerek Osmanlı Devleti tabiiyetine geçmek istediklerine dair resmi istekte bulunanlar olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. Göçmen sıfatıyla gelenlerin, Muhacirin İdaresi tarafından geçici olarak kabul edilerek uygun yerlere sevk edilip, hükümet tarafından yapılan incelemeler sonunda kabul edilmeleri halinde, Osmanlı vatandaşlığına geçebilme ve kesin olarak iskân edilebilme hakları vardı. Göçmen olarak kabul edilenler ise kendileri ve ailelerinin Osmanlı vatandaşlığından bir daha çıkmayacaklarına dair taahhüt senedi imzalamak zorundaydılar.[15] Savaş yıllarında Osmanlı ülkesine gelen Batumlu birçok göçmen, hükümete müracaat ederek daha önce Batum’dan Anadolu’ya göç eden akrabalarının olup olmadığının araştırılmasını talep etmiştir. Bu göçmenlerden birisi olan Nizam oğlu Osman, 1915 yılında Batum’dan gelerek Ankara’ya yerleşmek durumunda kalmış ve Dâhiliye Nezareti’ne yazdığı bir dilekçe ile Şile’de Batum’dan gelerek yerleşen akrabaları olup olmadığının araştırılmasını istemiştir. Osman Bey, dilekçesinde savaş şartlarının ağırlığı ve Rus baskısı gibi nedenlerle birçok kişinin Batum’dan kaçarak Osmanlı Devleti’ne iltica ettiklerini ve aileleriyle birlikte kendilerine uygun buldukları yerlere yerleştiklerini ifade etmiştir. Osman Bey ve aile fertlerinin İzmir’e yerleştirilip yerleştirilmediğinin araştırılmasını isteyen Osmanoğlu Şerif gibi akrabalarına ulaşmak isteyen birçok Batumlu göçmenin bu talepleri, yabancı oldukları bir yerde yaşamanın zorluğunu en aza indirme amacı taşımaktaydı. Batumlu Ardanuş’lu Şerif oğlu Ali ise bakıma muhtaç olduğu için oğluna ulaşmak istemekteydi. Ali Bey dört nüfuslu ailesiyle Batum’dan Türkiye’ye gelerek İzmit’in Rahmiye köyüne yerleşmiş, üç oğlu askere gitmiş ve bunlardan ikisinin öldüğü anlaşılmıştı. Ali Bey, kendisine bakacak durumdaki tek kişi olduğunu belirttiği diğer oğlunun araştırılması için İskân Müdüriyeti aracılığıyla Dâhiliye Nezareti’ne başvurmuştur. Bu yönde taleplerin Dâhiliye Nezareti’ne ulaşması halinde, konu ile ilgili araştırmalar başlatılmaktaydı.[16]
3.4 Osmanlı Döneminde Batum
19. Yüzyılın başlarında Kafkasya’nın Karadeniz kıyısında daha çok gemilerin barındığı küçük bir liman kasabası görünümünde olan Batum, Tanzimat sonrasında Çürüksu ve diğer kasabalar birleştirilerek oluşturulan Lazistan Sancağının idare merkezi olmuştur. Karadeniz kıyısındaki önemli yerleşim alanlarından ve liman şehirlerinden olan Batum’un limanı ve coğrafik konumu nedeniyle stratejik önemi de yüksekti. Bu yüzyılda şehir merkezinde imar faaliyetlerinin artmıştır. 1830’lu yıllarda Çıldır valisi Hamşizade Ahmet Paşa’nın kayınbiraderi olan Bejanoğlu Sefer Bey, limanın güney kısmında bir gemilerin barınması için bir yer oluşturmuş ve burada Ahmediye adıyla bir cami yaptırarak yeni bir mahalle oluşturmuştur. Ahmet Paşa Mahallesi adı verilen bu mahalle Sefer Bey tarafından bu ayrıca dükkanlar ve evler inşa edilerek genişletilmiştir. Tanzimat öncesinde Batum ve havalisi Çıldır ve Trabzon eyaletleri arasında taksim edilmişti. Yukarı Acara, Aşağı Acara, Çürüksu, Macahel, Livane, İmerhev, Şavşat ve Ardanuç Çıldır Eyaletine bağlı iken, Batum merkez köyleri ile Maradit vadisindeki köyler Gönye sancağı adıyla Trabzon Eyaletine bağlı idi. Bu dönemde Batum ve havalisinde bir nüfus sayımı yapılmıştır. Tanzimat fermanı ile Osmanlı yerel idare taksimatlarında değişiklikler yapılmış ve eyalet sistemi kaldırılmıştır. Batum ve havalisi Lazistan Sancağı altında toplanmış ve Batum kasabası da Lazistan Sancağı’nın merkezi yapılmıştır. Batum şehir merkezi 1850’li yıllara gelindiğinde 200 hane, 400 dükkân, iki camii, iki medrese ve bir de hamamdan oluşuyordu. İklimi nedeniyle yerleşim için çok fazla tercih edilen bir merkez olmayan şehrin yazın havasının aşırı rutubetli olması nedeniyle devlet memurları birkaç ay Hopa kasabasında ikamet etmekte idi. Şehrin stratejik önemi 1853/1856 Kırım Harbi sonrasında daha da artmıştır. Kırım Harbi sonrasında imar faaliyetleri devam etmiştir. Sultan Abdülaziz’in padişahlığı dönemine rastlayan bu imar faaliyetleri sonucunda Batum kasaba görüntüsünden çıkarak şehir hüviyetine girmiştir. Bataklıklar kurutularak limanın Burunbaşı adlı mevkiinde Aziziye adıyla yeni bir kasaba oluşturulmuştur. Burada yeni bir liman, gümrük idaresi, karantina binası, karakolhane, hapishane ve kışla inşa edilmiştir. Şehir merkezine lezzetli bir su getirilmiştir. Yine bu mevkide Sultan Abdülaziz adına Trabzon valisi Emin Muhlis Paşa tarafından Aziziye Camii inşa edilerek, iki sıbyan mektebi ve bir medrese açılmıştır. Ayrıca bu yıllarda Anadolu’dan Batum’a yerleşen Ortodoks Rumlar için de bir kilise inşa edilmiştir. Kırım Harbi sonrasında şehre çok sayıda Abhazya’dan muhacir iskan olunmuştur. Abhaz muhacirler için yeni köyler oluşturulduğu gibi onlar için mescitler de inşa edilmiştir. Şehrin genişletilmesi kararı doğrultusunda Burunbaşı mevkinde Trabzon valisi Emin Muhlis Paşa birkaç mühendis ile Batum’a gitmiş ve yaptığı incelemeler sonucu yeni bir tarz üzere bir cami yapılmasını uygun bulmuştur. Caminin yapımı için maliye nezaretinden 80.000 kuruş bütçe ayrılmıştır. Camii inşaatına başlandıktan sonra başlangıçta ayrılan bütçenin yeterli olamayacağı ortaya çıkmıştır. Caminin duvarlarla minaresi ve ortada olan dört adet büyük direkleri taş ve tuğla ile bir buçuk arşın miktar yükseltilmesine kadar 30.000 kuruştan fazla harcama yapılmıştır. Caminin ne kadar miktara tamamlanacağının belirlenmesi amacıyla İstanbul’dan Hacı Dimitri Kalfa Batum’a gelerek inşaatı incelemiş, harcama ve masraflarla ilgili bir keşif raporu hazırlamıştır. İnşaatın bitmesi için gerekli malzemelerin yazıldığı bu raporda Aziziye Camiinin 260.802 kuruş masraf ile tamamlanabileceği belirtilmiştir. Batum’da bulunan Dar-ı Şuray-ı Askeri azasından Nusret Paşa ile Hudut Kordanları İnşasına Memur Dördüncü Hümayun Reisi Erkan-ı Mirliva Feyzi Paşa’da, camii inşaatının keşif raporunda belirtilen miktardan az olamayacağını beyan etmiştir. Ayrıca kubbe yapımı ve pencere parmaklıkları ve üç adet alemin yapımı için ustaların İstanbul’dan getirilmesi uygun görülmüştür. Camii inşaatı devam ederken 1866 senesinde Batum Aziziye Camii kapı üstüne asılmak üzere tuğray-ı şerif gönderilmiştir.
(Aziziye Camii Dış Görünüşü) 1865 senesinde yapımına başlanan Aziziye Camii 1869 senesinde tamamlandı. Şair Zebur Efendi’nin Bab-ı Ali tarafından da tasdik edilen şu mısraları Aziziye Camiinin kitabesine yazıldı; “İtdi bu bâlâ cami’ inşa imam-el-Müslimin. 1286”[1]
3.5. TBMM Hükümeti Döneminde Batum Göçmenleri
TBMM Hükümeti döneminde, Batum göçmenlerinin sorunları daha çok bölge milletvekilleri tarafından dile getirilmiş ve Meclis’e, Batum göçmenlerini ilgilendiren kanun teklifleri veya takrirler verilmiştir. Batum milletvekillerinden Edip Bey ve arkadaşları Artvin ve Ardahan halkına ait olan ve kışlamak üzere Batum’da bulunan hayvanlardan 1921 yılının eylül ayına kadar geri getirilmeleri halinde ithalat vergisi alınmamasına dair bir kanun teklifi vermiştir. 14 Temmuz 1921 tarihinde Kars Milletvekili Cavid Bey ve arkadaşları 1 Aralık 1921 tarihinde şark hudutları dışındaki yerlerden Türkiye’ye göç eden halkın, muhacirlerin muaf oldukları maktu vergiyi ödememeleri için TBMM’ye takrir vermiştir. Takrirde, şark sınırları dışında kalan İslâm ahalisinin çoğunun Elviye-i Selâse’ye, Iğdır ve Sürmeli kazalarına göç ettikleri, hükümetin bunlara mülteci unvanı verdiği için de muhacirin muafiyetinden istifa ettirilmedikleri hatırlatılarak, bu durumun düzeltilmesi istenmiştir. Arazileri, yerleri, yurtları olmayan ve köylere yerleştirilen bu kişilerin maktu vergiden muaf tutulmalarına dair takrir TBMM’de kabul edilmiştir. TBMM Hükümeti, Moskova ve Kars antlaşmaları sonrasında göç etmeyip Batum’da kalan Müslüman halka ihtiyaç ve imkânlar ölçüsünde yardımlarda bulunmuştur. Örneğin; 1922 yılının Kasım ayında Batum Limanı’nda bulunan deniz araçları ile Batum’daki kazazede köylere bir ay süreyle yardım yapılması, Türk tebaasından olan birçok kayık ve motorcular bu yardıma katılması (İstikbal Gazetesi, 10.11.1922), Batum’a resmi düzeyde ziyaretler yapılarak buradaki bağların canlı tutulmaya çalışılması TBMM’nin tutumunu göstermesi bakımından önemlidir.[2]
3.6. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Batum Göçmenleri (1923-1930)
1921-1927 yılları arasında Kafkaslardan Kars - Ardahan ve Artvin illerine yaklaşık 19.000 Kafkasyalı göç etmiştir. 1921 Gümrü ve Kars Anlaşmalarının ardından ise yaklaşık 45.000 Gürcü Anadolu’ya iltica etmiştir. Batum’dan Türkiye’ye göç etmek durumunda kalan bazı göçmenlerin, İskân Kanunu’nun altıncı maddesi gereğince bulundukları yerlerden başka yerlere nakil talepleri olmuştur. Bunlardan 1924 yılında Artvin’in Borçka Kazası’na kayıtlı olup, buraya Batum’dan göç eden Azap oğlu Derviş Bey, 1925 yılında ailesiyle birlikte Tokat’taki akrabalarının yanına yerleştirilmesini talep etmiş ve bu talep 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Batum ve Şavşat’tan göç ederek Yozgat’ın Sarı Hamzalı Köyü’nde hazineye ait bir arazi verilerek yerleştirilen 15 ve 21 haneden oluşan göçmenlerden Osman Bey ve arkadaşları 1927 yılında kendilerine tahsis edilen arazilerin yetersiz olması nedeniyle başka yerlere nakillerini talep etmişlerdir. Bu göçmenlere, tahsis edilen emvali metrukeden kalma 150 dönüm hazineye ait arazi üç kısma bölünerek 20 yıl kullanım hakkı karşılığında verilmişti. Fakat daha sonra göçmenlere üzerlerine kayıtlı olmayan sadece birer dönüm arazi tahsis edilmişti. Türkiye Cumhuriyeti Dâhiliye Nezareti, Osman Bey ve arkadaşlarının taleplerini emsal teşkil edebileceği gerekçesi ile reddetmiş ve göçmenlerin bulundukları yerde kalmaları yönünde karar vermiştir. 1926 yılına kadar Batum’da resmi dil Türkçe olduğu için, bu tarihe kadar faaliyette olan 16 okulda da Türk dili kullanılıyordu. 1925 Büyük Acara İsyanı ve 1926’da Osmanlı yazısının kaldırılmasıyla, orada Türk dili ve kültürü son darbeyi almış oldu. Batum’un merkez olduğu Acaristan Cumhuriyeti içerisinde yasayan Acara halkı 1930 yılı ortalarından itibaren Gürcü nüfusuna dâhil edildi. Türkiye tarafından terk edilen topraklar üzerinde 16 Temmuz 1922’de merkezi Batum olan Acara Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Bu dönemde Ankara Hükümeti’nin üzerinde durduğu konulardan birisi de Moskova Antlaşması sonrası Batum bölgesinden gelen muhacirlerin durumu olmuştur. Aslında I. Dünya Savası yıllarından itibaren Batum’dan Türkiye’ye doğru yoğun bir göç akısı başlamıştı ve bu durum Moskova Antlaşması sonrasında da devam etti. Batum’dan gelerek Türkiye’nin çeşitli bölgelerine yerleşen göçmenlere yerleşebilecekleri araziler verildi, imkânlar nispetince sorunlarıyla ilgilenilerek istek ve taleplerine cevap verildi. Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz Türkiye Batum’u Gürcistan’a terk etti, fakat buradaki halkın arkasında olduğunu her fırsatta göstererek onları yalnız bırakmadı.[3]
3.7. Stalin Dönemi Tehcir Politikaları ve Göçler
Rusya İmparatorluğunun 20 yüzyılın başında yaşadıkları sadece hükümet ve devlet aygıtında kalıcı rejim değişikliklerine yol açmadı aynı zamanda Rusya halklarının kaderini de etkiledi. 1953 yılına kadar Sovyet politikası iki döneme ayrılır: birinci dönem ulusal özerklik ve yerel yönetimlerin kurulması ve ulusal personelin yetiştirilmesidir. İkinci dönem ise ulusal soruna yönelik tutum değişikliği ve tümden ortadan kaldırılmasıdır. Bu 1930’larda toplu göçertme ve zorunlu iskâna kadar vardırılmıştır. O dönem bu siyasi baskının özel formları dünyanın çeşitli yerlerinde görülmektedir; ABD Japonları zorla göçertti; Britanya Almanları kendi kolonilerinden sürdü; Doğu Avrupa ise savaştan sonra Almanları sürmüş yine Türkler Yunanlıları Yunanlılar ise Türkleri yerlerinden etmişti. Sovyetler ise göçertme 1920’de başlamış 1955’in ortalarına kadar “güven duyulmayan unsurlar”ın sınırlardan uzaklaştırılması planıyla uygulanmıştı. Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları başta olmak üzere 40 sınır bölgesinden göçertmeler yapıldı. Stalin’in baskılarının araştırılması ve totaliter ve otoriter diktatörlüğün işlediği suçların ortaya çıkarılması; o dönem yapılanların üzerinden yarım yüz yıl (yani Sovyet Komünist Partisinin 1956 da yapılan 20 kongresine kadar ) geçmesine rağmen kişisel diktatörler ve tarihteki izleri Rusya toplumunun modernizasyon ve yenilenme çalışmalarına bağlantılı olarak bugün hala günceldir. 1944 baharında Gürcistan’da tehcir başladı. Bunların sayısı 77,5 bine ulaşır. Bunlar Türkiye ile sınır olan Doğu Gürcistan bölgelerinde yaşıyorlardı. Martın sonlarında başladı 608 Kürt ve Azeri aile (yaklaşık 3240 kişi) göçertildi. Tiflis içinde yaşayanlar Gürcüler SSCB içinde gönderildiler. Stalin Gürcistan’da daha çok Müslüman halklarına yöneldi. Yani o dönemin deyimiyle “kültürel olarak Türklere meyilli olanlar” (Türkler, Kürtler, Xemşiller (Müslüman Ermeniler) ki bunlar Sovyet -Türk sınırında (Axalsik, Adige, Asbinzen, Axalkalık ve Bogdan ) ilçelerinde yaşıyorlardı. Burada Türk diye kast edilenler sonradan kendine Azeri diyen Meshet Türkleri aslında tarihi olarak Gürcistan Meshet bölgelerinden gelmekteler ve Gürcü kökenlidirler. Ama çok uzun süre Türk iktidarlarının egemenliği altında kaldıkları için Gürcü değil Türk isimleri almış onların dilini kullanmış ve Müslüman olmuşlardır. Onlar zaten 1928- 1937 yıllarında da sürgüne uğramışlar ve Gürcü soyadı almaları zorunlu kılınmıştı ve bu dönemde 3180 insan daha sürgün edilmişti. Beria 24.07.1940 Stalin’e yazdığı bir mektupta Gürcistan sınır bölgesinde 16700 hanenin Kazakistan ve Özbekistan’a göçertilmesi gerektiğini söylemişti. Bunlar Kürtler, Türkler ve Hemşinlerdi. Sovyetlerin Transkafkasya’yı kendine bir hedef olarak belirleyişinden sonra Kızılordu, Azerbaycan, Ermenistan en son Şubat 1921’de Gürcistan’ı işgal edişi ile Transkafkasya bölgesini etkisi altına almıştır. Artan Sovyet baskısıyla 12 Mart 1922’de bu üç devletin birleşimiyle Transkafkasya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. 1936 yılında ise bu ülkeler Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerine bölünmüştü. Sovyet etkisi 1991 yılına kadar bu Gürcistan’da gücünü göstermiş ve sosyal hayatı etkileyerek din, kültür, edebiyat gibi birçok beşeri konuda kendini göstermiştir.[4] 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan günümüze kadar yapılan göçler sonucunda Gürcüler ülkemizin değişik bölgelerine göç etmişlerdir. Bu gün itibarı ile Gürcüler’in Türkiye’deki dağılımı aşağıdaki gibidir: Amasya; Merkez ve bağlı 6 köy, Taşova merkez ve 3 köy Artvin; Merkez ve bağlı 1 köy, Borçka merkez ve bağlı 13 köy, Camili (Maçahel) merkez ve bağlı 5 köy, Göktaş(Murgul) ve bağlı 9 köy, Muratlı merkez ve bağlı 3 köy, Şavşat merkez ve bağlı 6 köy, Meydancık bağlı 14 köy, Yusufeli merkez ve bağlı 6 köy. Balıkesir; Merkez ve bağlı 2 köy, Gönen merkez ve bağlı 7 köy, Manyas ve bağlı 6 köy, Susurluk merkez ve bağlı 2 köy. Bolu; Bolu merkez, Düzce merkez ve bağlı 6 köy. Bursa; Merkez ve bağlı 3 köy, Gemlik ve merkeze bağlı 8 köy, İnegöl merkez ve bağlı 34 köy, İznik ve bağlı 3 köy, Orhangazi merkez ve bağlı 2 köy. Çanakkale; merkez ve bağlı 4 köy. Düzce; Merkeze bağlı 7 köy. Giresin; Merkez ve bağlı 6 köy. İstanbul; Merkez ve bağlı 5 köy, Şile ve bağlı 5 köy. Kocaeli; Merkez ve bağlı 8 köy, Gölcük merkez ve bağlı 5 köy, Kandıra ve bağlı 2 köy, Karamürsel merkez ve bağlı 3 köy. Ordu; Merkez ve bağlı 10 köy, Fatsa merkez ve bağlı 5 köy, Ünye merkez ve bağlı 6 köy, Çaybaşı 8 köy, Gölköy,8 köy ve Yenikent 6 köy. Rize; Merkez ve bağlı 2 köy. Sakarya; Merkez ve bağlı 1 köy, Akyazı merkez ve bağlı 7 köy, Geyve ve bağlı 6 köy, Karasu ve bağlı 3 köy, Sapanca ve bağlı 7 köy. Samsun; Merkez, Çarşamba merkez ve bağlı 7 köy, Havza merkez ve bağlı 2 köy, Ladik merkez ve bağlı 3 köy, Terme merkez ve bağlı 7 köy. Sinop; Merkeze bağlı 6 köy, Erfelek 5 köy. Tokat; Merkeze bağlı 2 köy, Niksar merkez ve bağlı 7 köy, Erbaa merkez ve bağlı 1 köy, Turhal merkez ve bağlı 1 köy, Reşadiye merkez ve bağlı 2 köy. Yalova; Merkez ve bağlı 3 köy.[5]
3.8. Mahar ve Tekin Ailelerinin Erbaa’ya Göçü
Bu proje, 1921 yılında gerçekleşen Sovyet işgali ve sonrasında Müslümanlara dönük baskının artması sebebiyle Türkiye’ye göçmek zorunda kalan, Batum’da yaşayan, orta-üst ekonomik seviyedeki iki Müslüman ailenin göç hikâyesini içermektedir. Olayları bizzat yaşayanlardan dinleyenlerin dilinden, fotoğraflar ve mektuplardan yararlanarak aktarmaya çalıştık. Türkiye’ye ilk göç eden Tekin ailesi Batum’da Kokoladze ailesi olarak biliniyordu. Macahel (Camili) bölgesi Çikunet bölgesinde yaşayan ailenin Türkiye’ye göç eden ferdi İsmail ve Eşi Şemsi hanımdı. Şemsi Hanım, varlıklı bir ailenin kızıydı. Babası Barut Fabrikası sahibi Mehmet Efendi idi. Şemsi Hanım’ın o sırada tek çocuğu vardı. O da Türkiye’de Türkel ismini alacak olan Hidayet’ti. İsmail Bey orada kumaş ticareti yapıyor ve sık sık da Türkiye’ye giriş yapıyor. Tabii ki kaçak yollardan. Artvin Borçka’da yaylaları olan İsmail Bey’in akrabaları sınır çizilince Türkiye tarafında kalıyor, İsmail Bey ise Gürcistan tarafında kalıyor. İsmail Kokoladze- Cemal Kokoladze Türkel Mahar’ın amcası Osman, Tevfik ve halası Çikunet Yaylası - Camili (Macahel) Göç hadisesini Şemsi Hanım’ın torunu Rengin Mahar Koçak şu şekilde anlatıyor: “1929’da, annem kırk günlük bebekken gelmiş annesinin kucağında. Türkiye’den bir adam kiralamışlar, parayla adam tutmuşlar. Bu adam annemi, annesinin kucağında, bir de amcasının oğlu, üçünü birden kaçırmış. Önce dedem kaçmış Türkiye’ye. Sonra Türkiye’den Gürcülerden bir adam kiralamış parayla o adam kaçırmış anneannemi ve annemi. Gündüz saklanıp gece dağlardan kaçmış gelmişler. Eskiden Osmanlı zamanında giriş çıkış yapılmış, Artvin’de de Gürcüler varmış zaten. Mesela dedemler, annemin dedeleri, Batum’dan Artvin yaylalarına yaylamaya gelirlermiş. O zaman, Osmanlı zamanında, gidiş geliş yapılıyormuş. Yani Türkçe de biliyorlardı. İki dil biliyorlardı onlar. Türkiye’yle daha önceden alışveriş yapıldığı için büyükdedemin teyzesinin oğlu (Zuvallıçukurlu Molla Osman ve kardeşleri) varmış Erbaa’da. Onların vasıtasıyla Erbaa’ya kaçmışlar. Burada akrabaları olduğu için gelmişler buraya. Dini baskılar bir de can güvenliği. Zenginlerin erkeklerini tutuklayıp sürgüne götürüyorlar Sibirya’ya. Mesela büyük dede (babamın dedesi), Sibirya’da sürgünde ölmüş. Bütün mal varlıklarına el koymuşlar. Sadece oturabilecekleri kadar bir ev, belli bir ölçüde toprak vermişler, geri kalan mallarına el koymuşlar. İki dönüm arazi çalıştırıyorsa sadece o iki dönüm arazi varmış. Ellerindeki fazla malların hepsini almışlar. Dine gelince, mesela, sünnet yapamıyorlar. Cenazeyi sadece yıkıyorlar. Yakın zamana kadar hala öyle. Şimdi nasıl bilmiyorum. Cami yok kalmamış zaten hiç. Camileri kapatmışlar, yıkmışlar. Koskoca Batum’da sadece bir tane cami kalmış. Onu da kullanamıyorlar, ibadet yapamıyorlarmış. O zamanlar dini baskılardan, cenazelerini Müslüman usulü yıkayıp defnedemiyorlar. Aynı Hıristiyanlar gibi giydirip, süsleyip, tabutun içine koyuyorlar. Gece Müslüman usulünde yıkayıp, cenaze namazını gece kılıp, gece defnediyorlar gizli gizli.” Kokoladze Ailesi- Ayşe (Mahar) ve eşi Hasan Makaharadze sülalesine mensup olan Mahar ailesi Batum’a 6 Km mesafede yer alan Mahincavur da ikamet etmekteydi. Naciye Mahar’ın babası Ali Ağa (Halvaşi) Yusuf Mahar (Makaharadze) Naciye- Yusuf Mahar Yusuf ve Naciye Makaharadze oğulları İsmail ile- Batum Dedesinin yaşantısını Süleyman Mahar şu şekilde anlatıyor: “Babam İsmail, babaannem Naciye ve Batum’daki halamın kızlarından öğrendiğim kadarıyla dedem Yusuf Batum’da tabakhane ve deri ticareti ile uğraşan varlıklı bir kişi imiş.” Mahar ailesi Türkiye’ye 1933’te göç ediyor. Göç hadisesini Rengin Mahar Koçak şu şekilde ifade etmektedir: “Dedem babamlardan önce kaçıyor. Sonra Muş’tan İbrahim Efendi diye birini tutuyor parayla. O adam babaannemgili kaçırıyor 1933’de. Babam daha 5 yaşında. Babaannemler ilk defa kaçmaya çalışırken eve askerler geliyor yine baskına, zenginlerin evlerini basıyorlar. Askerler dedemi götürecekler diye dedem çoluğu çocuğu her şeyi bırakıp askerlerden kaçıyor. Bir tanesi sürgüne gitmiş zaten, sürgünde ölmüş babası. Daha sonra dedem araştırıyor Türkiye’de adam buluyor. Kendi bir daha dönüp gidemiyor evine. Adam babaannemle iki çocuğunu alıyor kaçırıyor. Orada sadece babaannemin babaannesi ve üç tane halası kalıyor. Bir de babamın küçük kız kardeşi, iki yaşında, var. Onu getirememişler, bırakmışlar. Onu orada halalarına bırakmışlar. Halaları da götüremiyorlar. Bizimkiler de düzen kurulacak, ortalık düzelecek, geri dönecekler diye düşünüyorlar. Geri döneceğiz diye geliyorlar. Geri dönme imkanı olmayınca sonra Erbaa’ya doğru geliyorlar. Kaçarlarken babaannemin elinde sadece bir torba mücevher... Mücevherlerini almış onunla Türkiye’ye kaçmış. Türkiye’de bayağı sıkıntılar yaşamış. Türkiye’ye kaçtıktan sonra önce Erzurum’a geliyorlar babamlar. Sonra, korkudan, orası yakın diye Gürcistan’a, Erbaa’ya göçüyorlar. Tanıdık kimsesi yok ama Erzurum daha yakın oraya diye, uzaklaşmak için Tokat’a geliyor. Önce Samsun’a geliyor. Sonra Samsun’da geçinemeyince daha küçük bir yere gidiyorlar. Ellerinde bir tane mücevherle gelmişler. Hiçbir şey yok. Sonra Türkiye’ye gelince babaannemlere bir tane baraka vermişler iki oda. Erbaa’da devlet vermiş. Bir de dört kişiye 2 dönüm tarla, bahçe vermiş.” Göç hadisesini Yusuf Mahar’ın torunu Süleyman Mahar ise şu şekilde ifade ediyor: “1933 yılında Gulaklara, Kazakistan’a sürgün emri çıkmış, dedem 3 ay kaçak gezmiş; babam anlatmıştı aramaya kızıl askerler geldi ben çok küçüktüm(5 yaşında) evimizi aradılar, babamı bulamadılar, bazı askerler evin önündeki kiraz ağacına çıktılar dallarını kırıp kiraz yediler ve bana da verdiler demişti. Dedem bir gece eve geliyor, taşıyabilecekleri kadar gizledikleri altınlardan alıp babaannem, babam ve sonradan Erzurum’da ölen babamdan küçük amcam İshak’ ı alıp küçük olan halam Ayşe‘yi orada bırakarak (dedemin annesi geri gelsinler diye halamı vermiyor.) evden sınıra doğru yola çıkıyorlar, daha sonra öğrendiğimize göre komşular ihbar ediyor askerler eve baskın yapıyorlar ama dedemler uzaklaşmış oluyorlar. Dedem anlaştığı katırcılarla buluşarak büyük para vererek sınırdan Borçka’ya geçiyorlar. Babam anlatırdı gece kardeşi İshak için katırcıların sigara tabakasından mama yapıldığını. Hece sınır geçilerek Borçka’ya ulaşıp Türk askerlere teslim oluyorlar. Soruşturmalar tamamlanana(bir sene kadar) Borçka’da kalıp hazır yiyerek bekliyorlar. Babam anlatmıştı kaçıp gelen bazı kişiler geri verildi ve sınırı geçer geçmez Rus askerler tarafından öldürüldüler ve o anı hiç unutamıyorum derdi. Babamların soruşturması daha önce göçen akrabalarına sorulup onlar tarafından tanındıkları belirtilince vatandaşlıkları kabul ediliyor. Dedemin ikameti Erzurum’a veriliyor. Dedem burada Erzurumlu Pirimoğlu Ali Ağa ile birlikte büyük bir tabakhane kuruyorlar, ama dedemin peşinden dedemi öldürmesi için adam gönderiliyor bu gelen kişi daha önce Batum’da dedemin yanında çalışan bir işçi imiş. Dedeme gelerek burayı terk etmesini gidince onu bulamadığını söyleyeceğini ama başkalarını da gönderirlerse senide beni de öldürürler diyor. Bu süre içerisinde babamın kardeşi Erzurum’da ölüyor ve dedem ailesini alarak Tokat’a geliyor. Babam ilkokul 1. Sınıfı Tokat’ta okuyor, fakat dedem Tokat’ı beğenmiyor ve Erbaa’ya yerleşiyor. Erbaa’da yine tabakhane kurup ayakkabı dükkânı açıp ustalar çalıştırıyor bu zaman zarfında halam Gülseren ve amcam Ali dünyaya geliyor.” Erbaa’ya yerleşmelerini Yusuf ve Naciye Mahar’ın kızı Gülseren (Mahar) Yağcı şu şekilde anlatıyor: “ Babam burayı beğenmiş onun için Erbaa’da kalmışlar. Sonra babam burada ayakkabı dükkânı açmış, büyük mağazası varmış, 1-2 sene sonra deprem olmuş, depremde dükkân yıkılmış her şey dağılmış, tekrardan babam toparlamış kendini bir daha dükkânını kurmuş bu sefer büyük deprem olmuş o zaman evimiz, dükkânımız dağılmış babam vefat etmiş depremde annem evin altında kalmış bel kemiği kırılmış hastaneye götürmüşler Samsun a, bize de komşular bakmış.” Erzurum-Yusuf ve Naciye Mahar oğlu İsmail ve İshak ile Erbaa-Yusuf ve Naciye Mahar çocukları İsmail, Gülseren ve Ali ile Batum- Ayşe Makaharadze (Mahar) halasının oğlu Nejat ile
Kokoladze ve Makaharadze ailesi Erbaa’ya yerleşmişler. Soyadı kanunu gereğince de Kokoladze ailesi Tekin, Makaharadze ailesi de Mahar soyadını almıştır. İsmail Tekin Erbaa’ya yerleştikten kısa bir süre sonra Borçka’daki yaylaya gidiyor ve oradan geri dönemiyor. Yaylada düşmanları tarafından öldürülüyor. Şu anda mezarı bilinmiyor. Olayı İsmail ve Şemsi Tekin’in torunu Süleyman Mahar şu şekilde ifade ediyor: “Annemin amcası Osman okumak için Türkiye’ye geliyor ve Bursa-İnegöl’e yerleşiyor. Erbaa’ya akraba ziyareti için geliyor ve -Erbaa’ya yerleşiyor. 7-8 yaşlarında annem babasını kaybediyor. Annesi ve kız kardeşi ile yalnız kalıyorlar. Annemler bir süre sonra Osman dedemin yanına yerleşiyorlar. 1939’da Depremi yaşıyorlar. Annem kız kardeşini depremde kaybediyor. Anneannem yaralı kurtuluyor. Samsun’da bir süre kalıyor. Annemin annesi daha sonra evlendiriliyor. Annem Osman dedemlerin yanında büyüyor ve daha sonra babamla evlendiriliyor.” Erbaa’ya yerleştikten bir süre sonra 1939 Erzincan depremiyle sarsılmışlar. Depremi yaşadığında yaklaşık 10 yaşında olan Türkel Mahar olayı şu şekilde ifade etmişti: “1939 depreminde kardeşimi kaybettim. Üzerine hezen (büyük kalas) düştü, yanımda öldü. Amcam ayakkabıcıydı. Evde tabakhanede işçi olarak çalışanlar vardı. Yedi yaşında olan kardeşimi oynatıyorlardı. Soba yanıyordu, ayrıca mangal da vardı. Tereklerde su dolu kazanlar vardı. Güğümlerde mangalın üzerindeydi. Herkes yatmaya gitti. Annem duvarın dibine yer yatağı serdi. Annemle kız kardeşim bir tarafa ben de ayak uçlarına yattım. Uyuduk. Uyurken bir gürültü duydum. Yorganı çekince bir aydınlık gördüm. Korktum yorganı geri çektim. Ben büyüklerin anlattığı karagura geldi diye düşündüm. Çocukluk. Karagura üstüme oturdu zannettim. Annemin ayağını gıdakladım ama bir hareket yoktu. Arada sallantı devam ediyor. Karagura arabayla geldi diye düşünüyorum. Bir süre sonra dışarıdan sesler gelmeye başladı. Sesler komşularmış. Üstümüzü açtılar. Annem ölü gibi yatıyordu. Beni ve kız kardeşimi de çıkardılar. Kız kardeşim ölmüştü. Yorganın altında galiba boğulmuştu. Hiç yarası yokmuş. Yorgana sarılı kız kardeşimin cesedini yorgana sarılı olarak duvarın kenarına koydular. Diğer tarafa da ananemi koydular. Annemin kafası ve kalçası kırıktı. Amcamın da kafatası yarılmıştı. Ben dokuz gün ayağıma basamadım. Annemi Samsun’a götürdüler. Samsun’da altı ay kaldı. Orada iken şarbon hastalığına yakalandı. Ölecek düşüncesi ile beni görmeye Samsun’a götürdüler. Annem hastalıktan kurtuldu ve Erbaa’ya döndü. Depremden sonra kendi imkânlarımızla barakalar yaptık ve oralarda kaldık. Bu barakalar 5-6 yıl kaldı. İkinci(1942) depremden de bu barakalardaydık. İkinci depremden sonra da yukarıya taşındık.” Mahar ve Tekin ailesi depremden sonra barakalarda yaşamaya başlıyorlar, fakat sıkıntılar bitmiyor 1942 Depremiyle yeniden sarsılıyorlar. 1942 Depremi meydana geldiğinde 5 yaşlarında olduğu söyleyen Gülseren Mahar (Yağcı) yaşadıklarını şu şekilde ifade ediyor: “ Abim ve kardeşimle yan yana oturuyordum. Su almak için içeriye girdiğimde su kapları üzerime dökülmeye başlayınca içeriye kaçtım. Kapının dibinde buğday çuvalları vardı. Orada kaldık. Bizim evin tavanını keserek oradan çıkardılar. Annemde deprem sırasında dışarıda idi. Üzerine hezen düşmüş, çıktığımızda bir duvar dibinde yatıyordu. Beli kırılmış. Annem ağabeyimi çarşı içine gönderip babamın durumunu sordurmaya gönderdi. Bir süre sonra ağabeyim ağlayarak geldi. Babam kahvehanede sıkışarak havasızlıktan ölmüş. Hiç yara izi yoktu. Annem yaklaşık bir ay Samsun’da hastanede yattı. Rus kökenli Seniha isminde bir komşumuz vardı. Bir süre o baktı bize. Gürcistan’dan göçtüğümüz için iyi davranırdı bize. Depremde evin enkazından annemin altınlarını çıkarıp bir tanıdığa emanet etmiş. Bir süre sonra ağabeyimle beni Samsun’a gönderdiler. Orada akrabalarımız vardı, annem iyileşinceye kadar orada kaldık. Bizi mektebin bahçesinde bir barakaya yerleştirdiler. Daha sonra Erbaa yeni yerine taşınınca anneme de bir baraka vermişler. Annem oraya gelince baraka önünde Şerife isminde bir tanıdığı görünce barakanın kendisine verildiğini söylemiş. Kadında evinin olmadığını boş görünce yerleştiğini söylemiş annemde kıyamamış, kaymakama gidip durumu anlatmış, kaymakamda o kadını zorla çıkartabileceğini söyleyince, buna gerek olmadığını kendisine yapılmamış bir baraka verilmesini istemiş. Baraka verildikten sonra ahşapların arasını kerpiçle tamamlamış, hatta iki odalı barakaya bir oda daha ekleyip onu da kiraya vermiş, bizim okul masraflarımızı o şekilde karşılamış. Annem çok becerikli bir insandı.” 1942 Depremi yaşananları Süleyman Mahar şu şekilde ifade ediyor: “1942 yılındaki depremde dedem ölüyor, babamlar yetim kalıyor, ev, ocak yok, babaannemin tüm ziynet eşyaları enkaz altında kalmış, hiçbir şey bulamıyor, aynı zamanda kendi de yaralı; Samsun’a hastaneye yatırılıyor. Babam ve kardeşleri komşuları tarafından bakılıyor. Babaannemiz varlık içinden birden yokluk içinde ve yetimleri ile yalnız kalıyor, o zamana kadar tarla işi bilmeyen Naciye Hanım tütün kırmaya ve tütün tarlalarında çalışmağa başlıyor. Babam ilkokulu bitirince babasından kalan malzemelerle uğraşarak meslek ediniyor ve ayakkabıcı oluyor. Kardeşlerini büyütüyor, annesine bakıyor.” 1942 Depreminde Yusuf Mahar’la birlikte 63 kişinin Hayatını Kaybettiği Kahvehane 1942 Depreminde hayatını kaybeden Yusuf Mahar’ın Kabri Üç çocuğuyla dul kalan Naciye Mahar çok zor şartlarda çocuklarını büyütmeye başlar. Bir yanda Batum’da bıraktığı kızı Ayşe’nin hasreti, öbür tarafta yolda kaybettiği oğlu İshak’ın acısı ve üstüne eklenen eşini depremde kaybetmesi, bütün bunlarla mücadele edeceği yıllar hayatını zorlayacaktır. Büyük oğlu İsmail bir süre sonra bir ayakkabıcının yanında çalışmaya başlar, ailenin ekonomik sıkıntıları bir nebze olsa azalmıştır. Fakat Naciye Mahar’ın Batum’da bıraktığı Ayşe’nin hasreti her yıl daha da artmaktadır. Fakat Demirperde ülkesi olan Rusya’nın baskıcı politikaları ne zaman sona erecek ve kızına kavuşacaktır. Yıllar bu hasretle geçmektedir. İsmail Mahar (sol başta) arkadaşları ile-Erbaa [1] Murat Kasap, Yedikıta Dergisi, Sayı 53, Ocak 2013. [2] Arslan, a.g.e., s.52-56 [3] Arslan, a.g.e., s.55-59 [4] Anjelika Pobedonostseva, Stalin Dönemi Tehcir Politikaları, Petersburg Devlet Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi Ortadoğu ülkeleri Tarihi bölümü
[5] Muhittin Gül, a.g.e., s.102,103 [1] Taşkın Deniz, Uluslararası Göç Sorunu Perspektifinde Türkiye, TSA / YIL: 18 S: 1, Nisan 2014, s.180-183 [2] El-Cezire, http://www.aljazeera.com.tr/haber/suriyeli-multecilerin-sayisi-4-milyon-185-bine-ulasti.
[3] Met Çünatıkho Yusuf İzzet Paşa, Kafkas Tarihi, Adıge Yayınları, Ankara, 2002, s.31, 32. [4] Muhittin GÜL, Türk-Gürcü İlişkileri ve Türkiye Gürcüleri, SAÜ Fen Edebiyat Dergisi, (2009-I), s.77-78 [5] Met Çünatıkho Yusuf İzzet Paşa, a.g.e., 42, 43. [6] Gül, a.g.e, s.79 [7] Gül, a.g.e., s.84-91 [8] John F.Baddley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1996, s.49-51, 92 [9] Nedim İpek, Kafkasya’daki Nüfus Hareketleri, Türkiyat Mecmuası, F. 18, s. 275 [10] Morıtz Wagner, Kafkas Rus Savaşı’nda Çerkesler, Çeçenler, Kazaklar ve Gürcüler, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1999, s.291, 292. [11] Gül, a.g.e., s. [12] Demirel, Muammer, Artvin ve Batum Göçmenleri (1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı’ndan Sonra), A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 40, Erzurum, 2009, s.317-321 [13] Demirel, a.g.e., s.319-322 [14] Demirel, a.g.e., s.325 [15] Arslan, Zehra, Moskova Antlaşması Sonrası Batum’da Rus ve Gürcülerin Yaptıkları Düzenlemeler, (1921–1925), Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, s.46,47 [16] Arslan, a.g.e., s.47,48 |
2326 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |