Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Ders Notları Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Ders Notları için tıklayınız. Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Ders Notları pdf için tıklayınız. ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ
1.ÜNİTE: XX. YÜZYIL BAŞLARINDA DÜNYA
1. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1914-1918) Sebepleri: a-Almanya’nın siyasi birliğini tamamlayarak, sömürgecilikte İngiltere’ye rakip olması b -Fransa ve Almanya arasındaki Alsas-Loren bölgesi meselesi(Fransa’nın Sedan Savaşı’nda kaybettiği bu bölgeyi geri almak istemesi) c-Balkanlarda Avusturya-Macaristan Rusya rekabeti d-İtalya’nın Akdeniz’de hakimiyet kurma isteği e-Çıkar çatışmalarının bloklaşmaya (Üçlü İtilaf 1907,Üçlü İttifak 1882)ve silahlanmaya yol açması f-Osmanlı Devleti’ni paylaşma isteği g-Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi
SAVAŞIN BAŞLAMASI 28 Haziran 1914’te Saraybosna’ da Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine Avusturya Sırbistan’a savaş ilanı etti. Rusya’nın da Sırbistan’ın yanında yer alması ile karşılıklı savaş ilanları I. Dünya Savaşı’nı başlattı. Savaş başladıktan sonra tarafsız-lığını ilan eden İtalya 1915 yılında İtilaf Devletleri’ne katıldı. Uzak Doğuda Japonya Alman sömürgelerini ele geçirdi. Komünist ihtilali sebebiyle Rusya savaştan çekilmek zorunda kaldı (1917). Aynı yıl Alman denizaltılarının A.B.D ticaret ve yolcu gemilerine saldırmaları dolayısıyla A.B.D savaşa İtilaf Devletleri’nin yanında dahil oldu. Bu olaydan sonra savaş İtilaf Devletleri’nin lehine dönmüştür. Almanların Batı cephesi çöktü. Diğer cephelerde de alınan başarısızlıklarla İttifak Devletleri birer birer savaşı terk etmek zorunda kaldılar.
MONROE DOKTRİNİ ABD, Avrupa devletlerinin Amerika kıtasında yeniden sömürgecilik hareketlerine girişmelerine ve kendi sistemlerini kıtanın herhangi bir yerinde uygulamak için yapacakları girişimlere izin veremez. ABD, Avrupalı güçlerin arasında bunları ilgilendiren soruna, savaşlara ve politikalara karışmamayı esas alır. Bu esaslarla aBd, Avrupa'nın kendi kıtasına karışmamasını, buna karşılık kendisinin de Avrupa sorunları ve diplomasisinden uzak durmasını yani kıtasına kapanarak yalnızlık (infirat) politikasına dönmesini sağlamış oldu.
2. Paris Barış Konferansı-1919 Paris Konferansından galip devletlerin beklentileri: ABD Milletler Cemiyetinin kurulmasını sağlayarak yalnızlık politikasına dönmek. Fransa Çıkarlarını en iyi şekilde gerçekleştirmek, Almanya'nın bir daha Avrupa dengesini bozmasını önlemek. İtalya Avusturya ve Anadolu’dan bazı toprakları almak. Sırbistan Akdeniz'e çıkmak, Japonya Çin'den topraklar almak.
İngiltere Barış düzeninde kendi menfaatlerini en iyi şekilde gerçekleştirmek, Almanya'nın denizlerdeki gücünü azaltıp sömürgelerini ele geçirerek Almanya'yı etkisiz hâle getirmek. Konferansın çalışmaya başlamasından sonra ABD'nin isteğine uygun olarak Milletler Cemiyetinin statüsünün belirlenmesine öncelik verildi. İstediğini elde eden ABD yalnızlık politikasına geri döndü. İngiltere ve Fransa bundan yararlanarak Wilson Prensiplerini dikkate almadan kendi çıkarları doğrultusunda barış şartlarını belirlemeye çalıştı. İlk antlaşma Almanya ile yapıldı.
3. Birinci Dünya Savaşı Sonunda Yapılan Antlaşmalar Dünya Savaşı Sonunda Yapılan Antlaşmalar 3 Mart 1918'de Sovyet Rusya ve Almanya arasında Brest Litovsk Antlaşması imzalanırken Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan da görüşmelere katıldı. Buna göre Sovyetler; Polonya, Litvanya, Estonya, Letonya, Ukrayna, Finlandiya'dan çekilecek ve buraların geleceğini İttifak Devletleri belirleyecekti. Ayrıca Rusya; Kars, Ardahan ve Batum'u Osmanlı Devletine geri verecek ve Doğu Anadolu'dan çekilecekti. İtilaf devletleriyle Almanya arasında Versailles (Versay); Avusturya ile Saint Germain (Sen-Jermen); Macaristan'la Trianon (Triyanon); Bulgaristan'la Neuilly (Nöyyi); Osmanlı Devleti ile Sevr antlaşması imzalandı. İtilaf devletlerinin yenilen devletlerle imzaladıkları antlaşmaların ortak özellikleri; yenilen devletlerin topraklarını küçültmek, bazılarını işgal etmek veya yeni devletler kurmak; askerî sınırlamalar ve yasaklamalar getirmek; ağır savaş tazminatları ödetmek ve ekonomik yükümlülükler getirmek şeklinde sıralanabilir. Anlaşmaların ağır şartları II. Dünya Savaşı'na da zemin hazırlamıştır.
4.Birinci Dünya Savaşı’nın Sonuçları I. Dünya Savaşı, 1815 Viyana Kongresi ile kurulan ancak bazı değişikliklere uğrayarak 1914'e kadar gelen Avrupa siyasi haritasının değişmesine ve güçler dengesinin yıkılmasına sebep oldu. Rusya, Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları yıkılarak yerlerine yeni devletler kuruldu. Avrupa'da İtilaf Devletleri lehine yeni bir siyasi harita ve güçler dengesi oluştu. Yıkılan imparatorluklardan doğan siyasi boşluğu, başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve Japonya gibi devletler doldurmaya çalıştı. I. Dünya Savaşı sonunda dünyanın bir daha böyle büyük felaketlerle karşılaşmaması için Milletler Cemiyeti kuruldu. Sömürgecilik, isim değiştirerek "manda yönetimi" adıyla daha da yaygınlaştı. Sömürge rekabeti Uzak Doğu'dan Orta Doğu'ya kaydı. Dünyada "milliyetçilik" düşüncesi güç kazandı, yeni millî devletler, yeni rejimler ortaya çıktı. Savaş sonrasında sınırların çiziminde etnik yapıya dikkat edilmemesi azınlıklar sorununu ortaya çıkardı. Savaşa katılan yaklaşık 65 milyon civarındaki askerin 9,2 milyonu öldü.
Özet XIX. yüzyılın en önemli siyasal olayı hiç kuşkusuz İtalya ve Almanya’nın birliğini sağlamasıdır. Özellikle de, güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkması 1815’den beri sürdürülen “Avrupa Uyumu” nu bozmuş ve 1870 sonrasında Avrupa güç dengesini temelinden değiştirmiştir. Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın Prusya’ya yenilmeleri bu iki devletin Avrupa’daki etkinliğini azaltmış, Avrupa devletlerinin kendi aralarında kurdukları sömürgeci düzeni tehdit etmeye başlamıştır. Almanya’nın Alsace-Lorraine bölgesini ele geçirmesi, Fransa ve Almanya arasında olduğu kadar; Avrupa barışı için de devamlı bir tehlike oluşturan bir sorun yaratmıştır. Bu sorun ve sömürgecilik çatışması bloklaşma hareketini doğurmuştur. “Üçlü İttifak” ve “Üçlü İtilâf” bloklarının kurulması ve silahlanma yarışının başlaması ise, uluslararası güvensizliği arttırmış, 1870-1914 yılları arasındaki dönemde çıkan her bölgesel bunalım İttifaklar arasında genel bir çatışma tehlikesi yaratmıştır. İngiltere ve Almanya’nın önderliğini yaptığı bloklar, bu iki ülkenin çıkar çatışmaları yüzünden savaşa sürüklenmiştir. B-SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ (SSCB), ORTA ASYA'DAKİ TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARI
1. Çarlık Rusyası'nın Yıkılışı ve Bolşevik İhtilali
1917 Martında I. Dünya Savaşı'nın olumsuz etkileri çarlık yönetimi üzerinde kendisini gösterdi. Hayat şartlarının daha da ağırlaşması, yolsuzluk ve vurgunlar toplumun her kesiminden insanları çarlık yönetimini devirmeye yöneltti. Petersburg'da kadın işçilerin başlattığı grev kısa sürede yayıldı. Bu hareketi dağıtmakla görevli askerlerin de katılmasıyla bir devrime dönüştü. Zor durumda kalan Çar II. Nikola tahttan çekildiğini açıkladı. Duma (meclis) üyeleri tarafından kurulan geçici hükümet yetkiyi devraldı. Önceleri geçici hükümeti destekleyen Bolşevikler, sürgündeki İlyiç Vilademir Lenin'in Petersburg'a dönmesiyle geçici hükümeti devirmeye karar verdiler. Geçici hükümet ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kaldı. Savaş devam ederken toplumun barış arzusu yaygınlaşmış, ordudan kaçanların sayısı artmıştı. "Barış, toprak ve ekmek" vaat eden Bolşeviklere olan destek gittikçe arttı. Bu gelişmeler sonunda geçici hükümet devrilerek Bolşevikler yönetimi ele geçirdi (Ekim 1917). Almanların büyük toprak talepleri karşısında çoğunluk savaşa devam etmeyi önerirken Lenin zaman kazanmak amacıyla 3 Mart 1918'de Brest-Litovsk antlaşmasını imzaladı. Dış güçlerin desteklediği Çar yanlısı Beyaz Ordu yeni yönetime karşı saldırıya geçti. Üç yıl süren bu iç savaş Bolşeviklerin zaferi ile sonuçlandı. Yönetimde de eski Rus İmparatorluğu federasyona dönüştürüldü ve devlet 1 Ocak 1923'te Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) adını aldı. 1924'te Lenin'in ölümü ile iktidar mücadelesini kazanan Joseph Stalin, birinci beş yıllık kalkınma planını uygulamaya koyarak(1928) Rusya'nın kendi öz kaynaklarıyla kalkınmasını sağlamayı amaçladı. Tarım devrimini gerçekleştirmek için köylülerin küçük topraklarını makinelerle donatılmış büyük çiftlikler şeklinde birleştirerek "kolektifleştirme" politikası izledi. Tarımsal alandaki bu uygulamalar köylü tarafından büyük tepki ile karşılandı. Zorunlu kollektifleştirme sırasında izlenen sert politikalar dört milyon civarında köylünün ölümüne ve tarımsal üretimde düşüşe neden oldu. Stalin döneminde toplum üstünde büyük bir baskı kuruldu, muhalifler tasfiye edildi. Eşitlik ilkesine dayanan resmî ideolojiye rağmen toplumda ve gelir dağılımında büyük bir eşitsizlik vardı. İşçilerin hayat standardına karşılık köylüler sefalet içindeydi. Aydınlar (yazar, sanatçı vb.) ile komünist parti yöneticileri birçok hizmetten parasız faydalanabiliyordu. 1930'dan itibaren toplumun tüm kesimleri için eğitim mecburi oldu. Bilim ve teknoloji alanında büyük ilerleme kaydedildi. Bu alandaki gelişmeler orduya da yansıdı. SSCB ordusu dönemin güçlü ordularından biri hâline geldi.
2-Rusların Orta Asya'yı İstilası
Altın Orda Devleti'nin yıkılmasıyla Kazan, Kırım, Ejderhan, Kasım ve Sibir gibi hanlıklar kurulmuştu. Bu hanlıklar önceleri Rus knezlerini zor durumda bırakmıştı. Aralarında birlik sağlayan Ruslar, Batı'nın askerî tekniğinden ve Türk hanlıklarının kendi iç mücadelelerinden faydalanmasını bildiler. XX. yüzyılın hemen başında Çarlık yönetiminin baskıcı idaresi Türklerden başka Rus olmayan diğer milletleri de harekete geçirmiş ve 1905 İhtilali çıkmıştır. İhtilalden sonra Türkler millî kültürlerini geliştirme imkânı buldular. Bu sırada Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı'nın çalışmalarının da etkisiyle 15 Ağustos 1905'te "Rusya Müslümanları I. Kongresi" gayrı resmî olarak toplandı. Türkler 1916'da Millî İstiklal Ayaklanması'nı başlattılar. Çarlık yönetiminden sonra kurulan geçici hükümet, tüm halkların kanun önünde eşit olduğunu ilan etti. Türkler, politik ve kültürel alandaki çalışmalarını hızlandırdı. 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında "Bütün Rusya Müslümanlarının I. Kurultayı" toplandı. Bir süre sonra başlayan Sovyet istilasına karşı Türk toplumları ayrı ayrı mücadele vermek zorunda kaldı.
3-SSCB Yönetimindeki Türk Topluluklarının Durumu
Geçici hükümeti deviren Bolşevik yönetimi, Orta Doğu, Güney Kafkasya, İran yöresinde etkili güç olan İngilizlerin desteklediği Türklerin ve diğer milletlerin giriştiği bağımsızlık hareketlerine engel olmak için onlara kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanıdı. Bu karar Sovyet Rusya'nın o günkü şartlarda zaman kazanmak için uyguladığı bir oyalama politikasıydı. İlk olarak Tatar Türkleri, Ufa şehrinde 29 Kasım 1917'de "İdil-Ural Devleti"ni; Kazaklar, 13 Aralıkta "Alaş Orda Özerk Cumhuriyeti"ni yine aynı tarihlerde Hokand'da toplanan "IV. Müslümanlar Kongresi"nde de "Özerk Türkistan Cumhuriyeti"ni kurdular. Sovyetler Birliği'nin kurulduğu dönemdeki karışıklıktan yararlanan Türkler, bulundukları bölgelerde bağımsız devletler kurmaya başladı. Başkurdistan Sovyet Cumhuriyeti, Harezm Halk Cumhuriyeti, Türkistan ve Kırgız muhtar cumhuriyetleri bunlara örnek verilebilir. Bu gelişmelerden rahatsız olan Sovyet yönetimi, 1920 yılının sonlarına doğru Türk devletleri üzerinde doğrudan hâkimiyet kurmaya yöneldi. Çarlık Rusyası döneminde işgal edilen Türk; topraklarında asimilasyon (Ruslaştırma) politikası başlatıldı. İlk olarak Türkler Hristiyanlaştırılarak asimile edilmeye çalışıldı. Bu bölgede Rus okulları açılarak Türklerin kültür ve dillerinin değiştirilmesi hedeflendi. Türk ailelerinin Rus okullarına rağbet etmemesi asimilasyon politikasını etkisiz hâle getirdi. SSCB döneminde Türk illeri ele geçirildikten sonra Rus harita ve kitaplarında "Türkistan" isminin kullanımı yasaklandı. Ardından Türkistan beş ayrı cumhuriyete bölündü. Türkler arasındaki birlik ve beraberliğin bozulması amacıyla farklı lehçelerin kullanılması yaygınlaştırıldı. Özbek, Kazak, Kırgız ve Türkmenlerin zorla Türkleştirildikleri ileri sürüldü. Buna bağlı olarak da bu milletlerin dillerinden, kendilerine has tarihlerinden ve edebiyatlarından! sistemli bir şekilde bahsedildi. Böylece Türkistan'daki Türk toplulukları içerisinde Özbekçilik, Kazakçılık, Türkmencilik, Kırgızcılık gibi boy/asabiye duyguları ortaya çıkarılarak birlik! bozulmaya çalışıldı. Sovyetler, 10 ciltlik bir "Sovyet Birliği Tarihi" yazdırma kararı aldı. Eserde Rus olmayan milletlerin özel tarihî gelişimini açıklayan bölümlerine yer verilmedi. Edebiyatta millî ruhu konu alan eserler yasak edildi. Sovyetler, bu Türk illerinde sistematik bir şekilde önce camii ve i mescitleri tahrip edip bunlara ait vakıfların mal ve mülklerini devletleştirdi. Din adamı yetiştiren okul ve medreseleri kapatıp ileri gelen Müslüman din adamlarını hapis ve sürgün ettiler. Geri kalan az sayıdaki camii ise açık olmakla birlikte ibadete kapalıydı. Ekonomik kalkınmayı sağlamak iddiasıyla, yüz binlerce Türk, işçi sıfatıyla Azerbaycan ve Türkistan'dan alınıp Sovyetlerin diğer bölgelerine yerleştirilirken buralara Rus ve Rus olmayan başka milletleri yerleştirdiler. Senelerce devam ettirilen bu göç hareketinin maksadı Rus olmayan milletleri bir potada kaynaştırmak ve onların millî duygularını yok etmekti. Ruslar, Türkiye ile Türkistan'ın kültürel bağlarını da koparmak! istediler. Bunun için 1924'te Arap alfabesinden Latin alfabesine geçerken 1928'de Türkiye'nin Latin alfabesini kabul etmesi üzerine Türkler için "Rus Kiril" harfleriyle karışık bir Latin harf sistemine geçiş yaptılar.
Basmacı Hareketi
Baskın yapan, hücum eden" manasına gelen basmacı tabiri, Çarlık döneminde Ruslar tarafından Türkmenistan, Başkurdistan ve Kırım'da faaliyet gösteren kuvvetler için kullanılmıştı.1918 yılı başında Millî Hokand hükümetinin Ruslar tarafından dağıtılması üzerine Basmacı Hareketi bir halk hareketine dönüştü. Hokand şehrinde başlayan bu hareket, kısa zamanda Fergana vadisine ve diğer bölgelere yayıldı. Basmacı Hareketlerinin tek gayesi, Türkistan'ı Ruslardan kurtararak istiklaline kavuşturmaktı. Eylül 1919'da tekrar Türkistan (Fergana) hükümeti kuruldu. Bu bölgede Ruslarla birlikte hareket eden Ermeniler, 180 Türk köyünü ateşe verdi. Bütün Türkistan'ı işgal etmek isteyen Sovyet Rusya ve Basmacılar arasında çok çetin mücadeleler yaşandı. Enver Paşa'nın 8 Kasım 1921'de Türkistan'a gelip Basmacılara katılmasıyla mücadeleler daha da şiddetlendi. 1922'de Sovyet Rusya'nın genel bir saldırıya geçmesi üzerine "Basmacı liderleri" birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Enver Paşa'nın Ağustos 1922'de şehit olmasıyla Basmacı Hareketleri devam etmesine rağmen istenilen sonuca ulaşılamadı. Bu mücadeleler 1931'e kadar sürdü ve bu tarihten sonra Ruslar, Basmacı Hareketi'ne kesin olarak son verdiler. 5 Aralık 1936'da Batı Türkistan'da SSCB'ye bağlı Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan cumhuriyetleri kuruldu. Bu cumhuriyetlerin millî bir askerî güce sahip olma hakları kaldırıldı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyet yöneticileri, savaş sırasında değişik Türk ve Müslüman topluluklarını, düşmanla işbirliği yapmakla suçladılar. Bunun sonucunda Kırım Türklerini ve Kafkasya'da yaşayan Karaçay, Balkar, Ahıska (Meshet), Çeçen ve İnguş Türklerini, Orta Asya ve Sibirya'ya sürgün ettiler
C. ORTADOĞU’DA MANDA YÖNETİMLERİNİN KURULMASI Coğrafi konumu, yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle önem arz eden Orta Doğu, I. Dünya Savaşı’na kadar, İran hariç olmak üzere Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaydı. Fakat XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin iyice zayıflaması, içte ve dışta birçok meseleyle uğraşmak zorunda kalmasıyla bu bölge, başta İngiltere, Fransa ve Rusya, sonra da Almanya ve İtalya’nın etkin olmak için uğraştıkları bir alan haline geldi. I. Dünya Savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Rusya aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla Orta Doğu’yu paylaştılar. Rusya, savaştan çekilirken gizli antlaşmaları açıkladı. Bu arada Wilson ilkeleri de İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu planlarını bozacak nitelikte maddeler içermekteydi. Buna karşı manda yönetimini buldular. ABD’nin savaş sonrası yalnızlık politikasına dönmesi, İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’da serbestçe hareket etmesine fırsat verdi. SAN REMO KONFERANSI I. Dünya Savaşı'ndan sonra 18-26 Nisan 1920'de Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak olan Sevr Barış Antlaşması'nın şartlarını hazırlamak için İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan milletler arası konferans idi. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı konferansta Osmanlı'yı tasfiye ve petrol meselelerini çözümlemek amacıyla toplanmışlardır. San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin Asya ve Kuzey Afrika'da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi bağımsız bir Ermenistan'la özerk bir Kürdistan'ın kurulması kararlaştırıldı. Osmanlı'nın eski Suriye topraklarında Suriye (Şam merkezli) ve Lübnan Fransa'ya Filistin ise İngiltere’ye bırakılacaktır. Irak ise İngiltere’nin mandasına girecekti. San Remo Konferansı, 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılan Sevr Antlaşması'nın da özünü oluşturmuştur.
1. Orta Doğu’da Büyük Devletlerin Durumu Politikaları a- İngiltere ve Orta Doğu İngiltere’nin Uzak Doğu’daki sömürgelerine ulaşmada en kısa yol Orta Doğu, 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ve XIX. yüzyılın sonlarında bölgede önemli petrol rezervlerinin bulunmasıyla daha da önem kazandı. Almanya’nın Osmanlı Devleti’yle yakın ilişkiler kurarak Hicaz Demiryolları projesiyle de bölgede üstünlük sağlaması İngiltere’yi tedirgin etti. II. Abdülhamit döneminde İstanbul’da denetim altında tutulan Şerif Hüseyin’in serbest bırakılması da İngiltere’ye aradığı fırsatı vermiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra daha da güçlenen İngiltere, Orta Doğu’dan aldığı en büyük payla bölgenin hakim gücü oldu.
Arabistan Yarımadası Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arap Yarımadası’ndaki en önemli gelişme Vahabi Devleti'nin Suudi Arabistan'da kurulmasıdır. Müslümanlığın fanatik kolunu temsil eden Vahabiler Necd bölgesine hakimdiler. Vahabiler XIX. yy'da Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmış ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından kontrol altına alınmışlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında yanında yer alan yerel liderlere İngiltere'nin bağımsızlık vaadi üzerine Hicaz Emiri Şerif Hüseyin kendini "Arap Ülkeleri Kralı" ilan etti. Ancak İtilaf devletleri onu sadece Hicaz Kralı olarak tanıdı. Şerif Hüseyin, oğullarını Irak ve Ürdün'e kral tayin etti ve 5 Mart 1924'te halifeliğini ilan ederek bölgedeki konumunu güçlendirdi. Başlangıçtan beri bölge liderliği konusunda rekabet eden Necd Emiri Abdülaziz İbni Suud, Şerif Hüseyin'e savaş açtı. Galip gelen İbni Suud kendini Hicaz ve Necd Kralı ilan etti. İngiltere'nin 1927'de tanıdığı bu krallık 1932'de "Suudi Arabistan Krallığı" adını aldı. Suudi Krallığı'nın 1936'da Amerikan şirketi Aramco'ya petrol ayrıcalığı vermesiyle ABD bölgeye girmiş oldu. İngiltere, 1934 yılında Yemen’in bağımsızlığını tanıdı. Ancak bölgede İngiltere’nin Yemen ve onu destekleyen İtalya ile olan mücadelesi devam etti.
Irak San Remo Konferansı ile Irak'ın manda idaresi de İngiltere'nin eline teslim edilmiştir. Bu mandaya Musul da dahildi. Yalnız Musul petrollerinin bir kısmı Fransa'ya verilecekti. Bu arada Suriye'de Fransızlar tarafından tahttan indirilen Kral Faysal Irak halkının isteği üzerine İngiltere tarafından 1921'de Irak krallığına getirildi. İngiltere Irak'daki aşiret reislerini para yardımı ve vergi muafiyetiyle kendine bağlayarak ülkede egemen olmak istedi. İngiltere'nin politikası her zaman ki gibi sömürge yollarını kontrol altında tutmak ve petrol gibi değerli madenlere sahip olmak istiyordu. Ancak Irak halkının milliyetçilik fikirleriyle İngiltere’ye karşı başlatmış olduğu mücadeleler sonucunda İngiltere manda ve himaye fikrinden vazgeçerek 1930'da yapılan antlaşmayla Irak'ın bağımsızlığını tanımıştır.
Ürdün Ürdün, Kral Faysal'ın Büyük Suriye krallığına dahil bir bölgeydi. Ancak Faysal Fransızlar tarafından Suriye'den çıkarılınca 1922'de Milletler Cemiyeti'nin kararıyla ayrı bir Ürdün Devleti kuruldu. Bu devlet İngiltere'nin mandasına verildi Ürdün'ün ekonomik kaynaklardan yoksun olması İngiltere’ye bağlılığını arttırmıştı. Başına Hicaz Kralı Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah'ın getirildiği manda yönetimi doğrudan Filistin'deki İngiliz komiserine bağlıydı. Ürdün, bağımsızlığına 1946'da kavuştu.
Filistin İngiltere dış işleri bakanı Balfour 1917'de Siyonist Federasyonu başkanına gönderdiği bir mektupta İngiltere'nin Filistin'de bir Yahudi anavatanının kurulmasını kabul ettiğini resmen bildirmiştir. Bunun sonucunda, Balfour Deklarasyonu (1917) adını alan belge Yahudilerin anavatan davasında bir dönüm noktası olmuştur. Bu bildirge 1919 yılı içinde sırasıyla Fransa, İtalya ve ABD tarafından da kabul edilmiş ve desteklenmiştir. Bundan sonra Yahudilerin Filistin'e göç etmelerine göz yumulmuş ve bölgede Yahudi çoğunluğunu sağlamak için her türlü faaliyete başvurmuşlardır. Ancak bir Yahudi devletinin kurulması II. Dünya Savaşı'nın sonunda gerçekleşebilecektir. San Remo Konferansı'nda Filistin Suriye'den ayrılarak İngiltere'nin mandasına verilmişti. İngiltere Yahudilerin sempatisini kazanmak için bölgede bir Yahudi devleti kurmayı kararlaştırmıştı. İngiltere'nin Filistin'de "Yahudi yurdu" kurma çalışmaları, Wilson Prensipleri'ne uygun olarak ABD tarafından desteklendi. Araplar için bir hayal kırıklığı olan bu mesele Siyonizm hareketlerinin de sonucuyla Avrupa ve Amerika'daki nüfuzlu ve zengin Yahudiler büyük devletler nezdinde teşebbüslerde bulunarak Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak için çalıştılar.
Mısır 1882'de Mısır'ı işgal eden İngiltere, Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesiyle de 1914'te topraklarına kattığını açıklamıştı. Mısır milliyetçilerinin çıkardığı ayaklanmalar sonunda İngiltere, 1922'de Mısır'ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ancak İngiltere, Süveyş Kanalı ve Mısır'daki yabancıların haklarını korumayı üzerine aldı. İtalya'nın Habeşistan'ı (1936) işgal ederek Nil'in kaynaklarına egemen olması ve İtalya'nın Almanya ile Orta Doğu'da bağımsızlık isteyen milletleri kışkırtarak yardım etmesi İngiltere'nin Mısır politikasında değişikliğe gitmesine sebep oldu. Bu gelişmeler İngiltere'yi Mısır ile anlaşma ve ittifak yapmaya zorladı. Buna göre: İngiltere, Mısır'dan çekilirken sömürge yolu üzerindeki Süveyş Kanalı'nda sürekli asker bulundurma hakkı elde etti. Ayrıca İngiltere, saldırı hâlinde Mısır'ı koruyacaktı. Böylece İngiltere, Mısır'daki nüfuzunu korumuş oldu. b- Fransa ve Orta Doğu
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla Orta Doğu’da söz sahibi olmak isteyen devletlerden birisi de Fransa’ydı. San Remo Konferansı’nda Fransa’nın payına Suriye ve Lübnan düşmüştü. Suriye’nin çeşitli bölgelerinden temsilcilerin oluşturduğu Suriye Ulusal Kongresi, Mart 1920’de merkezi Şam olmak üzere Lübnan ve Filistin topraklarını da içine alan Suriye Krallığı’nı kurdu. Başına Kral Faysal’ın getirildiği bu devlet San Remo Konferansı’nda kabul edilmedi.
SURİYE VE LÜBNAN Suriye'nin çeşitli bölgelerinden temsilcilerin oluşturduğu Suriye Ulusal Kongresi, Mart 1920'de merkezi Şam olmak üzere Lübnan ve Filistin topraklarını da içine alan Suriye Krallığı'nı kurdu. Başına Kral Faysal'ın getirildiği bu devlet, San Remo Konferansı'nda tanınmadı. Filistin bu devletten alınarak İngiltere'ye, Lübnan ve Suriye ise Fransa mandası altına verildi. Suriye'yi işgal eden Fransa, Kral Faysal'ı tahttan indirerek bölgeyi sıkı askerî denetimi altına aldı. Lübnan'ı, topraklarını iki kat artırarak Suriye'den ayırdı. Fransa'nın Suriye'yi eyaletlere ayırarak federal bir düzen kurması, Arapların tepkisini daha da artırdı Anadolu'da işgal ettiği yerlerde Türk kuvvetlerine karşı direnemeyen Fransa, Ankara Antlaşması'yla Güney Doğu Anadolu'yu boşaltarak bütün dikkatini Suriye'ye yöneltti. Kuvvet yoluyla buralarda tutunamayacağını anlayınca 1926'da Lübnan'a, 1930'da da Suriye'ye bağımsızlıklarını verdi. Ancak her iki devletin anayasasında Fransız mandasının devamını sağlayan maddeler vardı. İkinci Dünya Savaşı'nın yaklaştığı yıllarda Fransa kendi çıkarlarını düşünerek 1936'da Suriye ve Lübnan'la bir antlaşma yaparak her iki memleketten de çekilmiştir. Fransa Parlamentosunun onaylamaması sebebiyle çekilme işi ancak 1946 yılında gerçekleşmiştir.
D. Uzakdoğu’da Yeni Bir Güç: Japonya
XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar derebeylik (feodal) düzenin hâkim olduğu Japonya, dış dünyaya kapalı bir ülkeydi. Şogun adı verilen ordu komutanı bu derebeylerin en güçlüsünden seçiliyordu. Asıl güç Şogun'un elindeydi. Batılı devletler ticari gerekçelerle Japonya'yı kapılarını kendilerine açması için zorlamaya başlamasıyla 1854'te Batılı devletlerle ticari anlaşmalar yapıldı. Ancak Japonya'nın Batı'ya açılımı, ülkede tepkiyle karşılandı ve anlaşmayı imzalamakla suçlanan Şogun yönetimi, ülke üzerindeki etkisini kaybetti. 1867'de genç yaşta tahta geçen İmparator Mutsuhito'nun aydınların Batı tarzı yenilikler yapılması fikirlerine destek vermesiyle Japonya'da "Meiji Restorasyonu" denilen reform süreci başlamış oldu. 1868'de feodal düzen yıkılarak Batı tarzı hükümet kuruldu. Hukuk sisteminde reform yapılarak Prusya-Alman modeline dayalı yeni bir anayasa oluşturuldu. Çok değişik alanlarda yenilikler yapıldı. Japonya'nın ihracatı, özellikle ipek ve tekstil dalında yükselişe geçti. Tüm bu gelişmelerin ardında "güçlü ordusu olan zengin bir ülke olma" ideali vardı. Gerçekleştirilen bu reformlarla kısa sürede gelişen Japonya XIX. yüzyılın sonlarında güçlü bir devlet hâline geldi. Sanayileşen fakat hammadde açısından fakir olan Japonya Asya kıtasına ulaşmak için yayılmacı bir politika izlemeye başladı. Çin'in yönetimindeki Kore'yi ele geçirmek isteyince Çin'le karşı karşıya geldi. İki devlet arasında yapılan savaşta galip gelen Japonya, Batılı devletler ve Rusya'nın tepkisi nedeniyle elde ettiği toprakları Çin'e geri verdi. Çin toprakları Japonya ve Rusya arasında rekabet alanı hâline geldi. Rusya ile Japonya arasında 1904-1905 savaşı çıktı. Rusya bu savaşta yenilerek Çin ve Kore üzerindeki etkisini kaybetti. Japonya bir süre sonra Kore'yi topraklarına katarken Rusya ve Çine karşı elde ettiği başarılarla Uzak Doğu'da yeni bir güç olarak ortaya çıktı.
E. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı 1.Ekonomik Kriz Öncesi Dünya 1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır. Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir. Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir. I. Dünya Savaşı dolaylı ya da doğrudan tüm dünyayı etkilemekle beraber, savaş sonrasında oluşan dünya tablosundaki en önemli figürler gerek yaşadıkları değişimler gerek dünya ekonomisine etkilerinden dolayı Amerika, İngiltere ve Almanya oldu. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz: Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu. İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi 20’lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 29 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı. Ayrıca İngiltere’de para birimi poundun aşırı değer kazanması , ihracatta düşüşe ve ekonominin bozulmasına yol açtı. Almanya ise savaş tazminatlarını ödemek için karşılıksız para basmış bu da hiperenflasyona (aşırı enflasyon) yol açmıştı.
2.Krizin Patlak Verişi: Kara Perşembe New York Borsası 1928 yılının başından 29 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. Kriz en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde b "işsizler ve evsizler ordusu" oluşturmuştur. Bunalımda etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki % 40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı krizin en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Ekonomik kriz dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin % 42 oranında ve dünya ticaretinin de % 65 oranında azalmasına sebep olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla % 7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu görülebilir Ekonomik kriz farklı ülkelerde değişik tarihlerde sona ermiştir.
3.Türkiye'ye Etkileri Türkiye 1929 bunalımı karşısında, kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı, Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi. Türkiye 1933' de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın, malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim, Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden, ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek, ihracat bu yönden de teşvik edildi. Yerli malı kullanmak teşvik edildi. Yerli malları haftası ilan edildi.
F- İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMİNDE AVRUPA
1-Barışın Sürekliliğini Sağlama Çabaları Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson,barışın korunması için bir uluslararası örgütün kurulmasını gündeme getirmişti.Nitekim, savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştirmek üzere gerekli girişimler başlatılmıştı. Konferansın 15 Ocak 1919 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti'nin kurularak barış antlaşmalarında yer alması kararlaştırılmıştır. Bu oturumda ayrıca oluşturulacak bir komisyonun da Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesini hazırlaması istenmiştir. Böylece uluslararası barışın, kurulacak bir örgütle korunması konusunda önemli bir adım atılmıştır. 10 Ocak 1920’de Cenevre merkez olmak üzere 18 ülke ile kurulan cemiyet 1920’de 48 devlete ulaştı. Türkiye’de 1932 yılında Milletler Cemiyetine üye oldu. Almanya, Versailles Antlaşması'nca belirlenmiş tamirat ve tazminat konusunda bir takım kolaylıklar sağlamak için Fransa'yla iyi ilişkiler kurmak istemiştir. Bu nedenle Alman Hükümeti, 1925 yılının Şubat ayında Fransa'ya bir nota vererek, bir karşılıklı güvenlik paktı kurulmasını önermiştir. Bunun üzerine, 5 Ekim 1925'te Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya Locarno'da bir araya gelerek bir konferans toplamışlardır. Görüşmeler sonucunda, 16 Ekim 1925'te hazırlanan Locarno Antlaşması, 1 Aralık 1925'te Londra'da imzalanmıştır. Locarno Antlaşması'yla Almanya, batı sınırlarının, diğer bir ifadeyle Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul etmiştir. Bunun yanında, antlaşmaya imza atan devletlerin savaştan korunması ve bu devletlerarasında çıkacak her türlü anlaşmazlığın barış yoluyla çözümlenmesi amaçlanmıştır. Almanya bu antlaşma ile uluslararası işbirliğine yeniden katılmış oldu. Antlaşmadan hemen sonra Milletler Cemiyetine üye olarak Avrupa’nın büyük devletleri yanında yerini aldı. Locarno Antlaşması, kısa vadede Avrupa'daki siyasi gerginliği azaltmasına rağmen, uzun vadede Versailles Antlaşması'nın "öngördüğü düzenin" iflasına yol açmıştır.
Briand-Kellogg Paktı
Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na girişinin 10. yıldönümünde (1927) Avrupa'da, Fransa'ya özel bir prestij sağlamak amacıyla, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerde savaşı yasa dışı ilan eden karşılıklı bir taahhütte bulunulmasını önermiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, Fransa'ya verdiği yanıtta, Amerika'nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir taahhüdün yapılmasından ve savaşın yasa dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirmiştir. Kellogg'un bu önerisini kapsayan Briand-Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928'de ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalanmıştı. Aynı yıl Sovyetler Birliği ve Türkiye’de antlaşmaya dahil oldu. Briand-Kellogg Paktı ile, savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı ilan edilmiş ve ülkelerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır. Ancak, Pakt uzun ömürlü olmamış 1930'lardan sonra Almanya, İtalya ve Japonya'nın saldırgan tutumları, Pakt'ın işlevini ortadan kaldırmıştır. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölmesinin yanı sıra ABD ve Avrupa'nın siyasi, sosyal ve ekonomik hayatında önemli değişiklilere yol açtı.
2.Avrupa’da Sosyal ve Ekonomik Hayat ABD’ye göçler azalırken, Avrupa içi göçler arttı. İstihdam ve çalışma şartlarına düzenleme geldi. Avrupa’da demokratik haklar genişletildi. Sanayi, özellikle motorlu araç sanayi gelişti. Yeni üretim teknikleri bulundu. İşçi sınıfının fikirleri siyasiler tarafından dikkate alındı. Fiyatların düşmesi çiftçileri zor durumda bıraktı. Almanya’da yüksek enflasyon ortaya çıktı. İşsizlik arttı. Kentler büyüdü. 1929 yılında ekonomik bunalım ortaya çıktı. Stalin 1928’de ortaya koyduğu ilk beş yıllık plan Rus köylülerinin tepkisine yol açtı. 1932’de ilk beş yıllık plan hedeflerine ulaştı. 1930’lardan sonra Alman ekonomisi yeniden büyümeye başladı. 1933’te Almanya’da Hitler iktidara geçti. 1 Eylül 1939 yılında Polonya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlattı. İngiltere, savaş öncesi ekonomik düzeye ulaşamadı. Fransa , ülkeyi yeniden imar etmek için uğraştığı için ekonomik kalkınmayı sağlayamadı. İtalya’da Mussolini liderliğinde Faşist Parti iktidara geldi.
3-Totaliter Rejimlerin Kuruluşu
a-İtalya’da Faşizm İtalya, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir ekonomik çöküntü içine girmişti. Savaşta istediklerinin çoğuna kavuşamamıştı. Ülkede sosyalizm ve komünizm gibi akımlar güçlenmişti. Bunun yanında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek artması, 1919'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan Faşist Parti'nin büyümesine de yol açmıştı. Paris Barış Konferansı'nda küçük düşürüldüğü öne sürülen İtalya'yı güçlendireceğini, Roma İmparatorluğu'nu yeniden kuracağını ve ülkedeki sol muhalefetle mücadele edeceğini belirten Faşist Parti, 28 Ekim 1922'de Napoli'den Roma üzerine yürüyerek büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Faşist Partisi'nin "Kara Gömleklileri" tarafından gerçekleştirilen bu olay üzerine hükümet istifa etmiş ve başbakanlığa Mussolini getirilmiştir. Mussolini'nin kurduğu faşist yönetim, aşırı ulusalcılığı (milliyetçiliği) esas aldığından, kısa bir süre sonra demokrasiyi ortadan kaldırmıştır. Ülkedeki diğer ırklardan olan kişileri zorla İtalyanlaştırmaya çalışmıştır. Roma İmparatorluğu'nun yeniden kurulması için de, Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye yönelmiştir. Mussolini'nin Anadolu'yu da içine alan bu yayılma politikası, Türk-İtalyan ilişkilerinde gerginlik yaratmıştır. Ancak, İtalya'daki faşist yönetim 1930'lu yıllarda taleplerini arttırarak saldırgan politikasını sürdürmüştür.
b- Almanya’da Nazizm Buna karşılık, Cumhuriyet yönetiminin iç ve dış politikadaki başarısızlığı, ekonomik önlemler almadaki yetersizliği işsizlik sorununu büyütmüştü. 1922 yılında Alman Markı'nın değerinin düşmesi halkın yaşamını zorlaştırmıştı. Örneğin, bir somun ekmek alabilmek için milyonlarca marka ihtiyaç duyulmuştur. Bu arada Fransızların 1923 yılında, savaş tazminatının ödenmemesini bahane ederek Ruhr bölgesini işgal etmesi, kamuoyunun Versailles Antlaşması'na olan tepkisini daha da çoğaltmıştır. İşte, bu toplumsal ve ekonomik çalkantılar içinde Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra terhis edilen onbaşı Adolf Hitler, 1919'da küçük bir siyasal topluluk olan Alman İşçi Partisi'ne üye olmuş ve liderliğini ele almıştır. Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi 1930 seçimlerinde başarılı olduktan sonra, 1932 seçimlerinde de Alman Parlamentosu'nun (Reichstag) 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak, ülkenin en büyük partisi haline gelmiştir. Bu siyasal gelişmelerden sonra Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'te Hitler'i Başbakanlığa atamıştır. Böylece, demokratik bir ortamda ırkçı söylemler benimseyen Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi iktidara gelmiştir. 5 Mart 1933'te yapılan seçimlerde Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) çoğunluğu elde edememiştir. Ancak, Hitler baskıyla Alman Parlamentosu'ndan (Reichstag'tan) dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler almıştır. Böylece, Hitler diktatör olma konusunda önemli bir adım atmıştır. İlk iş olarak sendika ve siyasal partileri kapatmıştır. Kendisi gibi düşünmeyen kişileri ya öldürtmüş ya da toplama kamplarına göndermiştir. 2 Ağustos 1934'te Devlet Başkanı von Hindenburg'un ölümü üzerine bu makamı da şahsında birleştirerek "Führer" olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Almanya'da tek partili totaliter devlet kurulmuş olmaktaydı. Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıklar ortaya çıkarmıştır.
c-İspanya’da Franco Dönemi İspanya’da XIX. Yüzyıldan beri istikrarsızlık ve iç karışıklıklar yaşanmıştır. 1902’de İspanya tahtına geçen XIII. Alfonso anayasayı ilan etmesine rağmen ülkede istikrar sağlanamadı. 1923’te ordu yönetime müdahale ederek bütün demokratik müesseselerin kapatıldığı asker destekli bir yönetim kurdu. Başarısız hükümet askeri desteğini kaybedince istifa etti ve anayasal sistem yeniden kuruldu. Fakat bu gelişme de ülkeye huzur getirmedi ve Kral Alfonso ülkeyi terk edince cumhuriyet ilan edildi. Yeni cumhuriyet yönetiminin dine ve din adamlarına karşı tavır alması, toprak reformlarına girişmesi ve köylülerin, zenginlerin topraklarını ele geçirmek istemesi silahlı çatışmalara sebep oldu. 1936’da karşıt grupla arasında işlenen cinayetler iç savaşın başlamasına yol açtı. İç savaş milliyetçiler ve cumhuriyetçiler arasında gerçekleşti. Cumhuriyetçiler Valencia’da, milliyetçiler de Franco liderliğinde Burgos’ta hükümet kurdular. Fransa ve özellikle Sovyetler , ideolojik yönden kendilerine yakın buldukları cumhuriyetçileri , Almanya ve İtalya ise milliyetçileri destekledi. İngiltere ise tarafsız kaldı. 1938’den itibaren milliyetçilerin hızlı ilerleyişi karşısında cumhuriyetçiler direndiyse de başarılı olamadılar. 1939’da Madrid’in milliyetçiler tarafından ele geçirilmesiyle iç savaş son buldu. Franco yönetimi ilk dönemlerde Batılı devletler tarafından dışlandı. II.Dünya Savaşı’ndan sonra BM’nin İspanya ile ilişkilerini kesmesiyle bu olumsuz süreç devam etti. Soğuk Savaş döneminde kutuplaşmanın artmasıyla Batılı devletlerin İspanya’ya yakınlaşması ilişkilerin düzelmesini sağladı. İspanya 1955’te BM’ye, 1958’de Avrupa Ekonomik İş Birliği Teşkilatına girdi ve ABD ile imzalanan antlaşma ile bu devlete üsler verdi.
G- İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE DÜNYA
I. Dünya Savaşı toplumları siyasi, ekonomik, kültürel vb. yönlerden etkiledi. Savaş sırasında yaşanan ekonomik sıkıntılar savaştan sonra tüketim isteğinin artmasında ve sanayinin gelişmesinde etkili oldu. Petrol ve elektrik günlük hayata girdi. Karayolları ve demiryolları gelişti. Gemicilik yanında havacılık da gelişti. Şehircilik ve mimari gelişti. İletişim araçlarının gelişmesiyle haberleşme kolaylaştı. Fotoğraf, çizgi film, sinema gibi görsel sanatlardaki gelişmeler kitle kültürünün şekillenmesine yardımcı oldu. Bu dönemde fizik alanında önemli gelişmeler oldu. Einstein’in izafiyet teorisi yeni bir çığır açtı. Sağlık sahası başta olmak üzere biyoloji biliminde önemli ilerlemeler sağlandı. Sosyal Bilimler, ihtisas alanlarını belirleyerek bir yenilenme sürecine girdi. 1929’da tarih biliminde Fransız ekolünün ortaya çıkışı ile geleneksel tarih anlayışında önemli değişiklikler yaşandı. I. Dünya Savaşı sonunda Batı Medeniyeti ve bu medeniyetin dayandığı değerlerin sorgulanması, Avrupa edebiyatını etkilendi. Tiyatro da yenilenme sürecine girdi. Zürih’te , bütün toplumu ve burjuvazi sanatını tamamen ve sert bir şekilde reddetmeye dayalı “Sürrealizm” akımı doğdu. İki savaş arasında klasik müziğe dönüş yaşandı. Caz Avrupa’da da yayılmaya başladı.
H. ATATÜRK DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DIŞ SİYASETİ
Atatürk, ”Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilere girişmiştir. Türkiye’yi medeni devletler arasında layık olduğu yere çıkartmaya gayret etmiştir. 1923’ten sonra Türkiye Dış Politikada Lozan’da halledilemeyen Musul, dış borçlar, Suriye sınırı, nüfus mübadelesi ve Boğazlar sorununa öncelik verdi.
1-Türk-Yunan İlişkileri ve Nüfus Mübadelesi
NÜFUS MÜBADELESİ
Lozan Antlaşması’na göre, İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Türkiye’de yaşayan Rumlarla, Yunanistan’daki Türkler karşılıklı yer değiştireceklerdi. Fakat yerleşik ”etabli” kavramı konusunda uyuşmazlık çıktı. Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşmiş sayılmasını istiyordu. Türk hükümeti ise İstanbul’a yerleşmenin Türk kanunlarına göre olacağını ileri sürerek Yunan isteğine karşı çıktı. Türk tarafı İstanbul için “etabli” deyiminin burada sürekli oturanlar için geçerli olduğunu belirtirken, Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce geçici de olsa İstanbul’a gelip burada kalanları da mübadeleden ayrı tutmak istiyordu. Anlaşmazlık Uluslararası Adalet Divanı’na götürüldü ise de, divan bu anlaşmazlığı çözümleyemedi. Bunun üzerine Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunan Hükümeti Batı Trakya’daki Türk mallarına el koyunca, Türk Hükümeti’de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu. İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı bir güç olarak ortaya çıkması Türk-Yunan ilişkilerini düzeltti.10 Haziran 1930’da yapılan antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Anadolu’da yaşayan İstanbul dışındaki Rumlar ile İstanbul’a 1912’den sonra gelen Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya dışında Yunanistan’ın değişik bölgelerinde yaşayan Türkler de Türkiye’ye göç etmişlerdir. Kıbrıs meselesinin başlangıcı olan 1954 yılına kadar Türk-Yunan ilişkileri iyi gitmiştir.
2- Türk- Fransız İlişkileri
a-Yabancı Okullar Sorunu
Lozan Antlaşması’na göre, yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı oldukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardı. Türk hükümeti bu okullardaki eğitim ve öğretim faaliyetlerini düzenleyecekti. Türk hükümeti, bu okullardaki Türk dilinin, tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından okutulması ve bu okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesi esasını bir yönetmelikle saptamıştı. Bazı okullar bu esasa uymak istemediler. Ayrıca Fransa bu okullar üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim hakkı olmasını da tepki ile karşıladı. Fakat hükümeti bu konuda geri adım atmadı. Hatta bazı okullar kapatıldı. Geri kalanlarda kapatılma tehlikesi karşısında hükümetin isteğini kabul etmek zorunda kaldılar.
b- Borçlar Sorunu Türkiye ile Fransa arasındaki görüşmeler 1928 yılında sonuçlandı. Ödenecek borcun miktarı ve eşit taksitlerle ödemesi formüle bağlandı. Ancak 1929 Dünya Ekonomik Krizi Türkiye’yi de güç durumda bıraktı. 1933’te Paris’te bir antlaşma imzalandı ve borçlar sorunu da böylece halledildi. Türkiye 1954’e kadar bütün borçlarını ödedi.
c-Hatay Sorunu
20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızlar Adana, Maraş, Urfa ve Antep’ten çekildiler. İskenderun ve Antakya’yı içine alan Hatay bölgesi ise Fransızlara bırakıldı. Ankara Antlaşması, İskenderun Sancağı’nı Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye bağladı. Buna göre, o zamanki deyimi ile “sancak” Türk kültürüne bağlı kalacak, okullarda Türkçe öğretim uygulanacak ve Türk parası geçerli olacaktı. 8 Eylül 1936’da yapılan antlaşma ile Fransa, Lübnan ve Suriye üzerindeki manda idaresini sona erdirmiştir. Bu ortamda Türkiye 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyetine ve 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği nota ile Hatay bölgesine verilecek geniş otonomdan sonra, bağımsızlık talebinde bulundu. Fakat Fransa Hatay’ın Suriye’de kalmasından yana idi. Bu ortamda Türkiye, sorunu Milletler Cemiyetine götürdü.(Aralık 1936). Milletler Cemiyeti’nin önerisi ile Türkiye-Fransa ikili görüşmeleri başladı. Türkiye ile Fransa,1937’de anlaştılar. Bir anayasa hazırlandı ve 15 Temmuz 1938’de Hatay’ da milletvekilliği için seçim yapıldı.1 Ağustos’ ta seçim sonuçları açıklandı. 6 Eylül 1938’ de Hatay Cumhuriyeti kuruldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına imkan veren, Türk-Fransız antlaşması imzalandı. 29 Haziranda da, Hatay Meclisi’nin aldığı kararla Hatay, Türkiye’ye katıldı (30 Haziran 1939). Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılması için büyük çaba gösteren Atatürk, hayatının son aylarında sağlığını bile dikkate almadan tüm vaktini bu sorunun çözümlenmesine ayırmış ve mücadele etmiştir.
3.Türk-İngiliz İlişkileri
IRAK SINIRI VE MUSUL SORUNU
Lozan Antlaşması’nda Irak sınırı antlaşmanın imzalanmasından sonra,9 ay içerisinde çözümlenecekti. Şayet çözülemezse Milletler Cemiyetine gidilecekti.1924 yılında İstanbul’da İngilizlerle ilk kez Görüşmelere başlandı. Bu görüşmelerde İngilizler Musul dışında Hakkari’nin de Irak sınırı içine alınmasını istediler. Ekim 1924’e gelindiğinde durum savaşa yol açacak bir konuma gelmişti. Bu sırada, İngilizlerin teşvik ettiği Şeyh Sait İsyanı’da Türk tarafını meşgul etmiş elini kolunu bağlamış ve yapılabilecek bir askeri harekatı engellemiştir. Sonunda, Lozan Antlaşması hükümleri uyarınca sorun Milletler Cemiyeti’ ne götürüldü. Ancak burada İngiltere’nin etkinliği söz konusu idi. Musul Irak’a bırakılmıştır Sonuçta 5 Haziran 1926’da sorunu kesin olarak çözen antlaşma Ankara’da imzalandı. Buna göre; Musul, İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Irak hükümeti Musul petrollerinden alacağı verginin %10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye verecekti. Türkiye daha sonra 500 bin sterlin karşılığında bu hakkından da vazgeçmiştir. 14 Aralık 1927’de İngiltere, Irak üzerindeki mandasını kaldırmıştır.
4.Türk –Sovyet İlişkileri
Sovyet Hükümeti Lozan’da Boğazlar üzerinde mutlak Türk egemenliğini savunmuştu. I. Dünya Savaşı galiplerinin Almanya’yı yanlarına alıp Locarno Antlaşmasını imzalamalarını Sovyetler, kendisine yapılmış hareket olarak görmüştü. Ayrıca Musul sorununda Milletler Cemiyeti’nin tutumu, Fransa ve İtalya’nın İngiltere’yi desteklemesi Türkiye’nin uluslararası alanda yalnız kalmasına yol açmıştır. Bu olaylar Türkiye’yi Sovyetler yaklaştırmış ve iki devlet arasında 1925’te bir «Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması» imzalanmıştır. 1927 yılında ise «Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması» imzalanarak ticari işbirliğinin geliştirilmesine çalışılmıştır. 1928’de saldırı savaşını yasaklayan Biriand-Kellog Paktı imzalanınca Türk ve Sovyet hükümetleri de buna katılmıştır. Bu tarihten sonra Türkiye’nin batıya yaklaşması Sovyet Rusya’yı endişelendirdi. Türkiye, bu endişeyi gidermek için 1929 yılında 1925 antlaşmasını 2 yıl daha uzattı. Türkiye, 1930’a doğru İngiltere, İngiltere ve Yunanistan’la sorunları hallederek normal ilişkiler içerine girmiştir. 1936 yılında Montrö Boğazlar sözleşmesinin imzalanmasından sonra Türk Sovyet İlişkileri bozulmuştur.
5-MİLLETLER CEMİYETİ VE TÜRKİYE’NİN GİRİŞİ
10 Ocak 1920’de Cenevre’de kurulan Milletler Cemiyeti, tüm dünya ülkelerinin barış ve dostluk içinde yaşamalarını temin etmeyi ve yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Ancak, Milletler Cemiyeti bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir merkez halini almıştır. 1930’dan sonra milletler arası işbirliğinin önemi daha çok hissedildiğinden Milletler Cemiyetine ilgi de artmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin pek faydalı işler yapacağına inanmamasına rağmen, dünya barışına katkıda bulunmak amacıyla bu cemiyete girdi. (18 Temmuz 1932).
6-BALKAN ANTANTI
1933 yılından sonra Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sının güçlenmeye başlaması Balkan devletleri arasında büyük bir endişe doğurdu. İtalya’nın Balkanlar’ da, Almanya’nın da genel olarak Doğu Avrupa’da çıkarları vardı. Bu nedenle Balkan devletleri ufak tefek anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak birbirleri ile anlaşmış Türkiye ve Yunanistan’ın yanında yer almaya karar verdiler. Sonuçta 9 Şubat 1934’te Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Atina’ da Balkan Antantı imzalandı. Arnavutluk İtalya’dan çekindiği için, Bulgaristan’ da I. Dünya Savaşı’nda imzaladığı Neully (Nöyyi) Antlaşması’nın verdiği eziklikle pakta katılmadı. Çünkü Bulgaristan kaybettiği toprakları tekrar kazanabilmek için fırsat kollamaktaydı. Balkan Antantı’nın esası; sınırların güvence altına alınması, ekonomik ve siyasal işbirliği, anlaşmazlıkların görüşme yolu ile çözümlenmesi ve müşterek yararların üstün tutulması gibi, barış ve karşılıklı saygıya dayanıyordu. Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi, birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan Devleti ile birlikte bir siyasi harekette bulunmamayı da taahhüt ediyorlardı. Almanya ve İtalya’nın etkisiyle Yugoslavya ve Bulgaristan arasında bir antlaşma imzalanması paktı yaralamıştır. II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile pakt dağılmıştır.
7-MONTRÖ (MONTREUX) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
1930’lı yıllara kadar Milletler Cemiyetinin çabalarına rağmen silahsızlanma görüşmelerinden bir sonuç alınamamıştı. Fakat, dünya tersine bir gidişle özellikle 1933 yılından sonra bir silahlanma yarışına girmişti. Örneğin, İtalya’nın Habeşistan’a, Japonya’nın Mançurya’ya saldırmaları, Milletler cemiyetinin etkisini azaltıyordu. Buna ek olarak Boğazlar komisyonu üyesi İtalya, On İki Ada’yı tahkim ettirmiş, Japonya, Milletler Cemiyeti’nden çekilmişti. Bütün bu gelişmeler, Boğazlar üzerinde kurulan dengenin Türkiye aleyhine bozulmasına neden oldu. Türkiye 23 Mayıs 1933’te Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren, Boğazlar statüsünün yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimler sonucunda 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmasına sebep olmuştur. Sonuçta da 20 Temmuz 1936’da Montrö Antlaşması imzalanmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Japonya tarafından imzalanmıştır. İtalya ise 2 yıl sonra kabul etmiştir. Bu sözleşmeye göre; -Boğazlar komisyonu kaldırılarak, vazifeleri tamamıyla Türk devletine verildi. -Boğazlarda askersiz bölüm kaldırılarak, Türklerin buralarda diledikleri kadar kuvvet bulundurmaları ve tahkimat yapmaları kabul edildi. -Ticaret gemilerinin boğazlardan geçişi serbest bırakıldı. -Savaş gemilerinin boğazlardan geçişine kısıtlamalar getirildi. -Herhangi bir anda Karadeniz’de mevcut olabilecek donanmalara savaş gemileri zaman ve ağırlıkları bakımından sınırlandırıldılar. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye büyük bir siyasal zafer kazanmıştır. Çünkü, Türkiye’nin Boğazlarda asker bulundurması ile Doğu Akdeniz’deki durumumuz güçleniyor, Uluslar arası dengede önemimiz artıyor, dünya devletleri ile dostluğumuz daha da değer kazanıyordu. Bu sözleşme Türk-Sovyet ilişkilerinde de ayrılığın ilk adımıdır. Çünkü Türkiye, İngiltere yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.
8-SADABAT PAKTI Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Tahran’da 8 Temmuz 1937’de imzalanan Sadabat Paktı İtalya’nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın meydana getirdiği endişeden doğmuştur. Paktın esası karşılıklı saygı esasına dayanıyordu. Pakta katılan devletler birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklar, ortak yararları üstün tutacaklar, saldırgan girişimlerde bulunmayacaklar ve Milletler Cemiyeti’ne karşı saygılı olacaklardı. Devletler, sınırların korunmasında saygı göstermeyi ve saldırıyı hedef tutan bir oluşuma girmemeyi taahhüt etmişlerdi. SSCB’nin önerdiği Afganistan’ın, Irak’ın istediği Suudi Arabistan’ın Pakta alınıp alınmaması üzerindeki görüşmeler ve Irak ile İran arasındaki sorunlar paktın imzalanmasını geciktirmişti.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1939-1945) A-Yeni Bir Savaşa Doğru 1919-1939 yılları arasında yaşanan olaylar dünyamızı adım adım bir dünya savaşına doğru sürüklemiştir. Zira, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalar Avrupa'nın ve dünyanın güçler dengesini yeniden düzenlemişti. Avusturya-Macaristan, Alman ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılması uluslararası alanda önemli boşluklar yaratmıştı. Bu imparatorlukların paylaşılması için yapılan antlaşmalar ve kurulan statü bir düzen sağlamamıştı. Barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, başka bir büyük savaşın gerekçesi olarak görülmüştür. Bu nedenle antlaşmaların ilk yıllarından itibaren barışın sürekliliğini sağlamak üzere çeşitli önlemler alınmak istenmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Rusya’nın ülkede komünist rejimini yerleştirmesi uluslararası alandan soyutlanarak dışa kapalı bir politika izlemesine yol açtı. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile Orta Doğu kuvvetler dengesindeki boşluk, İngiltere ve Fransa’nın yayılmacı politikasıyla dolduruldu. 1919 Versay Antlaşması’ndan 1925 Locarno Antlaşması’na kadar geçen sürede savaş sonrası sarsıntılar azaltılıp barış antlaşmalarıyla kurulan düzen yerleştirilmeye çalışıldı. Silahsızlanma çabalarına girişildi. Dünya bu şekilde barış çabaları ile uğraşırken 1929 Dünya Ekonomik Buhranı, etkilerini dünyanın her yerinde göstermeye başladı ve siyasi gelişmeleri etkiledi.1931’de Japonya’nın Mançurya’ya saldırması ve art arda çıkan siyasi buhranlar, dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdi.
1. Savaş Öncesindeki Gelişmeler a- Japonya Japonya, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Uzakdoğu'nun en güçlü devleti idi. Özellikle 1930'lardan sonra militarist bir anlayışla yönetilen Japonya, yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştı. 1931'de Mançurya'yı işgal ettikten sonra Çin'e yönelmiştir. Nitekim, 1932'de Çin'le savaşa tutuşarak, bu ülkenin orta bölgelerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Japonya'nın yayılmacı politikası, Uzakdoğu'daki güçler dengesini alt-üst etmiştir. Bu bölgede çıkarları olan İngiltere ve A.B.D. gibi devletler, Japonya'nın bu tutumuna seyirci kalmışlardır. Ancak, Japonya'nın 1937'de Çin'e ikinci kez saldırmasından sonra, bu ülkeye karşı çıkmışlardır. Japonya'yı durdurmak için Çin'e yardıma başlamışlardır. Fakat, Uzakdoğu, Japonya'nın emperyalist tutumu nedeniyle kendisini İkinci Dünya Savaşı'na girmekten kurtaramamıştır.
b- İtalya İtalya’da yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlar Benito Mussolini’yi iktidara taşıdı. Mussolini “ Roma İmparatorluğu” hayali kurmaya başladı ve yayılmacı bir politikaya yöneldi. Serbest şehir ilan edilen Fiume, İtalya’nın baskıları Yugoslavya’dan alınarak 1924 yılında İtalya’ya katıldı. Yunanistan’a ait Korfu adasını işgal etti. Aynı yıl Arnavutluk nüfuz altına alındı. İngiltere ise I.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da bir üstünlük sağlayan Fransa’ya karşı İtalya’yı bir denge unsuru olarak gördü. Bu yüzden 1935’e kadar İngiltere-İtalya ilişkileri iyi bir şekilde devam etti.
İtalya'nın Habeşistan'ı İşgal Etmesi XIX. yüzyılın sonlarında siyasal birliğini tamamlayan İtalya, vakit yitirmeden sömürgecilik faaliyetlerine başlamıştı. Bu bağlamda Habeşistan'ı ele geçirmek istemişse de başarılı olamamıştı. Ancak, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra nüfusun hızla artması, endüstrinin hammaddeye gereksinim duyması ve 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra ülkenin sarsılması, İtalya'nın tekrar el değmemiş zenginliklere sahip bulunan Habeşistan'la ilgilenmesine yol açmıştır. Öte yandan, İngiltere'nin de Habeşistan'ın Tuna Gölü bölgesini ele geçirmek istemesi, İtalya'nın bu ülkeyi kendi topraklarına katma isteklerini kamçılamıştır. İtalya lideri Mussolini, 1930'lu yıllarda, Japonya'nın Mançurya'ya saldırması, Almanya'nın da Versailles Barış Antlaşması'nı geçersiz kılması karşısında Milletler Cemiyeti'nin tepki göstermemesini fırsat bilerek harekete geçirmiştir. 3 Ekim 1935'te İtalyan uçakları Kuzey Habeşistan‘ daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı işgale başlamışlardır. Milletler Cemiyeti işgalin sona erdirilerek barışın sağlanmasını istemişse de başarılı olamamıştır. Ancak, İngiltere, Habeşistan'daki çıkarları nedeniyle tepki gösterebilmiştir. Bu ülkeyi de Fransa, Almanya ve A.B.D. frenlemiştir. Milletler Cemiyeti'nin etkili olamaması ve büyük devletlerin ortak bir cephe kuramaması, politik koşullar bakımından İtalya'nın işini kolaylaştırmıştır. İtalyanlar engellenemediği gibi, Habeşistan'a askeri yardım da yapılamamıştır. Habeşistan halkı cılız bir direniş gösterebilmişse de başarılı olamamışlardır. Nihayet, İtalya, 9 Mayıs 1936'da Habeşistan'ı ilhak ettiğini ilan etmiştir. İtalyan Kralı'nın da aynı zamanda Habeşistan Kralı olduğu belirtilmiştir. Habeşistan işgali, 1930'lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan önemli olaylardan biri olmuştur.
c-Ülkeler Arası Gruplaşmalar
Berlin - Roma - Tokyo Mihveri'nin Kurulması İtalya'nın Habeşistan'ı ele geçirmesinin sonuçlarından biri de, Nazi Almanyasının ve Faşist İtalya'nın birbirine yaklaşması ve uluslararası politikada güç birliğine gitmeleridir. Nitekim, 1936 yılında İtalya ve Almanya arasında birçok karşılıklı ziyaretler yapılmıştır.
Anti-Komintern Pakt Bu tarihlerde Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Sovyetler Birliği de, Alman Nazizmine karşı silahlanmasını hızlandırmıştı. Buna karşılık Almanya'da, bir taraftan Sovyetler Birliği'ne karşı pozisyonunu güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da Japonya'ya yaklaşmaya başlamıştır. Nitekim, 1936 yılının ortalarından itibaren Almanya ve Japonya, Sovyetler Birliği'ne karşı birleşmişlerdir. Bu gelişmelerin sonucunda Almanya ve Japonya, 25 Kasım 1936'da Berlin'de "Anti-Komintern Paktı"nı oluşturmuşlardır. Bu Pakt ile, Almanya ve Japonya arasında siyasi rejim temeline dayalı bir ittifak yapılmış ve bununla "Berlin-Tokyo Mihveri" kurulmuştur. Yayılmacılık konusunda Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmayan İtalya da, 5 Kasım 1937'de Roma'da imzalanan bir antlaşmayla Anti-Komintern Paktı'na katılmıştır. Böylece, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" oluşturulmuş olmaktaydı. d-Almanya Hitler, muhaliflerini tasfiye ettikten sonra tüm dikkatini Versailles Barış Antlaşması'nı bozmaya yöneltmiştir. Bu yönde attığı ilk adım, 1934 yılında Avusturya'daki Nazileri kullanarak bu ülkenin ilhak edilmesi girişimidir. Ancak, Avusturya'daki Nazilerin gerçekleştirdiği hükümet darbesi başarısızlıkla sonuçlanınca ilhakı gerçekleştirememiştir. Fakat, Hitler'in temel hedefi Versailles Barış Antlaşması'nı yıkmak ve emperyalist yayılmacılık olduğundan bu çabalarından vazgeçmemiştir. Nitekim, bu antlaşmanın önemli sorunlarından biri olan Saar Bölgesi'ni 1 Mart 1935'te silah kullanmadan Alman sınırlarına dahil etmiştir. Hitler, özellikle Versailles Barış Antlaşması‘yla getirilen silahlanma yönündeki kısıtlamaları kaldırmak istemiştir. Bu çabalarını sürdürürken bir yandan da silahlanma faaliyetine girişmiştir. 4 Ekim 1933'te Silahsızlanma Konferansı'ndan ve Milletler Cemiyeti'nden çekilerek kara, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye çalışmıştır. Gerek asker sayısını arttırmaya gerekse modern silah, araç ve gereç yapımına önem vermiştir. Bir yasayla da Alman Ordusu teşkilatında önemli değişiklikler yapmıştır. Böylece, Almanya Versailles Barış Antlaşması‘nın en önemli hükümlerinden biri olan silahlanma hükmünü tek taraflı olarak feshetmiştir. Versailles Barış Antlaşması‘nı ortadan kaldırmaya kararlı olan Almanya, 7 Mart 1936'da askersiz hale getirilmiş bulunan Ren bölgesine asker göndermiştir. Fransa karşılık vermek istemişse de bu oldu-bittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Hitler'in amaçlarından biri de Avusturya'nın Almanya topraklarına katılması idi. Daha önce ilhak konusunda başarısız olan Hitler, koşulların olgunlaşması üzerine 11 Mart 1938'de Alman Ordularını Avusturya'ya göndererek bu ülkeyi işgal etmiştir. 12 Mart 1938'de Viyana ele geçirildikten sonra, 13 Mart'ta da Almanya ile Avusturya'nın birleştiği açıklanmıştır. Bu olay Avrupa'nın güçler dengesini bozarak, Almanya'yı öne çıkartmıştır.
Almanya'nın Avrupa'nın Siyasi Haritasını Değiştirmeye Yönelik Çalışmaları
Hitler, 13 Mart 1938'de Avusturya'yı ilhak ettikten sonra "bir ulus, bir devlet" politikasını tam anlamıyla gerçekleştirebilmek amacıyla, Çekoslovakya'yı ele geçirmenin yollarını aramıştır. Zira, Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon Alman yaşamaktaydı. Hitler, burayı Almanya topraklarına katmak için bu ülkedeki Nazilerin çıkardıkları karışıklıklardan yararlanma yoluna gitme isteğindeydi. Nitekim, Çekoslovakya sınırına asker yığarak amacına ulaşmaya çalışmıştır. Almanya'nın bu saldırgan tutumu karşısında İngiltere Başbakanı Chamberlain 15 Eylül 1938'de Almanya'da Hitlerle görüşerek soruna çözüm bulmaya çalışmıştır. Hitler, görüşmede Südet Almanları üzerindeki isteklerinden vazgeçemeyeceğini ve gerektiğinde savaşı göze alacağını açıklamıştır. Almanya'nın yayılmacılığı karşısında İngiltere ve Fransa savaş hazırlıklarına başlamıştır. Sovyetler Birliği ise, Çekoslovakya'ya yardım edeceğini belirtmiştir. Buna karşılık İtalya da, Almanya'yı desteklediğini ifade etmiştir. Böylece, Avrupa genel bir savaşla karşı karşıya gelmiştir.
Münih Konferansı Sorunun gittikçe tırmanması üzerine İngiltere Başbakanı Chamberlain'ın önerisi üzerine Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı toplanmıştır. Bu konferansta; Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesine, Çekoslovakya'nın yeni sınırlarının saptanması için bir uluslararası komisyonun kurulmasına, saptanan sınırın uluslararası güvence altına alınmasına ve Almanya ile İngiltere'nin birbirlerine karşı savaşmayacaklarına dair noktalar üzerinde durulmuştur. Almanya, Südet bölgesini almakla egemenlik alanını genişletmişti. Ancak, bunu yeterli görmemiş ve İngiltere ile Fransa'nın şiddetli karşı çıkmalarına rağmen, 15 Mart 1939'da ordusunu Prag üzerine göndererek Çekoslovakya'yı işgal etmiştir. Sovyetler Birliği ve Fransa, Almanya'ya bir nota vererek olayı protesto etmişlerdir. Almanya bu protestoları dikkate almadığı gibi bu kez de 23 Mart 1939'da Litvanya sınırları içinde bulunan Memel'e saldırmış ve ele geçirmiştir.
e- Savaş Yılı : 1939 Adım adım ilerleyen Almanya, "doğuya doğru genişleme" politikası uyarınca, bir Orta Avrupa ülkesi olan Polanya'ya göz dikmiştir. Ve bu ülkeden Dantzing bölgesini istemiştir. Bu amacını gerçekleştirmek için Polonya'ya baskı yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 31 Mart 1939'da Polonya'ya garanti vermişlerdir. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleriyle Polonya'ya yardım edeceklerdi. Batılı büyük devletlerin Almanya'ya karşı koyması, iki taraf arasındaki ilişkileri gittikçe daha da gerginleştirmiş ve savaşın çıkmasını bir an meselesi haline getirmişti. Nitekim, 11 Nisan 1939'da Alman ordularına verilen talimatta, 1 Eylül'de Polonya'nın işgal edilmesi için tüm hazırlıkların yapılması istenmiştir. Almanya'nın kısa bir süre içerisinde egemenlik alanını genişletmesi, İtalya'nın faşist lideri Mussolini üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştı. Bu nedenle, Mussolini kendi gücünü göstermek ve Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurmak için Arnavutluk'u işgal etmeye karar vermiştir. Bu kararını 5 Nisan 1939'da Almanya'ya bildirmiş ve destek istemiştir. Almanya, Mussolini'nin bu girişimini şiddetle destekleyeceğini açıklamıştır. Bari ve Brindizi limanlarında hazırlanan İtalya donanması ve askerleri, 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgale başlamışlardır. Kısa bir süre içinde Arnavutluk, İtalya'nın egemenliği altına girmiştir. Bu olayla, Doğu Akdeniz ve Balkanların statükosu ağır bir tehdit altına girmiştir.
Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı İtalya'nın Arnavutluk'u işgal etmesi İngiltere ve Fransa tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu sert tutum İtalya'yı daha fazla Almanya'ya itmişti. Nitekim, 22 Mayıs 1939'da, Almanya ve İtalya arasında "Çelik Pakt" adı verilen bir ittifak imzalanmıştı. İngiltere de, Almanya ve İtalya'nın gelecek genişleme girişimlerine göz yummayacağını göstermek için Polonya, Romanya ve Yunanistan'a askeri güvence vermiştir. Bu arada, Sovyetler Birliği de, Batılı müttefiklerin kendisini herhangi bir saldırı karşısında savunmasız bırakacağı duygusuna kapılmıştı. Bu nedenle, 17 Nisan 1939'da Almanya'ya başvurarak, ideolojik farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik ilişkileri engellememesi gerektiğini söyleyip, bu ilişkileri geliştirmek istemiştir. Hitler, Sovyetler Birliği'nin bu yaklaşımına olumlu yaklaşmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği'nde Dışişleri Bakanlığına Molotov'un getirilmesi gelişmelere yeni boyutlar kazandırmıştır. Molotov, Moskova'daki Alman büyükelçisine siyasal bir anlaşma yapılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine her iki ülke kendi çıkarları doğrultusunda bir "saldırmazlık paktı" yapılması hazırlıklarına girişmiştir. Nihayet, 23 Ağustos 1939'da "Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı" imzalanmıştır. Pakt'a göre; taraflar birbirlerine saldırmayacaklar, taraflardan biri üçüncü devletle savaşa tutuşursa, diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmeyecekti. Ortak çıkarlar konusunda birbirleriyle ilişki kuracaklardı. Pakt, on yıl yürürlükte olacaktı. Bu paktın sonucunda, Sovyetler Birliği'nin, İngiltere'nin ve Fransa'nın askeri heyetleri arasında bir süreden beri sürdürülen görüşmeler de sona erdirilmiştir. İngiltere, Pakt'a karşılık 25 Ağustos 1939'da Almanya'nın ele geçirmek istediği Polonya ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Tüm bu siyasal gelişmeler, dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. Zira, devletler bloklaşmaya başlamış ve blokların birbirleriyle olan ilişkileri kopma noktasına gelmişti. Almanya, 29-30 Ağustos 1939'da Dantzing serbest şehrinin kendisine verilmesini, Koridor bölgesi için plebisit yapılmasını, seferberliğin kaldırılmasını ve bu konuları görüşmek üzere bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos günü Berlin'de bulunmasını istemiştir. Polonya, bu istekleri kabul etmekle birlikte, temsilcisinin istenilen tarihte Berlin'e gitmemesi üzerine Almanya harekete geçmiştir. Alman birlikleri, 1 Eylül 1939'da savaş ilan etmeksizin Polonya'yı işgale başlamıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya'dan işgalin sona erdirilmesini ve birliklerini Polonya'dan geri çekmesini istemiştir. Ancak, bir yanıt alamadıkları için 3 Eylül 1939'da Almanya'ya savaş ilan etmek zorunda kalmışlardır. Böylece dünyayı altı yıl boyunca kasıp kavuracak İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanya, 28 Eylül'de Polonya'nın en önemli kentlerinden biri olan Varşova dahil olmak üzere ülkenin büyük bölümünü ele geçirmiştir. Polonya'nın işgale uğraması Sovyetler Birliği'ni harekete geçirmiştir. Bu ülke, Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktında kendisine ayrılan Polonya topraklarını işgale başlamıştır. Bunun üzerine Almanya ve Sovyetler Birliği, 28 Eylül 1939'da Moskova'da ek bir antlaşma yaparak, Polonya'yı aralarında paylaşmışlardır. Sovyetler Birliği, Polonya'nın doğusunu, Almanya'da Varşova dahil batısını almıştır.
Sovyetler Birliği'nin Baltık Ülkelerini Ele Geçirmesi Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği Baltık topraklarını tekrar ele geçirmek için bu bölgeye yönelmiştir. 1939'da Estonya, Letonya ve Litvanya’yı kontrol altına almıştır. Baltık Denizi'nin doğu kıyılarını nüfuzu altına alan Sovyet Birliği, Finlandiya'dan da üsler istemeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Finlandiya'nın istekleri kabul etmemesi üzerine, 30 Kasım 1939'da bu ülkeye saldırmıştır. Finliler, ülkelerini başarıyla savunmuşlardır. Ancak, Finlandiya, uluslararası alanda yalnız kaldığından barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. 12 Mart 1940'da Sovyetler Birliği-Finlandiya Barış Antlaşması imzalanmıştır. Finlandiya bağımsızlığını korumakla birlikte,Sovyetler Birliği, bu ülkeden önemli ölçüde toprak kazanmış, üs kurma hakkı elde etmiştir. Bu olayla, Sovyetler Birliği, Baltık kıyılarına iyice yerleşmiştir.
B-Savaş Yılları
1.Avrupa’da Savaş Almanya, Fransa'ya saldırmadan önce, stratejik yönden önemli olan Danimarka ve Norveç'i ele geçirmeye çalışmıştır. Hitler Almanyası, İngiliz donanmasının Norveç kara sularında bulunan bir Alman gemisine saldırmasını bahane ederek, 9 Nisan 1940'da Danimarka ve Norveç'i işgal etmeye başlamıştır. Danimarka kısa bir direnmeden sonra teslim olmuş, Norveç de, Nisan ayının sonuna kadar karşı koymasına rağmen, Almanların işgalinden kurtulamamıştır. Norveç Kralı ve hükümeti Londra'ya kaçtı. Hitler, bu işgallerle, Büyük Alman Devleti'nin yanı sıra büyük bir Cermen İmparatorluğu amacına da yönelmiştir.
Batı Cephesi'nin Açılması Almanya, Norveç ve Danimarka'yı işgal ederek doğusunu ve kuzeyini güvenlik altına aldıktan sonra, Batı'ya, Fransa üzerine yönelmiştir. Nitekim, 10 Mayıs 1940 sabahı Alman Orduları Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'a saldırmaya başladılar. Lüksemburg hemen işgal edilmiştir. Hollanda ve Belçika kendilerini savunmalarına rağmen, Hollanda 15 Mayıs 1940'da, Belçika da 28 Mayıs'ta teslim olmak zorunda kalmıştır. Bu başarılardan sonra Almanlar, bir yandan İngiliz ve Fransız güçlerini Manş kıyılarında çember içine alırken, bir yandan da Paris üzerine yürümeye başlamışlardır. Bu arada, Almanya'nın kesin olarak başarılı olacağına inanan İtalya da, 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek, İkinci Dünya Savaşı'na katılmıştır. Almanya, bu olumlu gelişmeler sonucunda 14 Haziran 1940'da Paris'e girmiştir. Bunun üzerine Fransa'da hükümet değişikliği olmuş, Mareşal Petain başkanlığında kurulan yeni hükümet, 22 Haziran 1940'da Compiegne'de Almanlarla mütareke imzalamıştır. Bu mütarekeye göre; Fransız Ordusu silahsızlandırılarak tutsak edilmiş, Fransa'nın bütün batı kıyıları, kuzeyi ve doğusu Alman işgaline bırakılmıştır. Vichy'ye taşınmış olan yeni Fransız Hükümeti, Almanya yanlısı bir politika izlemiştir.Ancak, Londra'da askeri ateşe olarak bulunan General de Gaulle, Fransız Hükümeti'ni tanımadığını açıklayarak, anavatan toprakları dışında bir direniş gücü oluşturmaya çalışmıştır. Nitekim de Gaulle, Fransa'nın Alman işgalinden kurtarılması için büyük çaba harcayacaktır. Almanya, Fransa'yı savaş dışı bıraktıktan sonra İngiltere'ye yönelmiştir. Ancak, Almanların, çetin İngiliz direnişi karşısında, İngiliz adalarında hava üstünlüğünü ele geçirememesi ve kış mevsiminin gelmesi üzerine bu ülkenin işgalinden vazgeç-mişlerdir. Bundan sonra, Batı cephesinde Normandiya çıkarmasına kadar, hava savaşları ve Fransız direniş gruplarının eylemleri etkili olmuştur.
2-Kuzey Afrika Cephesi İtalya'nın 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek İkinci Dünya Savaşı'na katılması, İngiltere'nin güç durumda kalmasına yol açmıştı. Zira, İtalya, Kuzey Afrika'da stratejik bir öneme sahip olan Libya'yı elinde bulunduruyordu. Ayrıca, Akdeniz'de bulundurduğu donanma ile İngiltere'nin sömürgeleriyle bağlantısını önemli ölçüde kesmekteydi. Bu bakımdan, stratejik ve ekonomik yönlerden önemli bir alan olan Kuzey Afrika'nın tümüyle ele geçirilmesi, savaşın gidişatını değiştirilebilecekti. Kuzey Afrika'yı ısrarla ele geçirmek isteyen İtalya, Libya'da topladığı 200 bin kişilik bir orduyla, 13 Eylül 1940'da Mısır'a saldırmıştır. Ancak, kısa bir ilerlemeden sonra durdurulmuştur. Mısır'daki İngiliz kuvvetleri takviye alarak güçlendikten sonra 8 Aralık 1940'da karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim, Şubat 1941'de Bingazi, Nisan 1941'de de İtalya'nın elinde bulunan Eritre ve Habeşistan'ı işgal etmiştir. İtalya'nın ard arda başarısızlığa uğraması üzerine, Almanya, 1941 yılının Mart ayında Kuzey Afrika savaşlarına katılmıştır. General Rommel komutasındaki Alman orduları, İngilizler karşısında başarı kazanarak İskenderiye yakınlarına kadar ilerlemişlerdir. Ancak, 1942 yılının Ekim ayından itibaren İngiliz karşı saldırısı üzerine Mihver devletleri gerilemeye başlamışlardır. Müttefik devletlerin de Kuzey Afrika'ya asker göndermeleriyle yapılan savaşlar sonucu, Mihver devletleri yenilmişler ve 1943 yılının Mayıs ayında teslim olmuşlardır. Böylece, Müttefikler, Kuzey Afrika savaşlarında başarı kazanarak Akdeniz'in güney kıyılarına egemen olmuşlardır.
Balkan Cephesi Fransa'nın yenilmesinden sonra, 27 Eylül 1940'da İtalya, Japonya ve Almanya arasında Üçlü Pakt denilen bir ittifak antlaşması imzalanmıştı. Bu Pakt'la, Almanya ve İtalya Avrupa'da; Japonya'da Uzak Doğu'da istilaya dayalı "yeni düzenler" kuracaklardı. Nitekim, Almanya, Avrupa'daki bazı küçük devletleri anlaşmalarla egemenliği altına almaya başlamıştır. Bununla birlikte, Almanya, kısa vade de Sovyetler Birliği ile bir çatışmayı da göze almamıştır. Hatta, bu ülkeyi Üçlü Pakt'a alarak dünyanın paylaşılmasına onları da ortak etmek istemiştir. Bu amaçla, 12-13 Kasım 1940'da Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e davet edilmiştir. Ancak bu görüşmelerde, Hitler, Sovyetlere İran ve Hindistan'ı alarak Hint Okyanusuna çıkmalarını önermiştir. Oysa, Sovyetler Birliği, Finlandiya, Bulgaristan ve Boğazlara dayalı olarak çeşitli isteklerde bulunmuştur. Görüşmelerin başarısızlığa uğraması nedeniyle Sovyetler Birliği ve Almanya'nın arası açılmaya başlamıştır. Öte yandan Almanya, İngiltere'yi kısa sürede yenemeyeceğini anlamış, bu nedenle, geniş doğu topraklarını ele geçirerek, hammadde stoklarını arttırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu yolla, İngiltere'yi yıpratmayı hedeflemiştir. Almanya, bu amaçlarına ulaşmak için öncelikle, Orta Avrupa ve Güney-Doğu Avrupa topraklarını ele geçirmeye çalışmıştır. 20 Kasım 1940'ta Macaristan'ı, 23 Kasım 1940'ta Romanya'yı ve 24 Kasım 1940'ta da Slovakya'yı zorla Üçlü Pakt'a almıştır. Bulgaristan da, karşı koymasına rağmen 1 Mart 1941'de Üçlü Pakt'a katılmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gelişmeler üzerine, Yugoslavya, 6 Nisan 1941'de Sovyetler Birliği ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Ancak, Almanya, antlaşmanın yapıldığı gün Yugoslavya'yı işgal etmeye başlamış ve 17 Nisan 1941'de de teslim almıştır. Almanya, Yugoslavya'yı İtalya, Macaristan ve Bulgaristan arasında paylaştırmıştır. Fakat, Tito'nun önderliğindeki komünistler ile Mihailoviç'in önderliğindeki ulusalcılar, Almanlarla şiddetli bir gerilla savaşına girişmişlerdir. Bu arada, Mussolini de, Hitler'e bilgi vermeden Yunanistan'ı işgal etmek istemişti. Bunun için, 28 Ekim 1940'da Yunanistan'a ultimatom vererek, bu ülkeden üsler istemişti. Ancak, red edilince Arnavutluk'taki İtalyan kuvvetlerini Yunanistan'a saldırtmıştır. Fakat, İtalyan kuvvetleri başarısızlığa uğramıştır. İşte, bu gelişmelerden sonra, 6 Nisan 1941'de Almanya'nın Bulgaristan'daki kuvvetlerini Yunanistan'a girmeye başlamıştır. Yunanlılar, kendilerini savundularsa da, 25 Nisan'da Atina, 31 Mayıs 1941'de de Girit paraşütcü Alman birlikleri tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra da bütün Ege Adaları ele geçirilmiştir. Böylece, Almanlar, Balkanlar da kısa süre içinde önemli başarılar elde etmişlerdir.
Almanya - Sovyetler Birliği Savaşı Almanya'nın kısa bir süre içinde çeşitli cephelerde büyük başarılar elde etmesi, Hitleri daha büyük amaçlar belirlemesine ve gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Nitekim, Almanlar, 22 Haziran 1941'de savaş ilan etmeksizin Sovyetler Birliği'ne saldırmıştır. Alman Ordusu üç koldan Sovyetler Birliği'ne taarruz etmişti. Güney kolu kısa bir süre içinde Odesa'yı ve Kiev'i almış, Kırım ve Sivastopol'u kuşatmış ve Rostov'a ulaşmıştı. Orta kesim ordusu ise, Smolensk'i ele geçirerek Moskova'ya yönelmişti. Kuzey ordusu da, Baltık ülkelerinden hareket ederek Leningrad üzerine yürümüştü. Ancak, Sovyet halkının direnişi üzerine Almanlar, Leningrad'ta durdurulmuştur. Almanlar yoğun bir saldırı düzenlemesine rağmen Moskova'yı alamamışlardır. Bunda kış mevsiminin gelmesi ve Alman ordusunun kış koşullarına göre organize edilememesi de etkili olmuştur. Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması üzerine, Sovyetler ile İngilizler arasında 12 Temmuz 1941'de Ortak Hareket Antlaşması imzalanmıştır. Bununla iki devlet, Almanya'ya karşı birbirini desteklemeyi, bütün güçleriyle birbirlerine yardım etmeyi ve Almanya ile ayrı ayrı mütareke ve barış antlaşması imzalamamayı kararlaştırmışlardır. Bununla birlikte, 4 Aralık 1941'de Sovyetler Birliği ve Polonya arasında Dostluk ve Yardım Paktı adı verilen bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaların yapılması ve A.B.D.'nin savaşa girmesinden sonra, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında 26 Mayıs 1942'de bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Antlaşmada; İngiltere ve Müttefiklerinin Sovyetler Birliği - Almanya savaşına katılması, savaş sonunda barışın korunması için birlikte hareket edilmesi, A.B.D. ile sıkı işbirliği yapılması ve karşılıklı her türlü yardım yapılması gibi noktalara yer verilmişti. Bu antlaşmayla müttefikler, Sovyetlerin Doğu Avrupa'da Almanları durdurması ve baskı altına almasını hedeflemişlerdir. Sovyetler Birliği de, Alman saldırılarına karşı önemli sayılacak siyasi ve askeri destek sağlamıştır. Bununla birlikte, Sovyet lideri Stalin de, Alman saldırılarını durdurmak için kapitalist ülkelerdeki düzeni yıkmayı hedefleyen Üçüncü Enternasyonelin lağv edilmesini sağlamış, Bolşevik ilkeleri bir yana bırakmış, ulusalcılığı ve dini ön plana çıkarmıştır. Halkı da, faşizmle mücadeleye çağırmıştır. Sovyet yöneticileri, içte ve dışta sağladıkları destekle uzun süre Alman kuşatmasına karşı koymuşlardır. Stalingrad’a çekilen SSCB ordusu ile Alman ordusu arasındaki savaş Ağustos ayından Kasım ayına kadar devam eden savaş 25 Kasım’da SSCB’nin galibiyeti ile sona erdi.
3. Asya ve Pasifik’te Savaş
a- Savaş Öncesi ABD A.B.D., Avrupa'da başlayan savaş karşısında tarafsız kalmıştı. Savaşın Almanya lehine dönmesi üzerine Müttefik devletlere değişik zamanlarda askeri yardımlarda bulunmuştur. Alman ilerleyişi durdurulamayınca 1940’da İngiltere’ye para ve silah yardımı da yaptı. A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill, 1941 yılının Ağustos ayının başlarında savaşla ilgili gelişmeleri görüşmek üzere Atlantik'te (Atlas Okyanusu'nda) bir savaş gemisinde bir araya gelmişlerdir. Roosevelt ve Churchill, görüşmelerden sonra, 14 Ağustos 1941'de "Atlantik Bildirisi" adı verilen bir metin yayınlamışlardır. Bildiride iki devlet; topraklarını genişletmek istemediklerini, her ulusun kendi istediği hükümet şeklini seçme hakkına uyacaklarını, küçük-büyük tüm devletlerin aynı koşullar altında dünya ticaretine katılmalarını istediklerini, Nazi diktatörlüğünün tam olarak yıkılmasından sonra, bütün ulusların sınırları içinde güvenle yaşama olanağı sağlayacak bir barışın yapılmasını, böyle bir barışla bütün insanlara engel çıkartılmadan bütün deniz ve okyanuslarda dolaşma olanağının sağlanmasını ve bütün ulusların kuvvet kullanmaktan vazgeçme yolunu tutmaları gerektiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi, bildiriye özgürlük ve demokrasi ilkeleri yön vermiştir. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla A.B.D. ve Japonya arasındaki ilişkiler de gerginleşmeye başlamıştı. Zira, Uzakdoğu'da Japonya ve A.B.D.'nin çıkarıyla çatışmaktaydı. Japonya, 1937'de başlattığı Çin Savaşı'nı sürdürmekte kararlı idi. A.B.D.'de Çin'e mali yardımda bulunarak, Japonya'nın yayılmacılığını önlemek istemiştir. Tüm bu gelişmelerin yanında, Japonya'daki militarist yönetim, Almanların Rusya'da ilerlemesinden ve Anglo-Saksonların Pasifik'te zayıf bulunmasından cesaret alarak, eskiden beri özlemini duyduğu Büyük Pasifik İmparatorluğu'nu kurmak için harekete geçmiştir. Nitekim, Japonya, 7 Aralık 1941'de Hawaii Adalarında Pearl Harbour'da demirli bulunan Amerikan Pasifik donanmasına saldırmış ve bu donanmanın büyük kısmını yok etmiştir. Bu olayın sonucunda Japonya, 8 Aralık günü A.B.D. ve İngiltere'ye, 11 Aralık'ta da Almanya ve İtalya, A.B.D.‘ne resmen savaş ilan etmiştir. ABD, Ocak 1942’de İngiltere, SSCB ve 22 devletin katılımı ile Birleşmiş Milletler ittifakını kurdu. Hatta, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan birçok devlet de, içinde bulundukları bloklara uygun, birbirleriyle savaşa girmişlerdir. Böylece, savaş tam bir dünya savaşına dönüşmüştür. Japonya, savaşın ilk anlarında büyük başarılar kazanmışlardır. Pasifik'te birçok bölgeyi ve Hindiçini'ni işgal etmişlerdir. Ancak, Müttefikler, 1942 yılının sonlarında Japonya'nın yayılmasını durdurmuşlardır. A.B.D., 12-13 Kasım 1942'de Salomon adaları açıklarında Japonya donanmasını ilk büyük yenilgiye uğratmıştır. Bu olayla, Uzakdoğu'da savaş Japonya'nın aleyhine dönmeye başlamıştır. 4 Haziran’da gerçekleştirilen Japonya’nın Midway saldırısı başarısızlıkla sonuçlandı. Bu gelişme Pasifik’teki savaşın seyrini etkileyecek bir dönüm noktası oldu.
C-Barışa Doğru
1-Avrupa’da Savaşın Sona Ermesi
Kazablanka Konferansı A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill arasında, 14-24 Ocak 1943 tarihleri arasında Kazablanka kentinde yapılmıştır. Sovyet lideri Stalin de davet edilmişse de katılamamıştır. Bu konferansta, A.B.D. kuvvetlerinin, 1942 yılının Kasım ayında Fas ve Cezayir'e çıkması üzerine, Kuzey Afrika savaşlarının gidişatı ve sonrası hakkında stratejik ve diplomatik sorunlar ele alınmıştır. Konferansın sonunda; Sovyetler Birliği üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya'ya çıkartma yapılması, Balkanlarda ikinci bir cephenin açılması, bunun için de Türkiye'nin savaşa katılmasını sağlamak üzere hazırlıklara girişilmesi, Mihver Devletleri'nin kayıtsız şartsız teslimine kadar mücadeleye devam edilmesi gibi kararlar alınmıştır.
Quebec Konferansı-1943
Roosvelt ve Churchill, 14-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında Kanada'nın Quebec kentinde tekrar bir araya gelmişlerdir. Görüşmelerde, Almanya'nın silahsızlandırılmasını ve kontrol altına alınmasını öngören bir plan kabul edilmiştir. Ayrıca, Churchill, Türkiye'nin savaşa sokulmasını ve ikinci cephenin Balkanlarda açılmasını önermiştir. Ancak, bu öneriler kabul görmemiştir. Daha önce, Fransa'da açılması planlanan ikinci cephenin Normandiya kıyılarında olmasına ve bunun hazırlanması sorumluluğunun da A.B.D.'ne bırakılmasına karar verilmiştir. İtalya’yı Kuzey Afrika’dan atan müttefik devletler Avrupa’ya yöneldiler ve Sicilya’ya hava saldırısı yapıldıktan sonra denizden çıkarma yapıldı. İtalya teslim oldu. 3 Eylül 1943’te ateşkes yapıldı. Bunun üzerine Almanya İtalya’yı işgal ederek müttefiklerle savaşa girişti. Tutsak edilen Mussolini Almanlar tarafından kurtarıldı. Müttefikler ancak Haziran 1944’te Roma’ya girip 1945 yılının başında Kuzey İtalya’yı ele geçirebildi. 6 Haziran 1944’te Fransa kıyılarındaki Normandiya bölgesinden çıkarma yapıldı ve ABD, İngiliz birlikleri Fransa’ya girdi. 26 Ağustos’ta Paris’e girildi. Fransa, 6 Haziran 1944'de Normandiya çıkarmasından sonra Alman işgalinden kurtarılmıştı. Bundan sonra, Almanya'nın teslim olması gündeme gelmişti. Bu durumda, hem gelecek barış hakkında daha esaslı bir anlaşmaya varmak, hem de Sovyetler Birliği'nin Japonya'ya savaş açmasını sağlamak amacıyla üç büyük Müttefik devlet başkanı 4 Şubat - 11 Şubat 1945'te Kırım'ın Yalta kentinde bir araya gelmişlerdir. Roosevelt, Churchill ve Stalin, Yalta Konferansında; Sovyetler Birliği'nin Almanya teslim olduktan sonra Japonya'ya savaş açması ve buna karşılık daha önce bu devlete bıraktığı toprakları ve Kuril adalarını alması, Sovyetler Birliği'nin Çin ile bir dostluk ve ittifak antlaşması imza etmesi, üç büyük Müttefik devletin ordularının Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesi, merkezi Berlin olmak üzere her üç devletin komutanlarından oluşan bir "Merkez Kontrol Komisyonu" nun kurulması, Fransa'nın da Almanya'ya işgal birlikleri göndermesi, Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü'nün kurulması için 25 Nisan 1945'te San Fransisco'da bir konferans toplanması gibi konular üzerinde durmuşlardır.
Almanya'nın Teslim Olması Müttefik Devletler, 1944 yılında hava üstünlüğünü sağlamışlardı. Özellikle de, 6 Haziran 1944'te Fransa'nın Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak "ikinci cephe" yi açmışlardır. 9 Ağustos 1944'te Paris'i Alman ordularından kurtarmışlardır. Fransız direniş hareketinin ünlü ismi General de Gaulle, hükümet kurarak Fransa'ya yeniden hayat kazandırdı. Bu askeri gelişmeler üzerine Almanya için kurtuluş olanağı kalmamıştı. Doğudan ve batından Müttefik Devletler tarafından işgal edilmeye başlanmıştır. Hitler, Müttefikler, Berlin'e girdikten sonra 30 Nisan 1945'te intihar ederek, yerini Amiral Doenitz'e bırakmıştır. Berlin, 2 Mayıs 1945'te ağırlıklı olarak Sovyet askerlerinin yer aldığı Müttefikler tarafından tamamıyla ele geçirilmiştir. 4 Mayıs'ta Hollanda, Kuzey-Doğu Almanya ve Danimarka'daki Alman orduları teslim olmuşlardır. Bunun üzerine, daha sonra gerçekleşen San Fransisco Konferansı sırasında 7 Mayıs 1945'te Alman delegeleri Reims kentindeki Eisenhower'in ana karargahında Almanya'nın kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzalamışlardır.
Potsdam Konferansı Almanya'nın teslim olmasından sonra, Avrupa'da ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere, üç büyük Müttefik devlet, 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin yakınlarında Potsdam'da bir toplantı yapmışlardır. Potsdam Konferansı'nda A.B.D.'ni (Roosevelt 12 Nisan 1945'te öldüğü için yerine geçen) Başkan Yardımcısı Harry S. Truman, İngiltere'yi konferansın ilk günlerinde Churchill ve daha sonra (Churchill, 1945 yılı Temmuz ayında yapılan genel seçimi kaybettiği için) İşçi Partisi lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee, Sovyetler Birliği'ni de Stalin temsil etmişlerdir. Konferansın en önemli konusunu barışın nasıl sağlanacağı oluşturmuştur. Bilindiği gibi, Almanya, Müttefikler tarafından dört bölgeye ayrılmış ve her bölge bir Müttefik devlet tarafından işgal edilmişti. Üç büyük Müttefik Devlet, anlaşmaya vardıkları konularda, konferansın bitiş tarihi olan 2 Ağustos 1945'te bir deklarasyon yayınlayarak açıklamışlardır. Almanya ve Berlin dört işgal bölgesine ayrılmıştır. ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği yönetimine bırakıldı. Ayrıca Almanya’ya ekonomik ve askeri kısıtlama ve yükümlülükler getirilmesine karar verildi. Avusturya’nın başkenti Viyana dört işgal bölgesine ayrıldı. İtalya ile ağır bir antlaşma imzalanmasına karar verildi.
2-Pasifikte Savaşın Sona Ermesi
Japonya'nın Teslim Olması Müttefikler, 1942 yılında Pasifik'te Japon yayılmasını durdurmuşlardır. 1943 ve 1944 yıllarında da deniz ve hava üstünlüğünü ele geçirmişlerdir. 1945 yılının başlarından itibaren Japonya'nın işgali altında bulunan Çin, Endonezya ve Pasifik'te çeşitli yerlerde saldırıya geçmişlerdir. Bunun üzerine A.B.D., Japonya'yı kayıtsız-şartsız teslim olmaya zorlamak için, 6 Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hiroshima'ya, ikincisini de 9 Ağustos 1945'te Nagasaki'ye atmıştır. Sovyetler Birliği, 13 Nisan 1941'de Japonya ile tarafsızlık antlaşması imzalamasına rağmen, teslim olma noktasına gelen bu ülkeye 8 Ağustos 1945'te savaş ilan etmiş ve Mançurya'yı işgale başlamıştır. Japonya, 10 Ağustos 1945'te yenilgiyi kabul ettiğini A.B.D.'ne bildirmiştir. Yapılan görüşmeler sonucu 2 Eylül 1945'te Tokyo Koyu'nda demirli bulunan A.B.D.'ne ait Missouri adlı savaş gemisinde Japonya'nın teslim belgesi imzalanmıştır. Bu olayla da Uzakdoğu'da savaş sona erdiği gibi, yaklaşık kırk milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı da Müttefiklerin zaferiyle bitmiştir.
D-Savaşın Etkileri
a- Siyasi Sonuçları - Faşizm ve Nazizm gibi akımlar tasfiye edildi. -Asya, Afrika ve Orta Doğu’da yaşayan halklar emperyalist (sömürgeci) devletlere karşı mücadeleye giriştiler. - İngiltere ve Fransa zayıfladı ve sömürgeleri üzerindeki egemenlikleri zayıfladı. - Japonya, işgal ettiği bölgeleri ve daha önce elde ettiği toprakları terk etti. -SSCB Doğu Avrupa’yı işgal etti. Avrupa’da önemli bir güç haline geldi. - ABD dünya siyasetinde öneli bir mevki kazandı. -San Fransisco Konferansı’nda Birleşmiş Milletler teşkilatı kuruldu. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesine veto hakkı tanındı. -SSCB ve Müttefik Devletler, ABD arasındaki kutuplaşma Doğu ve Batı Bloku’nun oluşmasına yol açtı.
b-Ekonomik Sonuçlar - Savaşa katılan özellikle Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler büyük ekonomik kayıplara uğradılar. Üretimde düşme, fiyatlarda artış oldu. -Uluslar arası Para Fonu (IMF) kuruldu. - Devletler yaralarını çok kısa sürede sarmayı başardılar.
c-Toplumsal Sonuçları - Sivil ölümleri çok fazla oldu. Bazı kaynaklara göre 40, bazılarına göre 60 milyon insan hayatını kaybetti. -Asya ve Avrupa’da nüfus hareketleri (göçler) oldu. - Büyük savaş suçları işlendi. Bazıları mahkemelerde yargılandılarsa da çoğu cezalandırılamadı.
d- İnsan Hakları İhlalleri Kasım 1945’ten Ekim 1946’ya kadar Nürnberg’de uluslararası mahkeme kuruldu. Savaş suçluları yargılandı. 1946’da Japonya’da kurulan mahkemede de Japon yöneticiler yargılandı. Yargılama sonucu sonucunda hapis, müebbet hapis ve idam cezaları verildi. “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi. 10 Aralık 1948’de BM “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni kabul ettiler.
E- Savaş Yıllarında Türkiye
1. İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası Genç Türkiye'nin yöneticileri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenerek nasıl ortadan kalktığını, Türk Ulusu'nun nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamışlardı. Bu nedenle, ülkeyi yeni bir savaşın dışında tutmaya çalışmışlardır. Ancak, Almanya'nın 1930'lu yıllarda komşularına saldırması, İtalya'nın 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgal etmeye başlaması karşısında tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Fransa'ya yakınlaşmıştır. Nitekim, 12 Mayıs 1939'da Türkiye ve İngiltere arasında, Türk-İngiliz Yardım Deklarasyonu, 23 Haziran 1939'da da benzer bir antlaşma Türkiye ve Fransa arasında imzalanmıştır. Türkiye, bu antlaşmaları Alman nazizmine ve İtalyan faşizmine karşı yapmasından dolayı, Sovyetler Birliği'nin bir zorluk çıkarmayacağını düşünmüştür. Fakat, 23 Ağustos 1939'da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması'nın yapılması ve Polonya'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, Türkiye'yi bir tehdit altında bırakmıştı. Hatta, Sovyetler Birliği'nin Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçirilmemesini ve boğazlarda Sovyet askeri bulundurmak istediğini Türkiye'ye bildirmesi tehlikenin boyutlarını arttırmıştır. Türkiye, bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa ile eski antlaşmalarını açık bir ittifaka dönüştürmeye çalışmıştır. 19 Ekim 1939'da Türkiye, İngiltere ve Fransa, Ankara'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamıştır. Buna göre; • Bir Avrupa devletinin Türkiye'ye saldırması ve savaş çıkması halinde Fransa ve İngiltere'nin Türkiye'ye yardım etmesi, • İngiltere ve Fransa bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye'nin bu iki devlet yararına tarafsızlık politikası izlemesi, • Bu antlaşmanın uygulanması sonucunda tarafların savaşa girmesi halinde, mütarekenin ve barışın birlikte imza edilmesi gibi. Türkiye bu antlaşma ile,Sovyetler Birliği'nden tamamıyla ayrılmış ve Batılı devletlere yakınlaşmıştır. Türkiye, savaşın tüm dünyada genişlediği bir dönemde, 18 Haziran 1941'de Almanya ile on yıl süreli bir dostluk antlaşması yaparak manevra yapma alanını genişletmiştir. Fakat, bu tarihlerde Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması dengeleri alt-üst etmiştir. Bu kez de Sovyetler Birliği, Türkiye'nin savaşa girmesini istemiştir. Nitekim, 30-31 Ocak 1943'te Churchill ve İsmet İnönü, Adana'da buluşarak Türkiye'nin savaşa girip girmeme konusunu tartışmışlardır. Adana Konferansı da denilen bu buluşmada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye'nin savaşa girecek silah ve malzemeye sahip olmadığını ve İngiltere'nin bu donatımı tamamlaması halinde savaşa gireceğini ileri sürmüştür. Savaş devam ettikçe Müttefik Devletlerin Türkiye'yi savaşa sokma konusundaki ısrarlarını arttırmışlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Roosevelt ve Churchill, 4-6 Aralık 1943'te İkinci Kahire Konferansı'nda bir araya gelerek, Türkiye'yi savaşa sokma konusunu tartışmışlardır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk Ordusunun donatımının tamamlanması halinde 1945 yılının Şubat ayında savaşa girileceğini belirtmiştir. Türkiye, savaşın Almanya'nın aleyhine gelişmeye başladığı dönemde 2 Ağustos 1944'te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesmiştir. 23 Şubat 1945'te de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Türkiye, bu tutumuyla da Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Kısaca, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız bir politika izlemiş, fakat bu politikasını denge esasları üzerine oturtmuştu.
2. Savaşın Türkiye’ye Etkileri - Ülke kaynakları savunma harcamalarına ayrıldığı için halk ağır ekonomik şartlarla karşı karşıya kaldı. -Mal stoklamanın artması dolayısıyla devlet fiyatlara müdahale ederek narh koydu. (devlet fiyatları belirledi.) 1940 yılında Milli Korunma Kanunu ile hükümet ekonomik hayata müdahale etti. Petrol Ofisi ve Et ve Balık Kurumu gibi bazı kurumlar oluşturuldu. - 1942 yılında şehirlerde karne uygulamasına geçildi. -Ticaret Ofisi ve İaşe Müsteşarlığı gibi kurumlar oluşturuldu. - 1942 Temmuz’unda hükümet malların stoklanarak piyasadan çekilmesini engellemek amacıyla piyasa üzerindeki denetimini azalttı. -Karaborsa ve haksız kazanç arttı. -Aşırı ve vergilendirilemeyen kazançlar için Varlık ve Toprak Mahsulleri Vergisi konuldu. (Varlık Vergisi kanunu 11 Kasım 1942’de kabul edildi. -2.”Beş Yıllık Sanayi Plan” uygulanamadı. -Sanayi ve tarım üretiminde düşüş yaşandı. -Sermaye birikiminde sorun yaşandı. -Savaşa rağmen devlet harcamalarının bir kısmı eğitime harcandı. -Köy enstitüleri kuruldu. -Savaşın olumsuz şartları edebiyata da yandı. -Garip akımı ortaya çıktı. -Radyo yayınları yaygınlaştı. -Hafız Burhan, Sadettin Kaynak gibi pek çok sanatçı plaklarında türkülere yer verdiler. -1940 yılında İstanbul Konservatuarı açıldı. -Sadettin Kaynak başta olmak üzere çok sayıda bestekar türkü formunda besteler yaptılar. -Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri gibi sanatçılar radyo programları ve taş plaklarla tanındı.
Özet Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan barış antlaşmaları sorunları çözmemiş ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Güçler dengesi yeniden biçimlenmişti. Dünya barışının korunması amacıyla, Milletler Cemiyeti kurulmuş, Avrupalı büyük ülkelerin de yer aldığı bazı Avrupalı devletler karşılıklı güvenliğin sağlanması için Locarno Antlaşmasını, A.B.D. ile Fransa Dışişleri Bakanlarının öncülüğünde de savaşı yasa dışı ilan eden Briand- Kelogg Paktı imzalanarak yürürlüğe sokulmuştu. Ancak, barışın korunmasına yönelik bu çabalar yeterli olmamıştır. İtalya'da faşist rejiminin kurulması ve bu rejimin yayılmacılığa yönelmesi, Almanya'da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara tırmanarak Versailles Barış Antlaşması düzenini ortadan kaldırmaya çalışması ve Büyük Germen İmparatorluğunu kurmak istemesi, Japonya'nın da Uzakdoğu'da güçler dengesini alt-üst ederek militarist temellere dayalı bir imparatorluk kurma tutumuna girmesi, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açan en önemli gelişmeler olmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya'nın katılımı ile Anti Komintern Paktı'nın kurulması, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olmuştur. "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" dünyanın savaşın eşiğine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Alman birliklerinin 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırısıyla başlamıştır. Bu olay üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir. Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirmiştir. Almanya ise, Norveç ve Danimarka'yı işgal ettikten sonra, Avrupa içlerinde ilerleyerek Hollanda, Belçika ve Fransa'yı işgal ederek, bu ülkeleri kendi topraklarına katmıştır. Bununla birlikte, Almanya ve İtalya, Kuzey Afrika'da da yayılmaya çalışmışlardır. Japonya'nın da, A.B.D.'ni bir ani baskınla savaşa sürüklemesi sonucu, savaş tüm dünyaya yayılmıştır. Mihver Devletleri'nin yayılmacılığına karşı İngiltere, Sovyetler Birliği ve A.B.D. İttifak yapmışlardır. Müttefik Devletler, gerek savaş sırasında gerçekleştirdikleri siyasal buluşmalarla gerek ordularını seferber ederek, Mihver Devletlerini yenilgiye uğratmışlardır. Mihver Devletlerinin tüm cephelerde teslim olmasıyla, dünyaya beş buçuk yıl felaket yaşatan İkinci Dünya Savaşı sona ermiştir.
3.ÜNİTE: SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
Soğuk Savaş, Sovyet Bloğu ülkeleri ile Batılı güçler arasında 1945'den 1990'a kadar devam etmiş olan uluslararası siyasi ve askeri gerginlik. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu ve Batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri; bütün dünyada gerginlik yaratmıştır. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyası doğmuş, dünya devletleri ise bu iki bloktan birinin yanında yer almaya çalışmışlardır. Gerginlik hiçbir zaman "taraflar arasında" sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da taraflar her anlamda birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Genel kabule göre, soğuk savaş Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Berlin Duvarı'nın yıkılması ile sona ermiştir.
DÖNEMİ ŞEKİLLENDİREN FAKTÖRLER
II. Dünya Savaşı tarihin gördüğü en yıkıcı savaşlardan biri olmuştur. Ülkeler yanmış, yıkılmış ve milyonlarca insan ölmüştü. Milletler arası mücadeleler, büyük devletlerin çatışması ve mahalli savaşlar, insanlığı zaman zaman üçüncü bir dünya savaşının eşiğine kadar getirmiştir. Böyle bir sıcak savaş patlak vermemiştir, fakat barış da olmamıştır. Dünya bir “soğuk savaş” atmosferi içinde, heyecanlı on beş yıl geçirmek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, I. Dünya Savaşından sonraki dünya, 19. yüzyılın dünyasından çok farklı olmuş ise, 1945’ten sonraki dünya da, 1918’in dünyasından çok farkı bir yapıda olmuştur. Bu farklılıklar ve yeni dünyamızı şekillendiren faktörleri şu noktalarda toplamak mümkündür. 1) Bir kere, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan ve bu güne kadar devam eden milletler arası politikanın yapısı çok değişmiştir. Savaştan sonra dünya politikasına iki yeni kuvvet, Süper- Devlet adı verilen, Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya hakim olmuştur ve bu iki kuvvetin üstünlüğü günümüzde de devam etmektedir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra milletler arası politikanın yapısı değişmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. 2) Sovyet Rusya’nın sivrilmesinin bir mühim neticesi de, ilk defa olarak milletler arası münasebetlere doktrin ve ideoloji unsurunun girmesidir. Sovyet sistemi, dünya proleter ihtilali gibi, komünizmi bütün dünyada hakim kılmak isteyen bir doktrine dayandığından, savaştan sonra Sovyet dış politikası tamamen bu hedefe yönelmiş ve bu da milletlerarası politikaya doktrin ve ideoloji unsurunun girmesine sebep olmuştur. 3) Günümüz dünyasının en mühim gelişmelerinden biri de, sömürgeciliğin tasfiyesidir. Bir-iki yer istisna edilirse, Asya ve Afrika’daki sömürgelerin hepsi bugün bağımsız olmuşlardır. 1956 yılında Afrika’da bağımsız devlet sayısı 6 iken, bugün bunların sayısı 50’yi aşmaktadır. Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ise, daha ileride göreceğimiz üzere, milletler arası politikaya Üçüncü Blok, üçüncü dünya veya Bağlantısızlar Blok’u denen yeni bir kuvvetin girmesi neticesini vermiştir. 4) II. Dünya Savaşı’nın en mühim neticelerinden biri de, milletler arası politikanın “alan genişlemesi”dir. 1945’e gelinceye kadar, milletler arası münasebetlerin yoğunlaştığı başlıca alan Avrupa idi. Halbuki bugün artık böyle değildir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi geniş ülkeli ve kalabalık nüfuslu iki ülkenin ortaya çıkışı ve Japonya’nın Asya’da büyük bir ekonomik kuvvet olarak tekrar sivrilmesi ile Asya gayet mühim bir milletlerarası politika alanı haline gelmiştir. Nihayet, Üçüncü Dünya Ülkelerine de Asya- Afrika- Latin Amerika grubu dendiğini de unutmayalım. 5)Milletlerarası münasebetlerin alan genişlemesi, sadece dünyanın düzeyi üzerinde olmayıp, günümüzde bu münasebetler yukarıya doğruda bir alan genişlemesi yaparak, uzaya intikal etmişler. Bir zamanlar nasıl sömürge sahibi olmak büyük devlet olmanın şartı gibi telakki edilmiş ise, şimdide uzayın derinliklerine el atabilmek, büyük kuvvet olmanın şartı gibi görünmektedir. 6) Günümüz dünyasının, bilhassa II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan en mühim meselelerinden biri de, ekonomik meselelerdir. Denebilir ki, tarihin hiçbir döneminde ekonomik meseleler, milletlerarası münasebetlerde bugünkü kadar ağırlık kazanmamıştır. Bugün bütün dünya ülkeleri, siyasal kuvvet dengesi, güvenlik ve barış gibi meselelerden beklide çok daha fazla olarak, ekonomik kalkınma, ferah, daha iyi bir yaşama seviyesi gibi meselelerle yoğun bir şekilde meşgul olmaktadırlar.
RUS EMPERYALİZMİNİN CANLANMASI
İkinci Dünya Savaşı sonunda Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya’nın iki büyük kuvvet olarak ortaya çıkmalarında, milletler arası politika arenasında meydana gelmiş olan boşluklar şüphesiz en büyük rolü oynamıştır. Savaştan önce milletler arası kuvvet dengesinin temel unsurlarını teşkil eden devletler, 1945 in dünyasında artık mevcut değildir. Komünizmin evrensel tatbikçisi olarak ortaya çıkmış bulunan Sovyet Rusya için bu öyle bir manzarada ki, belki tarihinin hiçbir döneminde böyle bir fırsat önüne tekrar çıkmayacaktır. Bu sebeple savaşın hemen ertesinde Sovyet Rusya’nın üç istikamette faaliyete geçtiğini görüyoruz. Bu üç istikametten biri Avrupa, ikincisi Orta Doğu ve üçüncüsü de Uzak Doğu veya Asya’dır. Anlaşmanın tasdiki tehlikeye girince Sovyetler İran’a baskı yapmaya başladılar. Amerika’da hem hatasını anlaşmıştı ve hem de şimdi Sovyetlerin savaş sonrası niyetlerini görerek Sovyetlerin karşısına dikilmeye karar verdi. Amerikan hükümeti, 20 Eylül 1947 de yaptığı bir açıklamada, petrol anlaşmasını reddetmesinden dolayı İran beklenmedik neticelerle karşılaşacak olursa, İran’ın toprak bütünlüğünü koruyacağı hususunda teminat verdi. Bunun üzerine İran Meclisi 22 Ekim 1947 de anlaşmayı ittifakla reddetti. Sadece 2 komünist milletvekili müspet oy vermişti.
A. BLOKLARIN KURULUŞU
1-Doğu Bloku’nun Kuruluşu Sovyetler askeri işgal altında tuttukları Avrupa ülkelerinde komünist rejimler kurarak Sovyet Blok’unu oluşturmuştur. İşin aslı, bu ülkelerin Sovyet askeri işgaline girmesini bir bakıma Batılı devletler istemiştir. Çünkü, 1944 yazından itibaren Almanlar Rusya cephesinde geri çekilmeye başladıkları zaman, gerek Amerika, gerek İngiltere, Sovyet’lerin Almanları kendi topraklarından attıktan sonra savaştan çekilmelerinden endişe etmişler ve korkmuşlardır. Onlara göre, savaşın bir an önce sona ermesi için Kızılordu’nun Doğu Avrupa’da ilerlemesi ve Alman işgalindeki toprakları Almanlardan temizlemesi gerekliydi. 1945 Şubatında Kırım’da Yalta’da Amerika, İngiltere ve Sovyet liderleri arasında yapılan toplantı sonunda yayınlanan Kurtarılmış Avrupa Hakkında Demeç, serbest ve demokratik seçimler için gerekli tedbirler alınıncaya kadar, Sovyet işgalindeki ülkelerde geçici hükümetlerin kurulmasını ve bu hükümetlerde bütün siyasi partilerin ve siyasi eğilimlerin temsil edilmesini öngörmekteydi. Esasına bakılırsa, bu ülkelerde hiçbir parti tek başına hükümeti kurabilecek oy gücüne sahip değildi. Gerek bu demeç dolayısıyla, gerek yapılan kurucu meclis seçimlerinin oy neticeleri dolayısıyla, hükümetler bu ülkelerde genellikle koalisyon kabineleri şeklinde kuruldu. Fakat dikkati çeken nokta, bu kabinelerde komünistlerin daima içişleri, adalet ve enformasyon bakanlıklarını almaları idi.
Komünist Partilerin Hükümetlere Hakim Olması Bir süre sonra komünistlerin hükümetleri tamamen ele geçirdikleri görüldü. Çünkü çeşitli hadiseler ve baskılar yüzünden, ara sıra da Sovyetlerin baskısı ile, Komünist partisinin dışındaki siyasi partiler hükümetlerden ayrılarak muhalefete geçtiler. Böylece hükümetler bir süre sonra, tamamen komünistlerden meydana gelmiş oluyordu.
Muhalefet Partilerinin Tasfiyesi Bu merhalenin, bilhassa 1947 yılında, yani 10 Şubat 1947 de barış antlaşmalarının imzasından sonra gerçekleştirildiğini görüyoruz. Çünkü Sovyet işgali altındaki ülkelerde barış anlaşmaları yapıldıktan sonra, artık Sovyet askerlerinin bu ülkelerden çekilmesi gerekiyordu. Halbuki komünist partileri iktidara sahip olmakla beraber, aynı zamanda komünistlerin karşısında da kuvvetli muhalefet partileri bulunuyordu. Sovyetler bu muhalefet partilerini tamamen bertaraf edip komünist rejimleri yerleştirmeden bu ülkelerden çekilmek istemediler ve bu sebeple 1947 Şubatından sonra bu ülkelerde muhalefet partilerinin tasfiyesine girişildi. Savaş sonrası dört bölgeye ayrılan Almanya’da iki ayrı devlet ortaya çıktı. Batılıların kurduğu Federal Almanya, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu Demokratik Almanya. Dört Bölgeye ayrılan Berlin’de Batılıların yönetimindeki Batı Berlin, Sovyetlerin denetimindeki Doğu Berlin olmak üzere ikiye ayrıldı.1961 yılında da Berlin Duvarı yapıldı.
a- Doğu Bloku İçindeki Diğer Gelişmeler Doğu Bloku içinde komünist rejimlerin kurulması Sovyetlerin etkisi ile olurken Yugoslavya ve Arnavutluk’ta kendi içinden olmuştur. Çin’de II.Dünya Savaşı sonrası başlayan milliyetçilerle komünistler arasındaki iç mücadeleyi kazanan komünistler , yönetimi ele geçirmişlerdir. Kore, Yalta Konferansı’nda iki işgal bölgesine ayrılmıştı. Potsdam Konferansı’nda sınır 38. paralel oldu. 1948 yılında bu bölgede Sovyet destekli Kuzey Kore ve ABD destekli Güney Kore Devleti kuruldu. Fidel Castro, Küba’da sosyalist bir yönetim kurdu.
b- Sovyet Modeline Göre Ekonomik ve Sosyal Düzenin Kurulması Doğu Avrupa ülkelerinde yapılan anayasal düzenlemelerle ekonomik ve sosyal düzen Sovyet modeline göre kuruldu. SSCB’nin Avrupa’da egemenlik kurmaya başlaması ABD’yi harekete geçirdi. 1947 Martında Truman Doktrini’ni ve 1947 Haziranında da Marshall Planı’nı uygulamaya koydu.
Kominform’un Kuruluşu 1947 Eylül ayında Sovyet Rusya, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Fransa ve İtalya komünist partilerinin liderleri Polonya’nın Szklarsa Pareba şehrinde toplandılar ve yayınladıkları belgeler ile 5 Ekim 1947 de Cominform’un kurulduğunu ilan ettiler. Gerek belgelerde, gerek verilen demeçler ve yapılan konuşmalarda, Birleşik Amerika’ya, Truman Doktrini’ne ve Marshall Planına çatılması, Kominform’un kuruluş sebebini açıklayan bir husus olsa gerektir. Yayınlanan belgelere göre, kurulan bu milletler arası komünizm teşkilatının amaçları şunlardır: 1. İşçilerin yegane vatanı olarak Sovyetler Birliği’nin savunulması, 2. Birleşik Amerika tarafından temsil edilen emperyalizme karşı mücadele, 3. Bütün dünyayı kapsayacak olan bir Sovyetler Cumhuriyeti’nin kurulması. 25 Ocak 1949’da komünist ülkeler arasında ekonomik işbirliği ve dayanışma amacıyla “ Comekon” kuruldu. 1949’da kurulan NATO’nun etkinliğini artırması üzerine 14 Mayıs 1955’te komünist ülkeler arasında Varşova Paktı kuruldu. Antlaşmayı imzalayan ülkeler Arnavutluk, Romanya, SSCB, Demokratik Almanya, Bulgaristan, Polonya, Çekoslavakya ve Macaristan'dı. Demokratik Almanya Pakt'ın askeri kanadına 1956'da katıldı.
c-Sosyalist Blokta Sarsıntılar
Sovyet Rusya’da İktidar Mücadelesi 5 Mart 1953’te Stalin’in ölmesi üzerine bir iktidar mücadelesi başladı. Stalin’in yerine göz koyanlar, hemen bir iktidar mücadelesi içine girmemişler, adeta geçici bir anlaşma ile Kolektif Liderlik denen toplu idareyi tercih etmişlerdi. Fakat mücadele, Stalin’in 9 Martta yapılan cenaze töreninden sonraki günlerde ve önce alttan, sonrada açık bir şekilde başlayacaktır. Bu iktidar mücadelesi diğer doğu blokunda da sarsıntılara yol açmıştır.
SSCB-Yugoslavya İlişkileri Yugoslavya’nın Sovyet denetimine girmek istememesi Yugoslavya’nın 1948’de Kominform’dan çıkarılmasına yol açtı. Diğer doğu bloku ülkeleri de tehdit edince Yugoslavya Balkan Paktına girdi. 1955’ten itibaren SSCB ile ilişkileri düzeldiyse de Bağlantısızlar Bloku’nun öncülüğünü yapacak bir dış politika izledi.
SSCB-Çin İlişkileri 1949 yılında Çin’de komünist yönetimin kurulmasında SSCB’nin etkisi vardı. 1950 yılında yapılan antlaşma ve aynı yıl başlayan Kore Savaşı iki ülkeyi daha da yaklaştırdı. Çin BM’den çıkarılarak, onun yerine Tayvan alındı. Bu gelişmeler üzerine 1953 yılında Çin-SSCB dostluğu en üst noktaya ulaştı. SSCB – Batı ilişkilerindeki yumuşama Çin’in yalnız kalmasına ve dayanışmanın bozulmasına yol açtı. 1960’tan sonra anlaşmazlığın nedenleri arasında liderlik kavgası, tarafsız ülkelerde nüfuz rekabeti, batılı devletlerle ilişkilerin şekli, Doğu Türkistan, Moğolistan gibi sınır bölgeleri sorunu, SSCB’nin Çin’e yapacağı ekonomik yardımlar sayılabilir. Çin, 1965-1966’daki Kültür İhtilali’nden sonra ABD ile ilişkilerini düzeltmiş, BM’ye tekrar üye olmuştur. Bu gelişmeler Doğu Bloku’nun güç kaybetmesine yol açmıştır.
SSCB-Macar İlişkileri Stalin’in ölmesinden sonra Doğu Bloku’nda ayaklanmalar hızla yayılmaya başladı. Macaristan’da işçiler ayaklandı. Bunun üzerine SSCB, İmre Nagi’yi başbakan olarak atadı. Nagi’nin komünist sistemi yumuşatması SSCB’nin hoşuna gitmediği için görevden alındı. Nagy’ın azli, halk ve bilhassa aydınlar tarafından tepki ile karşılandı. Aydınlar, yazarlar ve öğrenciler arasında birdenbire bir hürriyetçilik akımı başladı. Bu akımın merkezi Petöfi Kulübü idi. Petöfi Kulübü 1955 yılında genç aydınlar tarafından kurulmuştur. Bu kulübün faaliyetleri her gün artarken, üyelerde sık sık Nagy’ı ziyaret ederek kendisi lehine açık ve gizli sempati gösterileri yapıyorlardı. 23 Ekim günü Budapeşte’de büyük gösteriler başladı. Kalabalık birkaç saat içinde 200.000 kişiyi bulmuştu. Göstericiler eski Başbakan Nagy’ın evinin önüne gitti. Nagy balkona çıkıp “yoldaşlar” diye halka hitap etmek istediği zaman, halk “biz yoldaş değiliz” diye bağırdı. Halkın ellerinde taşıdığı bayrakların ortası delikti. Çünkü bayraklardaki orak-çekiç’i çıkarmışlardı. Bu durum karşısında Macar Komünist Partisi, 24 Ekim sabahı Nagy’ı tekrar başbakanlığa getirdi. Nagy hemen radyoda yaptığı bir konuşmada, kamu hayatının daha geniş şekilde demokratize edileceğini ve sosyalizmin inşasında Macar milli karakterinin göz önünde tutulacağını bildirerek, halktan silahlarını bırakmasını istedi. Halk bu isteğe uymadı, çünkü bu sırada, güya hükümetin isteği üzerine Sovyet tankları Budapeşte sokaklarını tutmuşlardı.
SSCB-Çekoslovakya İlişkileri ve Pilsen Ayaklanması Çekoslovakya’da 1967 yılında Aleksander Dubcek liderliğinde “insancıl komünizm” hareketi başladı. Bu hareketin amacı, Çekoslovakya’daki insan hürriyetini esas alan bir komünist sistemi uygulamaktı. Temel hak ve hürriyetlerin genişletilmesini amaç ediniyordu. SSCB, Varşova Paktı üyesi ülkelerin desteğini de alarak bu hareketi görüşmeler yoluyla engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine Varşova Paktı Ordusu 1968’de Çekoslovakya’yı işgale başladı. Çeklerin “insancıl komünizmi” başarısızlıkla sonuçlandı.
2.Batı Bloku’nun Kuruluşu
a. Truman Doktrini 1946 yılında Sovyet Rusya’nın üç ana istikamette yayılma çabalarına giriştiğini görmekteyiz. İran üzerinden Orta Doğu petrolleri ve Basra Körfezi ile Hint Okyanusu, Türkiye üzerinden boğazlar, Ege denizi, Doğu Akdeniz ve Yunanistan üzerinden de keza Doğu Akdeniz. Dikkat edilirse bu üç istikamet geleneksel olarak İngiltere’nin Rusya’ya karşı 19. yy’da en hassas noktaları olmuştu. Fakat II. Dünya Savaşı İngiltere üzerinde öyle bir tahribat yapmıştı ki, artık İngiltere’nin bu bölgeleri savunmak için Sovyet Rusya’nın karşısına çıkacak hali yoktu. İngiltere şunu da görüyordu ki, yeniden canlanan Rus emperyalizminin karşısına dikilebilecek tek kuvvet Birleşik Amerika idi. Bundan dolayı İngiltere 1947 Şubatında Amerikan hükümetine, biri Türkiye diğeri Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verdi. Bu memorandumlarda, Türkiye’nin Batı savunması için ehemmiyeti belirterek Türkiye’ye hem ekonomik hem askeri yardım yapılması gerektiği, İngiltere’nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan’daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun Amerika’ya düştüğü belirtildi. Amerika kararını vermekte gecikmedi. Başkan Truman Amerikan kongresine 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendine yetki verilmesini istedi. Bu mesajda Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının Orta Doğu düzeninin korunması için bir zaruret olduğu belirtiliyor ve Türkiye ile Yunanistan’ın durumlarının birbirine bağlılığı şöyle ifade ediliyor: “Eğer Yunanistan silahlı bir azınlığın kontrolü altına düşerse, bunun Türkiye için neticeleri çok ciddi olur. Böyle bir halde karışıklık ve düzensizlik bütün Orta Doğu’ya yayılabilir.” Amerikan kongresi 22 Mayısta Yunanistan’a 300 milyon ve Türkiye’ye de 100 milyon dolarlık bir askeri yardım yapılmasını kabul etti. Amerika’nın Truman Doktrini ile amacı Sovyet Rusya’nın yayılma alanlarındaki ülkelerden olan Türkiye ve Yunanistan’a destek olarak onların Rus etkisi ve güdümüne girmelerini engellemektir.
b. Marshall Planı Amerika, Batı Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için her şeyi yaptı. Amerika’nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa’ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı. Bu işin sonu yoktu. Bu sebeple Amerika Avrupa’ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik iş birliğine girişmeliler ve birliklerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar. Bu genel işbirliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika bu açığın kapatılması için yardım etmeli. Bunun içinde önce bir işbirliği programı yapılmalıydı. 12 Temmuzda İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksembourg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç’in katılması ile toplanan 16’lar konferansı 22 Eylülde, Amerika’ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma programı hazırladı. Bu program üzerine Amerika 3 Nisan 1948 de Dış Yardım Kanununu çıkardı. Amerika bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16’lara 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardımlar daha sonraki yıllarda da devam edecektir.
Batı Avrupa Birliği Komünistlerin Çekoslovakya’da iktidarı ele geçirmeleri, Sovyet Rusya’nın niyeti bakımından Batılılar için bir alarm oldu. Bu durum içinde, İngiltere ve Fransa ile, Benelux grubu denen Belçika, Hollanda ve Lüksembourg arasında, 4 Mart 1948 de Brüksel’de başlayan toplantı, 17 Mart 1948 de Batı Avrupa Birliği’ni kuran bir antlaşmanın imzası ile sona erdi. Bu antlaşmaya göre, beş devlet aralarındaki her türlü işbirliğinden başka, taraflardan biri Avrupa’da bir silahlı saldırıya uğradığı taktirde, diğerleri her türlü vasıtalarla onun yardımına gideceklerdi.
Berlin Buhranı 1948 yılı gelişmeleri içinde en mühim hadise Berlin Buhranı dediğimiz ve Sovyetlerin Batılıları Berlin’den çıkarmak için giriştikleri teşebbüs neticesinde ortaya çıkan buhrandır. II. Dünya Savaşından sonra, Almanya’nın tümünde yapıldığı gibi, Berlin şehri de dört işgal bölgesine ayrılmıştı. Fakat ne var ki, Berlin şehri Almanya’nın Sovyet işgal bölgesi içinde bulunuyordu. Batılıların Berlin de ki işgal bölgeleri ile Almanya’da ki işgal bölgeleri arasındaki ulaşım, Sovyet işgal bölgesinden geçerek yapılmakta idi. Batılıların Sovyet işgal bölgesindeki Berlin de bulunmaları Batılılara birçok yararlar sağladığı kadar, Sovyetlerinde canını sıkmakta idi. Bu durum Sovyetlerin kendi işgal bölgeleri içindeki hareket serbestisini kısıtlamakta idi. Sovyetler nihayet Batılıları Batı Berlin’den atmaya karar verdiler ve Batı Almanya ile Batı Berlin arasındaki her türlü ulaşıma önce kısıtlamalar koydular ve 1848 Mart ayından itibaren de bütün ulaşımı kestiler. Ayrıca Berlin’in elektrik santraline el koyarak Batı Berlin’in elektriğini dahi kestiler. Batı Berlin’de 2 milyon kadar insan yaşamaktaydı ve bunların beslenmesi gerekiyordu. Bu durum Sovyetlerle müttefikler arasında büyük bir gerginlik doğurdu. Amerika gücünü ortaya koyarak, kurduğu bir “hava köprüsü” ile her gün Batı Berlin’e günde 3-4 bin ton yiyecek ve yakacak taşımaya başladı. Amerika havalarda üstün olduğu için Sovyetler karşı çıkmaya cesaret edemedi. Amerika ve Batılılar Batı Berlin’den çıkmamaya kararlı idi.
c. NATO’nun Kuruluşu
Marshall Plan’ı ve Truman Doktrin’i, Sovyetlerin Orta Doğu ve Avrupa’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdir. Fakat 1948 Berlin Buhranı Amerika’ya şunu gösterdi ki, dünyanın yeni bir barış düzenine kavuşturulması için artık Sovyetlerle bir işbirliği yapma imkanı kalmamıştır. Çünkü şimdi Sovyetler, bir barış düzeninin kurulmasından ziyade mümkün olduğu kadar geniş alanları komünist kontrolü altına sokmanın çabası içindedir. İşte bu netice, Amerika’yı Sovyetlere karşı “Durdurma” politikası takibine götürmüştür. Yani Amerika bundan sonra Sovyet yayılmasını durdurmak için gerekli tedbirleri alacaktır ki, bu tedbirlerin en etkilisi 4 Nisan 1949 da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır. 4 Nisan 1949 da on Batı Avrupa ülkesi ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın katılımı sonucu, toplam on iki ülkenin imzaladıkları bir anlaşma ile kurulmuştur NATO. 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan, 1955 yılında Federal Almanya, 1982 yılında İspanya örgüte üye olmuşlardır. Nihayet 1997 Madrid Zirvesi ile birlikte de Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya örgüte üye olmuşlar, böylece üye sayısı on dokuza ulaşmıştır.
d. Avrupa Konseyi
İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İrlanda, Danimarka, Lüksemburg, Norveç ve İsveç 5 Mayıs 1949’da Londra’da Avrupa Konseyi’ni kurdular. Konseyin çalışma alanları, insan hakları, medya, hukuk işbirliği, sosyal dayanışma, sağlık, eğitim, kültür, spor, gençlik vb. olarak belirlenmiştir. Türkiye, Konseye 8 Ağustos 1949’da üye olmuştur.
e. Avrupa Ekonomik Topluluğu
Avrupa Kömür Çelik Topluluğunu 18 Mayıs 1951de kuran altı üye (Belçika, Federal Almanya, Fransa, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda) 25 Mart 1957de kısaca Roma Antlaşması olarak anılan Avrupa Ekonomik Topluluğunu kurdu. AET, resmen 1958 yılının başında faaliyete geçti. Daha sonra Avrupa Topluluğu olarak anılan bu birlik, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, EURATOM ve AETden kuruludur. Avrupa Topluluğunun merkezi Brükseldir. 1 Temmuz 1987 tarihli Tek Avrupa Senedi ile Roma Antlaşması önemli ölçüde değiştirilmiştir. 1991´de imzalanan Maastricht Antlaşması ile Topluluk´a Avrupa Birliği adı verilmiş ve Roma Antlaşması ikinci defa değişikliğe uğratılmıştır. Topluluğun hedefi, ekonomik ve parasal birliğin oluşturulmasıdır. Bu çerçevede üye ülkeler arasında malların, hizmetlerin, sermaye ve işgücünün serbest dolaşımının sağlanması, tek para biriminin kabul edilmesi, ortak para politikasının uygulanması ve ekonomi politikalarının uyumu amaçlanmaktadır. Topluluğun temel organları; Avrupa Parlamentosu, Topluluk Konseyi, Topluluk Komisyonu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite ile Bölgeler Komitesi´dir. Bunların yanı sıra Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Para Enstitüsü ve Sayıştay gibi yardımcı kurumları bulunmaktadır.
B. PAYLAŞILAMAYAN ORTA DOĞU
Stalin’in ölümünden sonra sosyalist blok içinde bu sarsıntılar ve çatışmalar olmakla birlikte, 1955 yılından itibaren Soğuk Savaş veya Doğu-Batı çatışmaları Orta Doğu bölgesine intikal etti. Sovyetler bir yandan blok içi meselelerle uğraşırken, öte yandan da Orta Doğu bölgesinde Batı Blok’u ile çatışma içine girmekten kaçınmadılar. Bu da 1960 yılına kadar sürecek bir dizi buhranlar, bunalımlar dönemini açacaktır. Yalnız yine belirtelim ki, Avrupa’da NATO’nun kurulması üzerine Doğu-Batı çatışmalarını Uzak Doğu’ya aktaran Sovyet politikası olduğu halde, Orta Doğu çatışmaları için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Orta Doğu hadiseleri ve gelişmeleri, Sovyet Rusya’nın kontrol ve iradesi dışında ortaya çıkmış, fakat bu gelişmeler, Rusya’ya ta Deli Petro zamanından beri Orta Doğu’ya girmek için aradığı fırsatı vermiştir. Orta Doğu gelişmelerinin başlangıç ve ağırlık noktasını, bir bakıma mihverini, 1948 yılında İsrail’in bağımsız bir devlet olarak kuruluşu teşkil eder. İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı Arap Dünyası’nın tepkileri ve maalesef peş peşe yaptığı hatalar, Orta Doğu’da buhranların ve krizlerin günümüze kadar uzamasına sebep olmuştur. Bu sebeple, önce İsrail Devleti’nin kuruluşunu ele almak zorundayız.
1.İsrail’in Kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşı (1948-49)
I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin mandasına verilen Filistin, Yahudilerle Araplar arasındaki çatışmalar yüzünden İngiltere’nin başına dert olmuştu. İki savaş arası dönemde İngiltere’nin Araplarla Yahudileri uzlaştırmak için harcadığı çabalar bir netice vermediği gibi, Filistin topraklarını bu iki millet arasında taksim etmek istemesi de bir çözüme ulaşmadı. Yalnız ne var ki, İngiltere Filistin’de ki durumun daha kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında, Filistin’e yapılacak Yahudi göçlerini çok sınırladı. Fakat bu sefer Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Yahudiler Filistin’e kaçak olarak girmeye başladılar. Bu kaçak göçleri Haganah adlı gizli bir teşkilat organize ediyordu. Filistin’de ki İngiliz kuvvetleri bu kaçak göçleri önlemeye çalışınca İngiliz askerleri ile Yahudiler arasında silahlı çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda Irgun adlı Yahudi tedhiş teşkilatı aktif bir rol oynamakta idi. B.M. kararı üzerine İngiltere yaptığı bir açıklamada, 15 Mayıs 1948 den itibaren Filistin’de ki bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etti ve Nisan 1948 den itibaren kuvvetlerini çekmeye başladı. Bu çekme işinin tamamlanmasından bir gün öncede, David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. Orta Doğu’da güçlükle sağlanabilen barış, İsrail’le komşu Arap ülkeleri arasında 1948-49 da, 1956 da ve 1967 de patlak veren üç savaş ile bozuldu. Her üç savaşta da Yahudiler Arapları yendi. İsrail Devleti kurulur kurulmaz, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları 15 Mayıs’tan itibaren İsrail’in üzerine yürümeye başladılar. Birinci Arap- İsrail savaşı başlamıştı. İşin ilginç tarafı, Amerika yeni İsrail devletini 14 Mayıs günü tanıdığı halde, Sovyet Rusya Arap İsrail savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. Yani Sovyetler açıkça Araplara karşı cephe almış oluyorlardı. Kaldı ki, bununla da yetinmediler. İngiltere ve Amerika, savaş çıkar çıkmaz Filistin kıyılarını abluka altına alıp, Filistin’e silah sevkiyatına ambargo koydukları halde, Sovyetler, kurdukları bir hava köprüsü vasıtası ile Çekoslovakya’dan Yahudilere hafif toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı. Arap - İsrail savaşı bir yıl kadar sürdü, İsraillin ancak 75.000 kişilik muntazam bir ordusu olmasına ve beş Arap devletinin saldırısına uğramasına rağmen, Araplar her yerde ağır yenilgiye uğradılar. İçlerinde en iyi dövüşeni Ürdün ordusu oldu. Savaş çıktığı andan itibaren Birleşmiş Milletlerde bir ateşkes sağlamak için taraftar arasında aracılık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların beceriksizliği ve yenilgileri de eklenince, Arap ülkeleri için İsrail ateşkes imzalamaktan başka çare kalmadı. İsrail Mısır ateşkes anlaşması 24 Şubat 1949 da Rodos’ta, İsrail- Lübnan ateşkes anlaşması 23 Mart 1949 da Ras-en-Nakura’da, İsrail-Ürdün ateşkesi 3 nisan 1949 da Rodos’ta ve İsrail-Suriye ateşkesi de 20 Temmuz 1949 da Manahayim’de imzalandı. Irak’ın İsrail ile sınırı olmadığı için her hangi bir ateşkes anlaşması imzalaması da söz konusu olmadı.
2. Eisenhower Doktrini Başkan Eisenhower, 5 Ocak 1957 de Kongreye gönderdiği ve Eisenhower Doktrini adını alan mesajda bütün bu hususları açıkladıktan sonra, Kongre’den şu hususlarda kendisine yetki verilmesini istiyordu. 1) Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak. 2) Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak. 3) Bu ülkelerin istemeleri şartı ile “milletler arası komünizmin kontrolu altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahla saldırılar karşısında”, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması. Bu amaçlarla Başkan Eisenhower, Kongreden, üç yıl süre ile, her yıl 200 milyon Dolar harcama yetkisi istemekteydi. Eisenhower Doktrini iki bakımdan Amerikan dış politikası için mühim bir gelişmeyi ifade etmekteydi. Birincisi, Amerika’nın orta doğu ile bağlantı alanını bir hayli genişletmesidir. Her ne kadar Amerika Orta Doğu ile ilgisini ilk defa Truman Doktrini ile göstermiş ise de, Truman Doktrini sadece Türkiye ve Yunanistan’a ve yine sadece askeri yardım yapılmasını öngörmekteydi. Halbuki Eisenhower Doktrini, bütün bir Orta Doğu bölgesini içine alıyor ve Amerikan askerinin kullanılması sureti ile bölgedeki ülkelerin komünizme karşı savunulmasını da üzerine alıyordu. Eisenhower Doktrini karşısında Orta Doğu ikiye ayrılmıştır. Bu doktrini kabul ettiğini ilk ilan eden, 6 Ocak’ta Lübnan’a olmuştur. Lübnan bu hareketi ile şimdiye kadar takip ettiği tarafsızlık politikasını terk etmiş oluyordu. Lübnan’ın arkasından Pakistan, Irak, Türkiye ve Yunanistan Eisenhower Doktrini kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlardan sonra Afganistan, Lidya, Tunus ve Fas en sonunda İsrail bu Doktrini kabul ettiklerini bildirdiler. Buna karşılık, ilk şiddetli tepki Mısır’dan geldi. Arkasından Suriye bu tepkiye katıldı. Bu iki devleti ise Ürdün ve Suudi Arabistan takip etti ise de birkaç hafta sonrada Suudi Arabistan tutumunu değiştirerek, Eisenhower Doktrini “iyi ve müsbet” bulduğunu bildirdi. Çünkü Suudi Arabistan, İsrail konusunda bu devletlerle beraber gitmeye hazırdı; lâkin Sovyetler konusunda bu devletlerle bir adım bile atmamaya kararlı idi. Tabiat ile Sovyetlerde büyük tepki gösterdiler. 7 Ocak’ta yayınladıkları resmi bildiride, Eisenhower Doktrini, “Orta Doğu ülkelerini esaret altına alma amacını günden bir tedbir”, “Amerikan tekelci kapitalizminin militarist çevrelerinin Orta Doğu işlerine kaba bir mücadelesi” olarak nitelemişlerdir. Bunun arkasından 11 Şubatta Amerika, İngiltere ve Fransa’ya verdikleri notlarda, Orta Doğu için bir barış planı ortaya attılar. Buna göre, bölgede ittifak blokları kurulmayacak, yabancı askerler geri çekilecek, yabancı üsler tasfiye edilecek ve bölgenin içişlerine karışılmayacaktı. Bölge ülkelerine silah satılmayacaktı.
C.UZAK DOĞU’DA ÇATIŞMA
Avrupa’da NATO’nun ve dolayısı ile Doğu ve Batı blokları arasında dengenin kurulması üzerine, bu iki blok arasındaki çatışmalar ve soğuk savaş gelişmeleri, Avrupa’dan Uzak Doğuya intikal etmiştir. Yani Sovyetler yayılma faaliyetlerini Uzak Doğu’ya intikal ettirmiştir.
1-Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1949) Binlerce yıl süren hanedanlar ardından, 20. yüzyılın başında cumhuriyet yönetimine geçen Çin'de 1949'da Komünist Parti ve Mao Zedong öncülüğünde Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Bu tarihe kadar ülkeyi yöneten Çan Kay-Şek'in yönetimden isimlerle Tayvan'a kaçması, günümüzde hala süren Tayvan sorununun da başlangıcı oldu. Stalin'in ölümüyle ülkede bir süre daha özgürlükçü bir atmosfer hakim oldu. Ama zamanla Mao eleştirilere kapalı ve yoldaşlarına güvenmez bir çizgi çizmeye başladı. -SSCB ile 30 yıllık dostluk antlaşması imzalandı -1956 Süveyş Krizinde Batılara karşı Mısır’ı destekledi -Vietnam Savaşı’nda Komünist Kuzey Vietnamlıları destekledi. -1972 yılında BM’ye tekrar üye oldu.
2-Uzak Doğu’da Hakimiyet Mücadeleleri
a- Kore Savaşı (1950-1953) 1945 Mayısında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra Kore, Amerika, Rusya, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına konacaktı. 1945 Temmuzunda ki Potsdam Konferansı’nda da Sovyet Rusya Uzak Doğu Savaşına katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından Kore toprakları 38. enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Sovyetlere göre Amerika’yı Asya kıtasından atmak zamanı gelmişti. Hem bu yapıldığı taktirde, Amerika’nın Japonya’dan da atılması kolaylaşabilirdi. İşte bu sebeplerden dolayı, Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore’ye karşı saldırıya geçti. Bu açık saldırganlık karşısında Amerika, Birleşmiş Milletleri harekete geçirdi. Güvenlik konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore’nin yardımına gönderilmek üzere, çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, fakat esas yükü Amerika’nın sırtlandığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti teşkil etti. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı general MacArthur getirildi. Türkiye, Birleşmiş Milletler kuvvetine bir tugaylık bir kuvvetle katıldı. Milli Mücadeleden beri muharebe alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşı’nda gerçekten destan denebilecek kahramanlık örnekleri vermiştir. Kore’de akan Türk kanı ve Türk kahramanlığı, Türkiye’nin 1951 yılında NATO’ya alınmasında çok mühim bir rol oynamıştır. Kore Savaşı’nı sona erdirecek mütareke görüşmeleri, 1951 yılı Temmuzunda başladı. Mütareke teklifi Kuzey Kore’den geldi. Mütareke görüşmeleri iki yıl sürdü ve bu görüşmeler sırasında da çarpışmalar devam etti. Nihayet, Sovyet lideri Stalin’in 1953 Martında ölmesi ve içerideki iktidar mücadelesi dolayısıyla, Sovyet Rusya mütarekeye razı oldu ve mütareke anlaşması 27 Temmuz 1953 de Panmunjom’da imzalandı. Gerek mütareke görüşmelerine, gerek mütarekenin imzasına “gönüllüler” adına Çin Halk Cumhuriyeti de katılmıştır. Panmunjom mütarekesi ile Kuzey ve Güney Kore arasında sınır yine 38. enlem çizgisi oluyordu. Değişen bir şey yoktu. Fakat Sovyetler de Amerika’yı Kore’den çıkaramayacaklarını anlamışlardı.
Kore Savaşı'nda Türkiye Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır. Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İzmir'den hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taeg'a varıp Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taeg'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vararak Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadında konuşlandırıldı. Kore Savaşı'nda çok kiritik noktalarda görevler üstlenen Türk Tugayı 6 Ocak 1951'de Chonan'da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra savunma mevziinin bir bölümünü elde geçirmekle görevlendirildi. Bu görev için 24 Ocak'ta Chonan'dan hareket eden Türk Tugayı'nın yapacağı muharebenin mahiyeti, düşman mevziine cepheden taarruz etmekti ve netice süngü ile alınacaktı. Sonuçta 26 Ocak 1951'de Kumyangjangni kasabası, 156 rakımlı tepe ve 25 Ocak 1951’de de düşmanın direniş gösterdiği 185 rakımlı tepe ele geçirildi. Bu başarılı muharebelerinden dolayı Türk Tugayı'na Amerikan Kongresince Mümtaz Birlik Nişanı ve beratı verildi. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerine Güney Kore Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı verildi.
b- Güneydoğu Asya Antlaşma Teşkilatı (SEATO)’nın Kuruluşu (1954) Amerika'nın bu bölgeyi korumak istikametinde attığı ilk adım, şimdi tam bağımsızlıklarını kazanmış bulunan Tayland, Laos, Kamboçya ve Güney Vietnam'a askeri ve ekonomik yardımlarını arttırmak oldu. İkinci adım, SEATO veya Manilla Paktı denen Güney-Doğu Asya Antlaşma Teşkilatı (South East Asia Treaty Organization)nın kurulmasıdır. Bu kollektif savunma sistemi, Eylül 1954 de, Amerika İngiltere ve Fransa ile, Uzak Doğu ülkelerinden Yeni Zelanda, Avustralya, Filipinler, Tayland ile Pakistan'ın katılması ile kurulmuştur. İttifakın sorumluluk alanı, imzalayan ülkelerin Asya toprakları ile 21'inci enlemin güneyinde kalan Güney Batı Pasifik bölgesi idi ki İngiltere'nin Singapore'daki deniz üssü de bu savunma alanı içine bu suretle girmiş oluyordu.
D. ASYA VE AFRİKA’NIN KURTULUŞU
1. Güney Asya'daki Gelişmeler: Hindistan - Pakistan: Hindistan Yarımadası'nda, sömürgeci İngiltere'nin egemenliğine karşı ilk hareketler, İngiltere'de okuyan Hint aydınlan tarafından başlatıldı. 20. yüzyılın başlarında, yerel yönetimlerde Hintliler söz sahibi olmaya başladılar. Hindistan'ın kurtuluşunu sağlama çalışmaları, 1917'de Gandhi (1869-1948)'nin ortaya çıkması ve ulusçuluğun daha da güçlenmesi ile hızlandı. Gandhi, bağımsızlık mücadelesini sessiz bir savaşla, protesto yöntemleriyle yürütmekten yanaydı. Örnek olarak, İngiliz mallarını boykot etme, "Silahsız itaatsizlik" kampanyaları gibi... İngilizler, Gandhi'nin siyasi düşüncelerinden ve giriştiği hareketlerden dolayı, onu birçok defa hapse attılar. Ancak Gandhi, her hapse girişinde açlık grevi yaparak, bütün dünyanın dikkatini üstüne çekerek, hapisten kurtuldu. İngiltere, gelişen olaylar üzerine, 1935 yılında Hindistan'a yeni bir anayasa verdi. Bununla, eyaletlerde bütün yönetim yetkileri Hintli yönetilcilere ve bakanlara bırakıldı, 30 milyon kadar Hintliye seçim hakkı tanındı. Bu sıralarda Hindistan'daki Müslümanlar da, Hindu egemenliğinin kültürlerini ve özgürlüklerini zedelediğini ileri sürmeye ve Hintlilerden ayrı bir devlet kurmak istediklerini belirtmeye başladılar. 23 Mart 1940'da Lâhor'da toplanan "Müslümanlar Birliği Cemiyeti Kongresi", Hindulardan tamamen ayrı bağımsız bir Pakistan Devleti kurulmasını kararlaştırdı. Bu hareketin önderliğini ise Muhammet Ali Cinnah yapmaktaydı. İngiltere, Hindistan'daki bu bağımsızlık hareketlerini yıllarca oyaladı ve İkinci Dünya Savaşı'nda da Hintlilerden geniş ölçüde asker alarak yararlandı. Savaştan sonra, 1945'te, Anayasa yapılmasını, Kurucu Meclis kurulmasını ve Pandit Nehru başkanlığında da bir geçici hükümet kurulmasını kabul etti. 1946'da, Hint Yarımadası'nda Hindistan ve Pakistan adlarıyla iki bağımsız dominyon kurulmasını kararlaştırdı. İngiliz Parlamentosu, hükümetin bu kararını 18 Temmuz 1947'de onaylayarak yürürlüğe koydu. Bunun üzerine İngilizler, 14 Ağustos 1947'de, Hint Yarımadası'nın kuzeyinden askerlerini çektiler. Bu suretle, Hindistan'ın Müslüman çoğunluğa sahip bölgeleri, İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) içinde ve dominyon statüsünde Pakistan adıyla bağımsız bir devlet oldu. Ancak bu devlet, Kuzey Hindistan'ın Doğu ve Batısında, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki bölümün birleşmesinden meydana geliyordu. (Pakistan'ın bu durumu 1971 yılına kadar sürdü. Bu tarihte, Pakistan ile Bangladeş olmak üzere iki ayrı devlete ayrıldı). İngiltere, 15 Ağustos 1947'de de, Hint Yarımadası'nın diğer bölgelerinden çekildi. Böylece Hindistan bağımsızlığını kazandı ve İngiliz Uluslar Topluluğu'nun bir üyesi oldu. Seylan, Birmanya ve Malezya İngiltere’den; Endonezya Hollanda’dan; Vietnam, Laos ve Kamboçya Fransa’dan bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bölge ülkeleri Soğuk Savaş Dönemindeki siyasi şartlara bağlı olarak farklı bloklarla ilişki kurmuşsa da kendi aralarındaki sorunların çözümünde büyük güçlerin müdahalesini dengelemek siyasi, ekonomik ve ticari alanda iş birliğini sağlamak amacıyla ASEAN (Güneydoğu Asya Milletleri Birliği)’ı kurdu.(8 Ağustos 1967) Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur’un kurduğu bu teşkilata daha sonra Brunei, Vietnam, Laos, Birmanya ve Kamboçya dahil olmuştur.
2-Afrika’daki Gelişmeler Afrika’daki sömürgeciliğin sona ermesi, İtalyanların Etiyopya ve Libya’dan çıkarıldığı 1940’lı yıllarda başladı. Bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, Doğu-Batı mücadelesinde her iki blok dışında kalarak ekonomik kalkınmayı hedeflemişlerdir. Fransızlar, 1956 yılında ülkeyi boşaltmak ve Tunus'u bağımsız bir devlet olarak tanımak zorunda kalmışlardı. Tunus Kurucu Meclisi, 1957'de de krallığı kaldırarak cumhuriyeti ilan etmiştir. Fransa Mart 1956'da, bundan bir ay sonra da İspanya, Fas'ın bağımsızlığını tanıdılar ve ülkeden çekilmeye karar verdiler. Eylül 1961'e kadar da İspanyol ve Fransız birlikleri Fas'tan çekildi. Böylece Fas bağımsızlığına kavuşmuş oldu. 1945’ten itibaren Cezayir halkının Fransızlara karşı yaptıkları mücadele değişik dönemlerde şiddetlenerek 1962 yılına kadar sürdü. 18 Mart 1962'de, Fransa ile sürgündeki Cezayir Hükümeti arasında Evian Sözleşmesi yapılarak savaşa son verildi. Bununla, Cezayirlilere kendi geleceklerini tayin haki verildi. 8 Nisan 1962'de yapılan referandumla da, Fransa halkı, de Gaulle'ün Cezayir'e bağımsızlık verme planını kabul etti. Bundan sonra 1 Temmuz 1962'de, Cezayir'de bir referandum yapıldı ve halkın çok büyük kısmı bağımsız bir devletin kurulmasını istedi. Bununüzerine, 3 Temmuz 1962'de, Cezayir'in bağımsızlığı ilan edildi. Böylece uzun ve çetin bir mücadelenin sonunda Cezayir Devleti kurulmuş oldu. 1912 yılında İtalya'nın yönetimi altına giren Libya, İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefik Devletler tarafından işgal edildi. Savaştan sonra Trablusgarp ile Bingazi İngiliz, Fizan ise Fransız yönetimi altına girdi. Libya, 1949 yılında Birleşmiş Milletler'in aldığı bir kararla, Ocak 1952' de bağımsız bir devlet haline geldi. Kurulduğunda Krallık halinde olan Libya'da, 1969'da Cumhuriyet ilan edildi. Afrika'nın Kuzey bölgesinin dışında kalan yerler de; başta İngiltere ile Fransa olmak üzere, Belçika, İspanya, Portekiz gibi sömürgeci devletlerin egemenliği altında bulunuyordu. Belçika Kongosu, Portekiz Angolası, İngiliz Kuzey Rodezyası ve diğerleri gibi. Kızıldeniz'in girişinde bulunan ve 115 yıldan beri Fransız sömürgesi olan Afars ve İssas'ın 26 Haziran 1977'de bağımsızlığının tanınması ve burada Cibuti Cumhuriyeti adıyla bir devletin kurulması üzerine de, Afrika'da bağımsızlığına kavuşmayan ülke kalmadı.
Afrika Birliği Afrika Birliği, Afrika ülkelerinin tek çatı altında toplandığı kuruluştur.1963 yılında kurulan 2002'de bu adı alan örgütün temel amacı Afrika ülkeleri arasında dayanışma ve işbirliğini artırmak olan ve merkezi Addis Ababa olan örgüttür. Fas hariç Afrika kıtasında bulunan tüm ülkeler bu birliğe üyedir. Fas 1984 yılında Batı Sahranın işgali yüzünden birlikten çıkarıldı. -1963-Afrika Birliği Teşkilatı (OAU), 32 bağımsız Afrika ülkesi tarafından kurulmuştur.
E-SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE
1-Soğuk Savaş Dönemi Türk Dış Politikası 12 Mart 1947 günü ABD Cumhurbaşkanı Truman, Kongreye, Türkiye ve Yunanistan'ı Sovyet tehdidinden korumak üzere kendi adıyla anılan bir siyaset başlattığını bildirdi (Truman Doktrini). Aynı yıl Türkiye-ABD Askerî Yardım Antlaşması yapıldı. 1948'de yine ABD ile bir iktisadî yardım antlaşması imzalandı. Bu, Avrupa'nın komünizme kaymaması için ABD'nin başlatmış olduğu "Marshall Yardımı" çevçevesindeydi. 1949'da Türkiye Avrupa Konseyi üyesi oldu.
Türkiye’nin Nato’ya Girişi (1952) 1950 yılında başlayan Kore Savaşı’na katılan Türkiye 1952 yılında Nato’ya alınmıştır. 1952'de Türkiye'nin NATO üyeliğine kabul edilmesi önemli bir dış siyaset başarısıydı. Truman Doktrini, Marshall Planı ve Avrupa Konseyi üyeliği ardından gelen bu gelişme, Türkiye'nin bir ara yaşamış olduğu yalnızlığa bütünüyle son vermişti. (Kore Savaşına asker gönderme kararı, kimi NATO üyelerinin Türkiye'nin katılmasına yaptıkları itirazları geri almalarını sağlamıştı.) Türkiye ve DP iktidarı için işler çok iyi gidiyordu.
Balkan Paktı’nın Kuruluşu (Dostluk ve İşbirliği Antlaşması ) 1952 yılında Türkiye ile Yunanistan da NATO'ya katılmışlardı. 28 Şubat 1953’te Dostluk ve İş Birliği Antlaşması imzalanarak Balkan Paktı kurulmuştur. 9 Ağustos 1954 de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Siyasi İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması üçlü Balkan kuruldu. Stalin ölümünden sonra (1953) 1954’ten itibaren Yugoslavya’nın SSCB ile tekrar yakınlaşması ve Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs meselesinden dolayı bozulmasıyla Pakt gücünü kaybetmeye başladı.
Bağdat Paktı’nın kurulması 1955 ‘te Türkiye, Irak, İran, İngiltere, Pakistan arasında Bağdat Paktı kuruldu. Irak’ta krallık yönetiminin yıkılması ile yeni yönetim Bağdat Paktı’ndan ayrılmıştır. Paktın adı 1959 yılında Merkezi Antlaşma Örgütü (Cento) olarak değiştirildi. 20 yıl sonra İran ve Pakistan’ın ayrılması ile pakt dağıldı.
2- Türkiye’ Hayat a- Siyaset 1945 yılında çok partili hayat geçişte ilk parti olan Nuri Demirağ tarafından Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Daha sonra Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü tarafından Demokrat Parti kuruldu. (1946) 1946 yılında ilk çok partili seçim yapıldı. 1950 seçimleri ile Demokrat Parti iktidara geldi.
b-Ekonomi «7 eylül 1947 Kararları» ile Türk lirasının değeri %50 düşürülerek ( 1 Dolar: 280 kuruş) düşürülerek, bankaların altın satmalarına izin verilmişti. Devletçi ekonomiden liberal ekonomiye geçiş bu kararlarla olmuştur. Marshall yardımıyla tarım sektörü hızla gelişmiştir. Ekonomi % 11-13 oranında büyüdü. Yabancı yatırımlar teşvik edildi ama sonuç alınamadı. Liberal ekonomi yeterince gelişmedi.1950-1954 yıllarında yatırım karayolu, inşaat, sanayi ve tarım alanlarında yoğunlaştı. Ekonomik canlanma 1954’ten sonra azaldı. 1958 IMF’den borç alındı.
c-Sosyal ve Kültürel Hayat
Bu dönemde başta caz olmak üzere Rock and Roll ve diğer müzik türleri Türkiye’yi etkisi altına alınmaya başlamıştır. Türk müziğine ilgide devam etti. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Neşet Ertaş dönemin sanatçılarıdır. Batı etkisi ile sinemada gelişmeye başladı. Ömer Lütfi Akad’ın «Vurun Kahpeye» adlı filmi batı sinemasının izlerini taşımaktadır. 1940 yıllarda edebiyatta «Garip Akımı» gelişti. 1950’de «Hisarcılar Grubu» oluştu. Salgın hastalıklarla mücadele milli bir dava olarak kabul edilmiştir.
F-Soğuk Savaş Dönemine Dünya Büyük Sanayi ülkeleri büyük ekonomik kalkınma sağladılar. Hızlı nüfus artışı yaşandı. Sanayileşmeyle birlikte şehirlere göçler arttı. Şehirlerde ekonomik rahata ulaşmayan kitleler aşırı siyasi akımların oluşmasına yol açtılar. Kadınların iş hayatındaki etkinlikleri arttı. Teknik alanındaki gelişmeler hayatı kolaylaştırdı. Tüketimin teşvik edilmesi reklamın gelişmesine yol açtı. Radyo ve sinemanın önemi televizyonla azaldı. Amerika’da Rock and Roll müziği ortaya çıktı. Fen ve sosyal bilimler hızla gelişti. Bilgisayarlar geliştirildi. Füze teknolojisinde sağlanan gelişme ile ilk uydu Sputnik SSCB tarafından uzaya gönderildi. (1957) Nükleer çalışmalar arttı. Enerji üretiminde kullanılmaya başladı. İletişim ve denetim ağları gelişti. DNA’nın yapısı çözülerek değişik alanlarda yararlanıldı. Konut sektörü gelişti, gökdelenler ve toplu konutlar yapılmaya başladı. Sürrealizm (gerçeküstücülük) edebiyat ve sanat alanında gelişti. 1951 yılında ilk defa Mısır’da Akdeniz oyunları düzenlendi. UEFA Şampiyon Kulüpler Kupası ilk defa 1955—1956 sezonunda düzenlendi.
4. ÜNİTE: YUMUŞAMA DÖNEMİ VE SONRASI
A-Uluslararası İlişkilerde Değişim Süreci
1989'dan sonra Dünya'nın yeni bir döneme girdiğinden, "Yeni Dünya Düzeni"nden söz edilmektedir. 1989'da sona eren düzen, büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı tarafından belirlenmişti. Yani, ABD ve Sovyetler Birliği'nin (iki süper gücün) liderliğindeki bir dünya. Elbette, söz konusu 50 yılın içinde birtakım değişiklikler olmuş, bazı yeni güç merkezleri de ortaya çıkmıştı. Hatta, "iki-kutupluluk" yerine "çok-kutupluluk"tan söz edilebildiği dönemler de olmuştu. Yumuşama politikasının ortaya çıkmasında konvansiyonel silahlardan nükleer silahlara geçiş, önemli etken oldu. ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy ve SSCB Başkanı Nikita Kruşçev, 1961 yılında bir araya gelerek yumuşama sürecini başlattılar. Yumuşama politikasına giden diğer bir sebep ise bloklar içinde yaşanan siyasi gelişmeler oldu. Doğu Bloku içinde SSCB ile Çin arasında yaşanan güven bunalımı ve Çin’in ABD’ye yanaşması, Yugoslavya ve Romanya’nın SSCB güdümünden kurtulmak istemesi ve Batı ile diplomatik ilişkilere girmesi Doğu Blokunda SSCB’nin gücünün kırılması demekti. "Soğuk Savaş"ın Çözülmesi Dönemi (1955-1969) (Nükleer Silahların Sınırlandırılması Görüşmelerinin başladığı 1969 yılı Yumuşama yılının başlangıcı sayılır)
"Soğuk Savaş"ın Çözülmesi Dönemi (1955-1969)
Doğu Blokunda Çözülmeler Soğuk Savaş'ın çözülmesi yolundaki ilk gelişmeler Doğu Bloku'nda görüldü. 1953'te Stalin'in ölümü ile başladı. Moskova ile Pekin arasında doğmaya başlayan ideolojik görüş ayrılığı ile devam etti.
Batı Blokunda Çözülmeler 1958 yılında Fransa'da de Gaulle'in devlet başkanlığına gelmesi Batı Bloku'ndaki çözülme süreci açısından yeni bir dönüm noktası oldu. 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu' nun (Avrupa Birliği'nin) temelini atan Roma Anlaşması'nın imzalanması
1. Yumuşama Dönemi Politikaları Doğu ile Batı bloku arasındaki ilk ilişkiler 1958 Berlin Buhranı sonrası Cenevre’de başladı. 1959 yılında Kruşcev ABD’ye gitti. 1961’de ABD ve SSCB Viyana’da bir araya geldi. 1963 yılında Moskova’da ABD-SSCB görüşmesi oldu. Ping-Pong Diplomasisi Amerikan Masa Tenisi takımı 1971 yılında Çin’e davet edildi.
2. Nükleer Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri Salt-I Antlaşması 1972-Moskova Bu çerçevede, 17 Kasım 1969'da Helsinki'de ABD ile SSCB arasında başlayan Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri 26 Mayıs 1972'de anlaşmayla sonuçlandı. "Stratejik Silahların Sınırlandırılması-I" (Strategic Arms Limitation Treaty-I) (SALT-I), ABD Cumhurbaşkanı Nixon ve SSCB lideri Brejnev arasında Moskova'da imzalandı. İki ülke, üç gün sonra yine Moskova'da, "ABD ile SSCB Arasındaki İlişkilerin Temel İlkeleri" başlıklı bir belge daha imzaladılar. Bu belgede, tarafların aralarındaki barış ve işbirliğini geliştirmelerine yönelik 12 ilke yer alıyordu. Taraflar, 21 Kasım 1972'de de Cenevre'de füzelerin sınırlandırılmasına yönelik SALT-II görüşmelerine başladılar. Öte yandan, ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanları arasında Berlin'in mevcut durumunu perçinleyen bir anlaşmanın da SALT-I'den bir hafta sonra 3 Haziran 1972'de imzalanması Doğu-Batı ilişkilerindeki yumuşamanın yeni bir gelişmesi oldu.
3. Helsinki Konferansı (1 Ağustos 1975)
22 Kasım 1972'de başlayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı çalışmaları da 1 Ağustos 1975'de Helsinki Nihai Senedi'nin imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu belgeyi, NATO ve Varşova Paktı'nın tüm üyeleri ile Arnavutluk dışındaki bütün Avrupa ülkeleri -toplam 35 devlet- imzaladılar. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Helsinki Nihai Senedi (1975) Arnavutluk hariç bütün Avrupa Devletleri, Kanada ve ABD.
B. YUMUŞAMA DÖNEMİ ÇATIŞMALARI 1.Çatışmalarda ABD ve SSCB’nin Rolü
2.1962'deki Küba Bunalımı (Ekim Füzeleri Bunalımı)
ABD’nin Türkiye’ye, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehditi altında bırakan bunalımdır.
1968'de Çekoslovakya'nın işgali Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. vb.)
3. Vietnam Savaşı- 1964-1973 Daha önce Fransa’nın sömürgesi olan Vietnam 1954 yılında imzalanan Cenevre Antlaşması ile Kuzey ve Güney Vietnam olmak üzere iki bağımsız devlete dönüştü. Cenevre Antlaşmasına göre iki ülke 1956’da yapılacak seçimlerle birleşecekti. Güney Vietnam seçime girmeyince Kuzey Vietnam zorla birleşmeyi sağlamaya çalıştı, Güney Vietnam ABD’den yardım istedi. ABD’de yardım yapacağını dünya kamuoyuna duyurdu. 1964 yılında Kuzey Vietnam donanmasının ABD donanmasına saldırmasıyla savaş başladı. Savaş 1973 yılına kadar sürdü. 1973 yılında yapılan antlaşma ile ABD kuvvetleri Vietnam’dan çekilecek, esirler karşılıklı geri verilecek, Kuzey ve Güney Vietnam arasında yapılacak müzakerelerle birleşme gerçekleşecekti.
4. Keşmir Meselesi Keşmir halkının büyük çoğunluğu Müslüman bir bölgedir. 1948 yılında bölge için Hindistan ve Pakistan arasında savaş meydana gelmiştir. Birleşmiş Milletler araya girdi halk oylaması şartıyla ateşkes sağlandı. Fakat Hindistan günümüze kadar halkoylaması yapmamıştır. Bölge iki ülke arasında bölünmüş durumdadır.
5. Afganistan’ın SSCB’nin İşgali 1978 yılı sonlarına doğru Afganistan’da halkın SSCB yanlısı yönetime karşı direniş hareketi başlatması üzerine iktidarda bulunanlar SSCB’den yardım istedi. Sovyetler Birliği'nin Aralık 1979'da Afganistan'a girmesiyle, 9 yıl sürecek bir savaş başlamış; Sovyetlerin dağılmasına varan gelişmelere ve hem iç ve hem de dış etkilere maruz kalmasına sebep olmuştur. 1982 yılında BM'ce ele alınan Afganistan sorunu; Afganistan, Pakistan, ABD ve Sovyetler Birliği arasında yapılan görüşmelerle çözüme kavuşturulmaya çalışılmakta idi. Ancak, görüşmeler uzun süre devam etti ve sorun 14 Nisan 1988 Cenevre Antlaşması ile çözümlendi. Cenevre Antlaşmasının imzalanmasından sonra, Sovyet askerleri 1988-1989 yılı içinde Afganistan'dan çekildiler. Sovyetlerin çekilmesinden sonra ülkede "mücahit" gruplar birleşerek bir hükümet kurdular. Fakat bir süre sonra iktidar için iç çekişmeler başladı.
C. BARIŞ İÇİNDE BİR ARADA YAŞAMA Barış İçinde Bir Arada Yaşama (Nükleer Silahların Sınırlandırılması Görüşmelerinin başladığı 1969 yılı Yumuşama yılının başlangıcı sayılır)
Üçüncü Dünya’nın Ortaya Çıkması
Soğuk Savaş'ın çözülmesiyle ilgili gelişmeleri hem etkileyen hem de etkilenen temel bir olgu da «Üçüncü Dünya»nın ortaya çıkmasıdır. Sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinin 1945'ten sonra hızlanmasının sonucu olarak sayıları artış halinde bulunan yeni bağımsız ülkeler 1950'lerin ortalarından itibaren Birleşmiş Milletlerde ağırlık kazanmaya başladılar. 1950'lerin ortalarına gelindiğinde, bir yandan bu ülkelerin sayılarının artmış olması, öte yandan Nasır, Nehru ve Tito'nun yönetimindeki Mısır, Hindistan ve Yugoslavya'nın önderlik konumuna ulaşması iki blok dışında tarafsızlığı savunan üçüncü bir blokun (Üçüncü Dünya) doğmasını sağladı. 1955'te Bandung'da yapılan Asya- Afrika ülkeleri konferansı bu yöndeki ilk büyük adım oldu. 1960'tan sonra bu süreç daha da hızlanacaktır. 1963'te Afrika Birliği Teşkilatı'nın kurulması yeni bir gelişme olacaktır.
1955-Bandung Konferansı Bağlantısızlar (Üçüncü Dünya Ülkeleri) Sömürgeciliğe karşı halkların kendi kaderlerini belirleme haklarını benimseyen Asya ve Afrika’dan 24 ülke, ilk kez Endonezya’nın , Bandung kentinde bir araya gelmişlerdir. Konferansın amacı, bağımsızlığına yeni kavuşan Afrika ve Asya ülkelerinin ABD ve SSCB gibi iki büyük nükleer güç karşısında varlıklarını korumak için birlik ve dayanışmalarını sağlamaktı. Bağlantısızların ilk teşkilatlı toplantısı 1961’de Belgrat’ta yapıldı. İkinci toplantı 1964’te Mısır’da yapıldı. Üçüncü toplantı Zambiya’nın başkenti Lusaka’da yapıldı. Bağlantısızların dördüncü toplantısı Küba’da 118 ülkenin katılımıyla yapılmıştır.
D. Arap-İsrail Savaşları ve Büyük Devletlerin Politikaları
1948- Arap İsrail Savaşı: BM kararıyla Filistin topraklarında İsrail Devleti'nin kurulması. İsrail kazanmıştır. 1956- Arap-İsrail Savaşı: Mısır'ın Süveyş Kanalı'nı millîleştirmesi Filistinlilerin ülkelerinden Çıkarılmaları 1967 Arap İsrail Savaşı: Mısır'ın Akabe Körfezi'ni İsrail'e kapatması. Filistin Kurtuluş Örgütünün kurularak Ürdün’e yerleşmesi.İsrail; Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Sina Yarımadası ve Gazze'yi ele geçirerek topraklarını dört kat genişletti. 1973 Arap İsrail Savaşı: 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda Mısır ve Suriye'nin kaybettiği toprakları İsrail'den geri almak istemesi
1.Camp David Antlaşmaları (1978) 1978'de ABD, bölgedeki gücünü kullanarak Israil ve Mısır'ı Camp David'te bir araya getirdi. 17 Eylül'de Israil ile Mısır, Filistin meselesi ve iki ülke arasındaki barış esaslarını içeren anlaşmaları imzaladı. Camp David Anlaşmalarında Filistin meselesi ile ilgili şu kararlar alındı. Gazze ve Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilere, şekli ve mahiyeti, İsrail, Mısır ve Ürdün'ün ortak j kararına göre belirlenecek beş yıllık bir süre için bir muhtariyet verilecek. Bu muhtariyet döneminde İsrail, bu iki toprakta, kendi güvenliğini de sarsmayacak şekilde, asker miktarını asgariye indirecekti. Muhtariyet döneminin üçüncü yılından itibaren, İsrail, Mısır, Ürdün ve Filistin muhtariyet idaresinin temsilcileri arasında, Batı Şeria ve Gazze'nin nihai statüsünü tespit edecek bir anlaşma için müzakereler yapılacaktı. Bu anlaşma, Filistin halkının "meşru haklan" ile "adil istekleri"ni tanıyacaktı. Bu dönemde İsrail ile Ürdün arasında barış müzakereleri ve İsrail'in güvenliğini sağlayacak düzenlemelerde yapılacaktı.
2.İslam Konferansı Örgütü (İslam İşbirliği Teşkilatı) İsrail işgali altındaki Kudüs'te, 21 Ağustos 1969'da Müslümanların kutsal yerlerinden olan El-Aksa Camii'nin kundaklanması ve camide maddi hasar oluşması İslam dünyasında büyük tepkilere yol açtı. Ürdün Kralı Hüseyin'in önerisi ile Arap devletlerinin dışişleri bakanları 25 Ağustos 1969'da Kahire'de toplanarak bir "İslam Zirvesi" oluşturulması kararı verildi. 22-25 Eylül'de Fas'ın başkenti Rabat'ta Türkiye dâhil 24 ülkenin katıldığı bir "İslam Zirvesi" toplandı. Zirve sonunda yayınlanan bildiride, İsrail'in Kudüs'ü boşaltması ve 1967 Haziran savaşında işgal ettiği Arap topraklarından çekilmesi kararlaştırılırken İsrail'i tanımış olan devletlerin, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmeleri istendi. İslam Zirvesi'nin ikincisi, 1974'te Pakistan'ın Lahor kentinde yapılmıştır. Teşkilatın 1973'te yapılan Cidde toplantısında üye ülkelerin maliye bakanları mali teşkilatlanmanın önemini vurguladılar. Ekim 1975'teki toplantıda İslam Kalkınma Bankasının kuruluş planı onaylandı. Örgütün ismi 2011 Haziran ayında Astana’da düzenlenen 38. Dışişleri Bakanları Konseyi’nde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olarak değiştirilmiştir. Şu anda 57 üyesi vardır.
E. Uluslararası Politikada Petrolün Yeri
Petrol üreticisi ülkeler, Ağustos 1960'ta OPEC'i (Organization Petroleum Exporting Countries -Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı-) kurdular. OPEC'in amacı petrol fiyatlarını yüksek seviyeye çıkarmak ve üretici ülkeler arasında teknik konularda iş birliğini sağlamaktı. Kurucu üyeleri: Suudi Arabistan, İran, Kuveyt, Irak ve Venezüela'dır. Kuruluşa sonradan Katar, Libya, Endonezya, Ekvador, Birleşik Arap Emirlikleri katılmıştır.1970'li yılların başında OPEC amacına ulaştı ve petrol şirketlerine karşı üstünlük sağladı. Petrol üretimini daha pahalıya mal ettiği için düşük fiyatta petrol satışından zarar gören ABD'nin petrol şirketlerine destek vermemesi, OPEC'in başarılı olmasında etkili oldu.
F. İran –Irak Savaşı (1980-1988)
1. Irak’ta rejim değişikliği 1958'de yapılan bir askerî müdahale sonucu ülkede monarşi rejimi yıkılarak cumhuriyet ilan edildi. Irak rejim değişikliğinden sonra Bağdat Paktından çekildi. Baas Partisi 1968'de Irak'ta yönetimde söz sahibi oldu, SSCB ile yakınlaşarak bu ülkeden ekonomik ve askerî yardım almaya başladı. Bu durum Batı'ya dönük bir politika takip eden İran ile arasındaki ilişkileri zayıflattı. Diğer taraftan, 1970'te İngiltere'nin Basra Körfezi'nden çekilmesinden sonra İran'ın, buraya tek başına hâkim olmak istemesi iki ülke ilişkilerini daha da gerginleştirdi. Baas Partisinin 1972'de, SSCB ile imzaladığı dostluk antlaşmasıyla beraber bu ülkeden silah satın almaya başlaması İran'ı tedirgin etti. Ancak 1975 Martında Cezayir'in arabuluculuğu ile imzalanan Cezayir Anlaşması'yla Irak ile İran arasındaki Şattülarap Su Yolu'nun en derin yeri sınır kabul edilirken karşılıklı dostluk ve iş birliğinin taahhüt edilmesi ilişkileri bir süreliğine düzeltti
2. İran’da rejim değişikliği 1925'ten itibaren İran'ı yöneten Pehlevi Hanedanlığı uygulamalarıyla halk tarafından benimsenmemişti. Batı kültürünün toplumsal alanda kendini hissettirmesi halkta memnuniyetsizliğe yol açmıştı. Bununla birlikte plansız toprak reformu, kırsal nüfusu yoksullaştırmış köyden kente göçe zorlamıştı. Ayrıca petrol gelirlerinin silahlanmaya harcanması gelir dağılımındaki eşitsizliği daha da artırdı. Halkın uygulamalara karşı başlattığı protestoların yönetim tarafından dikkate alınmaması ayaklanmaya sebep oldu. 1978 yılı başlarında bölgesel nitelikli başlayan ayaklanma ,bir yıl içinde halk hareketine dönüştü. 1979'da sürgündeki lider Ayetullah Humeyni'nin ülkeye dönmesiyle İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. Yeni yönetim, anayasa ile halka siyasi haklar tanıyan bir takım değişiklikler yaptı. İki aşamalı seçimler sonucunda yeni meclis oluşturuldu. Ülkedeki yeni yapılanma sırasında petrol ihracatının azalması ekonomiyi zor durumda bıraktı.
3. Savaş ve Sonuçları 1979'da İran'ın rejim değişikliği sebebiyle yaşadığı iç sorunlardan yararlanmak isteyen Irak, Basra Körfezi'ne hâkim olmak için harekete geçti. Cezayir Anlaşması'nı feshettiğini açıkladı. 22 Eylül 1980'de İran topraklarına saldırıya geçerek Basra Körfezi'ne kadar ilerledi. Bir süre sonra İran, savaşta dengeyi sağlayarak Irak'ın işgal ettiği bazı toprakları geri aldı. İran-Irak Savaşı'nda Suriye ve Libya İran'ı; diğer Arap devletleri ise Irak'ı desteklediler. ABD, savaşın başlarında tarafsız kalmayı ve iki devletin toprak bütünlüğünün korunmasını esas aldı. SSCB savaş sırasında Basra Körfezi'nde etkili olmak ve Afganistan işgalinde serbest hareket edebilmek için İran'ın yanında yer aldı. Avrupa ülkeleri ise tarafsız bir politika izleme kararı alırken İran'daki rejim değişikliğinden dolayı Irak yanlısı tutum takındı. 1986'da İran'ın Basra Körfezi'ne hâkim olmaya başlaması ve körfeze kıyısı olan ülkelerin petrol satışı yapamaması ABD ve bazı Batılı devletleri ekonomik açıdan olumsuz etkiledi. Ayrıca SSCB'nin İran'la yakınlaşarak bölgede güç kazanması ABD'yi endişelendirdi. Bu sebeple ABD, Fransa ve İngiltere gibi bazı Batılı büyük devletler harekete geçerek Basra Körfezi'ne savaş gemileri gönderdiler. Bu müdahale sonucu Irak, İran'a karşı cephelerde dengeyi sağladı. BM'nin kararı ile 6 Ağustos 1988'de ateşkes gerçekleşti ve savaş sona erdi. Irak'ın 1990'da Kuveyt'i işgal etmesi ve ABD'nin bu işgale müdahale ihtimalinin ortaya çıkması üzerine Irak işgal ettiği İran topraklarından çekildi. Böylece İran kaybettiği toprakları geri aldı. Sonuçları Sekiz yıl gibi uzun süren bir savaş sonucunda iki ülkeden yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetti. Savaş sırasında iki devletin birbirlerinin petrol bölgelerini bombalaması sonucunda 150 milyar dolar civarında bir ekonomik kaynak yok oldu. Savaştan sonra iki ülkede de ekonomik sıkıntılar yaşandı. Kuveyt'in işgalinde, Irak'ın yaşadığı bu ekonomik bunalım etkili oldu. İran-Irak Savaşı ile Arap ülkelerinin taraf olması Arap birliğinin bozulmasına ve İsrail'in Orta Doğu'da daha serbest hareket etmesine zemin hazırladı. Bazı devletler tarafsız olmalarına rağmen bu iki devlete silah satarak önemli bir gelir elde etmiş oldu.
G. Yumuşama Döneminde Dünya
1. Ekonomi
Merkezî ısıtma sistemi, evlere kadar suyun getirilmesi, çamaşır makinesi, telefon ve televizyonun yaygın olarak kullanılması insan hayatını kolaylaştırdı. Petrol, elektrik ve otomotiv sektörlerinde önemli üretim artışı oldu. Sanayideki büyüme, enerji tüketimini artırırken enerji kaynağı olarak kömürün yerini alan petrol, kimya sanayiinde yeni ürünlerin ortaya çıkmasını sağladı. Bu gelişmelerle dünya ekonomisi hızlı bir büyüme dönemi yaşadı. 1970'lere kadar büyümenin kesintisiz devam etmesi işsizlik oranını da düşürdü. Dünya ekonomisindeki büyümeye bağlı olarak talep fazlası ürünleri pazarlama ihtiyacı reklam sektörünün önemini artırdı. İşlevleri artmaya başlayarak geniş kitlelere ulaşan radyo ve televizyon bu ürünlerin tanıtımında önemli birer araç hâline geldiler. Uydu teknolojisi sayesinde de televizyon programları uluslararası bir boyut kazandı. İlk kez "1964 Tokyo Olimpiyatları" canlı televizyon yayını ile tüm dünyaya ulaştırıldı. Uluslararası alanda ticaretin yaygınlaşması bu dönemin dinamizmini oluşturdu. Serbest ticaret ve çok uluslu şirketler tarafından yapılan uluslararası yatırımların gelişmesi ilerlemeyi perçinledi. Dünya ticaret hacmi de büyük bir büyüme gösterdi. Uluslararası ticaret hacmi % 7 oranında büyüdü.
2. Bilimsel ve Teknolojik Gelişmeler II. Dünya Savaşı′ndan sonra havacılık alanında yaşanan ilerlemeler süper güçleri uzay yarışında ön plana çıkmaya, diğer devletler üzerinde politik, ekonomik, psikolojik başarılar elde etmeye yöneltmiştir. İlk yapay uydunun ( Sputnik) 1957′de SSCB, 1958′de de ABD tarafından uzaya fırlatılması bu rekabeti açığa çıkarmıştır. 1961’de Rus kozmonot Yuri Gagarin’in Vostok-1 uzay aracı ile ilk kez uzaya giden insan oldu. 1962’de ABD aynı şekilde karşılık vererek uzayda rekabeti hızlandırdı. 1969’da ise ABD’li astronot Neil Amstrong’un aya inmesi ile ABD uzay yarışında liderliği ele geçirdi. Bilim ve teknoloji alanında sağlanan ilerlemeler, bir devletin ulusal gücü, ilerleme yeteneği, askeri gücü, hatta sosyal yapısı hakkında da ölçü yerine geçer olmuştur. Bu bakımdan nükleer enerji gibi, uzay başarıları da üstünlük simgesi sayılmaya başlanmıştır. ABD ve SSCB′nin öncülük yapığı uzay yarışına zamanla İngiltere, Fransa, Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletler de katılmaya çalışmıştır. Bu süreç uzayda egemenliği ve diğer konuları kapsayan Uzay Hukuku tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. BM′deki tartışmalarda, uzayın serbestliği ve uzayın bütün insanlığın malı olduğu görüşü savunulmuştur. BM, 1961 ′de aldığı bir kararla, uzayın ve gök cisimlerinin serbestliğini, hiçbir devletin egemenliği altına geçmeyeceğini kabul etmiş; 19 Aralık 1962′de ise teknik alanda işbirliğini onaylamıştır. 1970’lerde ilk bilgisayar üretildi. 1978’de üretilen APPLE fabrikalarda kullanılmaya başladı. 1991’de ABD’de internetin ticari amaçlı kullanılmasıyla ilgili engeller kaldırıldı ve bir yıl sonra, grafik web tarayıcı “Mozaic” devreye girmiş ve internetin bir alt kümesi olan “World Wide Web”in (Geniş Dünya Ağı) yıllık büyüme hızı artmaya başlamıştır.
3. Kültürel Hayat
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ulaşılan düzey ve gelecek konusundaki bilinmezlik, edebiyatta post modern (modern ötesi) anlayışın 1960'lardan itibaren hâkim olmasına yol açmıştır. Müzik alanında 1950'lerde ortaya çıkan "Rock And Rol" tarzı bu dönemde de etkisini sürdürmüştür. Elvis Presley (1935-1977). Savaştan sonra yeni bir boyut kazanan soyut resim anlayışı bu dönemde de etkisini devam ettirmiştir. 1960-1980 yılları arasında yapılan olimpiyatlarda ABD, SSCB, Japonya ve Doğu Almanya madalya sıralamasında önde gelen ülkelerdir. 1960’tan itibaren Dünya Kupası düzenlenmiştir. 1951 yılından itibaren de Akdeniz Oyunları düzenlenmiştir.
H. Türk Dış Politikası
1. Türk-Yunan İlişkileri
a. Kıbrıs Meselesi Yunanistan, 1951'de Kıbrıs'ın kendisine verilmesi için İngiltere'ye resmen başvurdu. Bu girişimi olumsuz karşılanan Yunanistan, 1954'te Kıbrıs sorununu BM'ye taşıyarak meseleyi uluslararası bir konu hâline getirdi. Kıbrıs'ta self-determinasyon ilkesinin uygulanmasını isteyen Yunanistan'ın bu girişimi BM tarafından reddedildi. Bu gelişmeler, Türkiye'nin Kıbrıs konusunda harekete geçmesinde önemli rol oynadı. Böylece Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasının en önemli konularından birisi hâline geldi. 1960'tan önce Yunanistan'ın Kıbrıs konusundaki isteklerinin BM tarafından reddedilmesi üzerine Rumlar, Kıbrıs'ta EOKA yer altı örgütünü kurarak önce İngilizler, sonra da Türklere yönelik tedhiş hareketlerine başladılar. Bu örgütün amacı: İngiltere'yi Kıbrıs'tan atmak, Türkleri imha etmek ve Enosis'i gerçekleştirmekti. Yunanistan'ın kışkırtma ve yardımlarıyla Rumların başlattıkları tedhiş hareketleri genişleyerek bir iç savaş hâlini aldı. 1959'da Türkiye ve Yunanistan başbakanları Zürih'te bir araya gelerek Kıbrıs anlaşmazlığını çözümlemek için görüşmelere başladılar. 11 Şubat 1959'da Kıbrıs'ta bağımsız bir cumhuriyet kurulması kararı alınarak Zürih Anlaşması yapıldı. Zürih ve Londra Anlaşmaları doğrultusunda 16 Ağustos 1960'ta bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhurbaşkanlığına Rum lider Makarios, yardımcılığına da Türk lider Dr. Fazıl Küçük getirildi. Kıbrıs'ta sağlanan barış ortamı uzun sürmedi. Yunanistan'ın asker ve silah göndererek desteklediği EOKA, Türklere karşı tedhiş hareketlerine devam etti. Kıbrıs Türkleri de bu faaliyetlere 1955'te kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı(TMT) vasıtasıyla karşı koymaya çalıştı. Makarios, 1963'te, Türk toplumu lideri Fazıl Küçük'e, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye anayasa değişikliği önerisinde bulundu. Türkiye'nin Makarios'un yaptığı önerileri reddetmesi, iki toplum arasındaki gerginliği arttırdı. Rum çeteleri Türk köylerini yakıp yıkarak 25 bin Türk'ü göçe zorladı. 24 Aralıkta "Kanlı Noel" denilen ve 24 Türk'ün şehit edildiği olay üzerine Türk savaş uçakları Lefkoşa üzerinde ilk uyarı uçuşunu yaptı. 1964'te Yunanistan'ın Ada'ya daha çok asker ve silah göndermeye başlaması üzerine olayların büyümesinden endişelenen BM Güvenlik Konseyi, Barış Gücü kurulması kararı aldı. Ancak Barış Gücü Ada'ya henüz gelmeden Rum çetelerinin saldırıya geçmesi Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale kararı almasına yol açtı. Ancak bu kararın uygulanmasını istemeyen ABD Başkanı Johnson, yazdığı mektupla Türkiye'yi kararından vazgeçirmeye çalıştı. Johnson'un mektubundan sonra yapılan diplomatik temaslar sonucunda Türkiye Kıbrıs'a müdahale kararını bir süre askıya aldı. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, Ada'daki Türklere ekonomik ve sosyal baskılarda bulunarak göçe zorlayan bir politika uyguladı. Ancak Enosis'in hemen gerçekleştirilmesini isteyen EOKA üyeleri Yunanistan'dan aldıkları destekle 15 Temmuz 1974'te Makarios'a karşı bir darbe gerçekleştirdi. EOKA üyeleri Nikos Sampson'u cumhurbaşkanlığına getirirken "Kıbrıs Elen Cumhuriyeti"ni ilan ettiler. Türkiye, Kıbrıs’taki darbenin bir Yunan müdahalesi olduğunu belirtti ve garantilerin ihlâli saydı. İngiltere'ye ise ortak hareket etmeyi teklif etti. Olumsuz cevap alan Türkiye, garanti antlaşmasının kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak müdahale kararı aldı. Türkiye 20 Temmuz'da Enosis'e engel olmak, barışı yeniden kurmak ve Türklerin güvenliğini sağlamak amacıyla "Kıbrıs Barış Harekâtı"nı başlattı. Lefkoşa'ya kadar ilerleyen Türk kuvvetleri, 22 Temmuz'da BM'nin ateşkes çağrısına uydu. Kıbrıs meselesinin görüşülmesi maksadıyla 25 Temmuzda Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, Cenevre Konferansında biraraya geldi. Görüşmelerden barışı sağlayacak bir sonuç çıkmayınca 14 Ağustos'ta "İkinci Barış Harekâtı" başladı. Türk birlikleri Ada'nın yaklaşık üçte birine hâkim oldu. Türkiye BM'nin ateşkes çağrısına uyarak 16 Ağustosta askerî harekâtı durdurdu. Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra Türklerin kuzeyde, Rumların da güneyde yerleşmesi yeni bir devlet düzeninin kurulmasını gerekli kılıyordu. Başlatılan toplumlar arası görüşmelerden istenilen sonucun alınamaması üzerine Türk toplumu 13 Şubat 1975'te Rauf Denktaş'ın liderliğinde "Kıbrıs Türk Federe Devleti"ni kurdu. Türklerin Ada'daki siyasi varlığı Rumlar tarafından kabul edilmediği için sonuç alınamadı. BM Genel Kurulu, 13 Mayıs 1983'te Kıbrıs Rumlarını "Kıbrıs Hükümeti" olarak tanıma kararı aldı. Bu gelişmeler karşısında Türk toplumu da 15 Kasım 1983'te "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni kurdu. Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni kurulduğu gün tanıyan ilk devlet oldu.
b. Ege Adaları Meselesi
Ege Adalarının Silahlandırılması Yunanistan, özellikle 1963 Kıbrıs bunalımından itibaren Ege Denizi'nde Türkiye kıyılarına yakın olan adalarla birlikte 1947'de İtalya'dan aldığı Meis ve On iki Ada'yı, Lozan Antlaşmasına aykırı olarak gizlice silahlandırmaya başladı. Bunun üzerine Türkiye bu konuyla ilgili 1964'ten itibaren farklı zamanlarda Yunanistan'a nota vermiştir. 1974'ten itibaren Yunanistan, Ege adalarını açık olarak silahlandırılmaya devam etti.
c. Kıta Sahanlığı Sorunu: Kıta sahanlığı, kara sularının bitiş noktasından başlayan deniz altındaki devamını ifade eder. Kıyıya sahip her devlet kıta sahanlığına da sahiptir. Ancak kıta sahanlığına sahip ülkenin sadece bu bölgedeki canlı-cansız doğal kaynakları arama ve işletmede egemen yetkileri vardır; su alanı ve hava sahası uluslararası statüsünü korur. Yunanistan 1961’den itibaren şirketlere Ege Denizi’nin kuzey ve batı kıyılarında petrol arama ruhsatı vermeye başladı. 1970 başlarında arama ruhsat alanını Doğu Ege’yi kapsayacak şekilde genişletti. Böylece Yunanistan Ege Denizi’nde Türkiye ile deniz sınırlarını kendisine göre belirlemeye çalışması iki ülke arasında anlaşmazlığa sebep oldu. Yunanistan’ın bu faaliyetleri üzerine Türkiye de Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına Ege’nin açık deniz sularında ve kendi kıta sahanlığında petrol arama ruhsatı verdi. Yunanistan’ın bu duruma itirazı iki ülke arasında “Kıta Sahanlığı Sorunu”nu ortaya çıkardı. 1974 Kıbrıs Barış harekatının gerçekleştirilmesi iki ülke ilişkilerini daha da gerginleştirdi.İkili görüşmelerde Uluslar arası Adalet Divanında görüşülmesi konusunda prensip anlaşmasına varıldı. BM Güvenlik Konseyi sorunun ikili müzakereler yoluyla çözümlenmesi kararı aldı. İki ülke temsilcileri Bern’de bir araya geldi. Görüşmeler sonunda imzalanan “Bern Deklerasyonu” ile taraflar Ege Denizinde kıta sahanlığı ile ilgili hiçbir faaliyette bulunmamayı kabul etti. Kara Sularının 12 Mile Çıkarılması Sorunu: Lozan Antlaşması’yla Ege Denizi’nde kara suları genişliği 3 mil olarak kabul edilmişti. Bu genişlik 1936’da Yunanistan 1964’te Türkiye tarafından 6 mile çıkarıldı. 1974’ten itibaren Yunanistan değişik dönemlerde kendi kara sularını 12 mile çıkaracağını ileri sürdü.Böylece Yunanistan, Ege Denizi’nde – adaların çokluğu nedeniyle – büyük orada egemenlik hakkında sahip olabilecek ve üstünlük sağlayabilecekti.Türkiye, Yunanistan’ın kara sularını 6 milin üzerine çıkarmasını hiçbir zaman kabul etmeyeceğini ve böyle bir uygulamanın savaş nedeni olacağını açıkladı.
Ege Hava Sahası (FIR Hattı – Uçuş Bilgi Bölgesi) Sorunu Türkiye, Yunanistan’ın 1931’e kadar 3 mil olan hava kontrol sahasını 10 mile çıkarmasına iki ülke arasındaki iyi ilişkilerden dolayı tepki göstermedi. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO)’nün 1952’deki bölge toplantısında, Türkiye Ege kara suları sınırını FIR hattı olarak kabul etmesi, Ege Denizi üzerindeki hava sahasının kontrolünü büyük ölçüde Yunanistan’a bıraktı. 1974’e kadar bir problem oluşturmayan FIR hattı, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türkiye’nin güvenliğini tehdit etti. Türkiye 6 Ağustos’ta yayınladığı NOTAM (Notice to Airmen: Havacılara İhtar Bildirimi) ile yeni bir FIR hattı oluşturdu. Bu hatta göre; Türkiye yönünde uçuş yapan her uçak Türk kıyılarına 50 mil kala durumunu ve uçuş planını Türk yetkililerine bildirecekti. Yunanistan ise Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, 16 Ağustosta Ege Denizi’nin tümünü “tehlikeli bölge” ilan ederek ve bölgede FIR hizmetlerini durdurarak Ege semalarını uluslararası hava trafiğine, dolayısıyla da Türk sivil ve askerî uçaklarına kapattı. Türkiye’nin Ege’deki haklarını zedeleyen bu durum, özellikle sivil havacılık yönünden çeşitli zorluklarla karşılaşılmasına ve iki ülke arasında da yeni bir sorunun ortaya çıkmasına yol açtı. 1977’de Türkiye’nin, Ege hava sahasını Yunanistan ile ortaklaşa kontrolü konusundaki girişimleri Yunanistan tarafından kabul edilmedi. NATO’nun Türkiye ve Yunanistan ile yaptığı temaslar sonucunda her iki tarafın da daha önceden almış olduğu Ege hava sahası ile ilgili kararları yürürlükten kaldırmaları ile sorun çözüldü. Ege Denizi tekrar sivil hava trafiğine açıldı.
2. Türkiye’nin Orta Doğu Politikası 1950 – 1960 yılları arasında Arap ülkelerinin SSCB’ye yaklaşmalarına karşılık NATO üyesi olması sebebiyle Türkiye Orta Doğu’da Batı’ya paralel bir politika izlemişti.Kıbrıs meselesinde yalnızlıktan kurtulmak isteyen Türkiye Orta Doğu’ya açılma politikası izleyerek Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi. 1967 Arap – İsrail Savaşında Türkiye, ABD’nin Türkiye’deki üslerinden İsrail’e yardım etmesine izin vermedi. Türkiye 1969’daki Mescid-i Aksa yangınına büyük tepki gösterirken bu gelişme üzerine Rabat’ta toplanan İslam Zirve Konferansı’na katıldı. 1981 yılında başbakan düzeyinde katıldı. Türkiye günümüze kadar Batılı devletlerle, Orta Doğu arasında denge unsuru olmaya gayret gösterdi.
3.Ermeni İddiaları Ermeni diasporası ve bazı devletler politik amaçlarla Ermeni meselesini yeniden canlandırmışlardır. Bu bağlamda diaspora, iddialarını dünyaya tanıtmak ve Türkiye'ye kabul ettirmek, Türkiye'den tazminat ve toprak almak son aşamada da büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirmekti. Bu amaçla propoganda faaliyetlerine de başlayan Ermeniler "Ermenistan Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu" adı verilen ASALA adlı terör örgütünü kurdular. Ermeni terörünü asıl yönlendiren terör örgütü ASALA olmuştur. ASALA'nın 1973'te başlatarak 1994 yılına kadar devam ettiği terör faaliyetlerinde çoğu diplomat olan 35 Türk şehit edilmiştir. Bu durum karşısında Türkiye, önlemlerini artırmış, ulusal ve uluslararası platformlarda tezimizi ortaya koyan çalışmalar yaparak faaliyetlerini sürdürmüştür.
I. TÜRKİYE’DE BUNALIMLI YILLAR
1. Siyaset Türkiye, 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti ile ilk yıllarda birçok alanda büyük gelişme kaydetmişti. Ancak 1957'den itibaren ekonomide enflasyonist baskı hissedilmeye başlanmıştı. Ülkemizde demokrasinin tam olarak yerleşmemiş olması siyasi yaşamdaki hoşgörü eksikliği ve belirtilen ekonomik nedenler siyasi ortamı gerginleştirdi. Bu şartlar altında 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi gerçekleştirilerek DP iktidarına son verildi. Demokrasimizin gelişimini kesintiye uğratan bu müdahale sonucunda anayasa yürürlükten kaldırılarak meclis kapatıldı. Cumhurbaşkanı, başbakan, pek çok bakan ve milletvekili yargılandı. Bu yargılama sonucunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi (1961).15 Ekim 1961'de yapılan seçimlere Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Adalet Partisi (AP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) katıldı. Seçimlerden sonra oluşan Meclis, Cemal Gürsel'i cumhurbaşkanlığına seçti. 1965 seçimlerine kadar koalisyon hükümetleri iktidarda kaldı. 10 Ekim 1965'te yapılan genel seçimleri AP kazandı. 27 Ekim 1965'te Süleyman Demirel'in başbakanlığı ile başlayan AP iktidarı, 12 Mart 1971 Askerî Muhtırasına kadar devam etti. Türk Silahlı Kuvvetleri yer yer meydana gelen şiddet ve terör olaylarını gerekçe göstererek 12 Eylül 1980'de demokratik yönetimi ortadan kaldıran askeri müdahaleyi gerçekleştirmiştir. 24 Kasım 1983'e kadar devam eden bu dönem, Türk siyasi tarihine "12 Eylül Dönemi" olarak geçti. Anayasanın kabulünden sonra seçim hazırlıkları başladı. 6 Kasım 1983 seçimlerine Anavatan Partisi (ANAP), Halkçı Parti (HP) ve Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) katıldı. Bu seçimler sonucunda birinci parti olarak çıkan ANAP, Turgut Özal başkanlığında tek başına iktidar oldu.
2. Ekonomi Devletin ekonomik, sosyal, kültürel amaçlarının belirlenmesinde hükümete danışmanlık yapmak ve belirlenen amaçlar için kalkınma planları hazırlamak amacıyla Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruldu(1960).1960-1970 yılları arasında uygulanan "ithal ikameci sanayileşme" ile daha önce ithal edilen tüketim mallarının ülkede üretimi amaçlanmıştı. Bu dönemde, sanayi daha çok demir-çelik, çimento, kağıt, kimya, petrol rafinerisi, alüminyum ve madencilik alanında yoğunlaştı. 1970'li yıllarda uygulanan "ileri ithal ikameci model" ile buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim mallarının yanı sıra ülkemizde artık otomobil de üretilmekteydi. Ekonomide ithalata bağımlılık ve ihracatta durgunluk yaşanmasına rağmen 1960'lı yıllarda Avrupa'ya giden işçilerimizin ülkeye döviz transferleri ekonomiye önemli katkılar sağladı. 1973 petrol krizi, 1974 Amerikan ambargosu, ve işçi dövizlerindeki azalma ekonomik gerilemeye neden oldu. Türkiye'de 1977 yılında dış ticaret dengeleri bozulmaya başladı. Ülkede birçok temel malda kuyruklar, karaborsa ve aşırı fiyat artışı görüldü. Türk lirasının yabancı paralar karşısında değeri hızla düştü. Ekonomideki bu kötü gidişi önlemek için çeşitli ekonomik programlar hazırlandı. Bu programlar içerisinde karma ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlayan 24 Ocak Kararları önemli bir yer almaktadır (1980).
3. Sosyal ve Kültürel Hayat
1960-1980 yılları arasında Türkiye'de köyden kente göç, gecekondulaşma, işçi sayısındaki artış ve daha önce başlayan sendikal faaliyetlerin yoğunlaşması gibi önemli toplumsal değişimler yaşandı. Sanayileşmeyle artan köyden kente göç çarpık kentleşmenin ortaya çıkmasında etkili oldu. Edebiyatta 1950 sonrasında görülen edebî akımlar etkilerini 1960'lara kadar sürdürdü. Garipçilere karşı ortaya çıkan "İkinci Yeni Akımı" 1960'ların ortalarına kadar etkisini devam ettirdi. Bu akımın temsilcileri arasında Edip Cansever, ilhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Sezai Karakoç gibi isimler yer alır. Daha önceki dönemlerde başlayan "köy romancılığı" Fakir Baykurt'un "Yılanların Öcü", Şevket Süreyya Aydemir'in "Toprak Uyanınca" eserleriyle ön plana çıkmıştır. 1960'lı yılların ortalarından itibaren "Toplumculuk" edebiyatta bir akım olarak ortaya çıktı. 1970'lerden itibaren toplumdaki politikleşmenin hızlanması, çarpık kentleşmenin meydana çıkardığı sorunlar ve işsizliğe bağlı dış göç, edebiyatın başlıca konularını oluşturdu. Bu dönem edebiyatında tiyatro, gezi, hatıra ve deneme, eleştiri türlerinde büyük gelişmeler yaşanmıştır. Gezi, hatıra türünde Yusuf Ziya Ortaç; deneme eleştiri türünde Nurullah Ataç, Mehmet Kaplan ve Cemil Meriç önemli yazarlarımızdandır. Türk Sineması toplumsal sorunlara ağırlık vererek gelişme göstermiştir. Yaşanan toplumsal değişim beraberinde yeni anlayışları, farklı fikir hareketlerini, yeni estetik değerleri de getirdi. Kırsaldan göç eden insanların var olan değerleri ile şehir kültürünün kaynaşması "arabesk" adı verilen yeni bir anlayışı ortaya çıkardı.1960'lı yılarda Fecri Ebcioğlu'nun öncülüğünde aranjman (düzenleme) tarzı müzik ortaya çıktı. Bu tarz, yabancı müziklere Türkçe sözlerle şarkılar yazılarak oluşturuldu ve Türkçe bestelerin yolunu açtı.
5.ÜNİTE: KÜRESELLEŞEN DÜNYA
A-SSCB’DE DEĞİŞİM VE SONUÇLARI
1.SSCB’DE POLİTİKA DEĞİŞİKLİKLERİ VE NEDENLERİ Soğuk Savaşı’n taraflarından biri olan Doğu Bloku 1980’lerden itibaren büyük bir değişime mecbur kalmıştı. SSCB’nin mevcut sistemi işlemez durumdaydı. Buna rağmen SSCB bütün kaynaklarını nükleer silahlanmaya aktararak dünyadaki güçlü konumunu sürdürmek istiyordu. Fakat SSCB mevcut hâliyle bu yarışı sürdürecek güce sahip değildi. Gorbaçov, ocak 1987’de glasnostu, kasım ayında ise perestroykayı açıkladı. Gorbaçov bu hamlesiyle Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti. Gorbaçov açıklık ve yeniden yapılanma programlarıyla, komünist iktidarın tepki çeken baskılarını demokratik bazı uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmak istiyordu. Ayrıca ekonomik yapıda radikal değişikliklerle ülke ekonomisini canlandırmayı, ekonomiye yeni bir dinamizm kazandırmayı ve Sosyalist Blok içindeki toplumsal olayları yatıştırmayı hedefliyordu. Böylece devlet yönetimi daha demokratikleşecek, ülke ekonomisi düzeltilerek ABD ile rekabet edebilecek hâle gelinecekti. 1988’de Sosyalist Teşebbüs Kanunu ile işletmelerin yöneticilerine geniş yetkiler verildi. Gorbaçov bu ve benzeri yeniliklerle kapitalist sistemin üretimde başarı sağlayan yöntemlerini sosyalist sistemin içinde kullanmaya çalışıyordu. SSCB, 1989’da ani bir kararla 1979’dan beri işgal altında bulundurduğu Afganistan’dan çekildi. Ekonomide, sanayide ve teknolojide geri kalınması, nükleer silahların azaltılması isteğine Afganistan’ dan çekilme de eklenince süper güç SSCB imajı zedelendi.
2.SSCB’NİN DAĞILMASI Gorbaçov perestroika ile siyasi sistemi, devlet örgütünü ve hükûmet yapısını yeniden düzenlemeyi hedeflemişti. Bunun için Gorbaçov, SSCB içindeki Letonya, Estonya ve Litvanya gibi cumhuriyetlerde başlayan bağımsızlık hareketlerine ve milliyetler sorununa çözüm bulmak için Aralık 1990’da “Egemen Devletler Birliği Antlaşması” fikrini ortaya attı. Gorbaçov, bu Antlaşma ile SSCB içindeki cumhuriyetler arasında daha sıkı bir ekonomik iş birliğini isterken birlik içindeki en büyük cumhuriyet olan Rusya Federasyonu’nun lideri Boris Yeltsin, Mayıs 1990’da serbest pazar ekonomisi ve ekonomik bağımsızlık isteyerek Haziran 1990’da bağımsızlığını ilan etmişti. Aynı zamanda SSCB içindeki birçok cumhuriyet de bağımsızlığını ilan etmişti. Gorbaçov’un öne sürdüğü ve 10 cumhuriyet tarafından kabul edilen “Egemen Devletler Birliği Antlaşması’nın 20 Ağustos 1991 günü imzalanması kararlaştırıldı. Çok önemli bir sorunu çözdüğüne inanan Gorbaçov ailesiyle beraber 5 Ağustosta Kırım’daki yazlığına tatile gitti. SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki bağımsızlık ilanlarına karşı Gorbaçov’un gerekli tedbirleri almadığını düşünen ve “Egemen Devletler Birliği Antlaşması’na karşı olan ordu içindeki bazı komutanlar, bakanlar ve KGB liderinin aralarında bulunduğu bir grup, 18 Ağustos 1991 günü Gorbaçov’a karşı bir darbe yaptı. Gorbaçov ve ailesi Kırım’da ev hapsine alındı. 19 Ağustos 1991 günü tanklar Rusya Federasyonu Parlementosunu çembere alırken, Boris Yeltsin darbeyi yapanlara karşı halkı her yerde gösteri ve grevler yapmaya çağırdı. Yeltsin’in çağrısı hem halktan hem de Batılı devletlerden büyük destek gördü. Kısa süre sonra darbe yapanlar dağılmak zorunda kalırken Yeltsin’i halkın gözünde bir kahramana dönüştürdü. Devlet Başkanlığı görevine bir süre daha devam eden Gorbaçov, 25 Aralık 1991’de bu görevinden de istifa etti ve yerine Boris Yeltsin geçti.
3.SSCB’NİN DAĞILMASININ DOĞU AVRUPA’YA ETKİSİ Gorbaçov’un “Her ulus istediği kalkınma yolunu seçme, kendi kaderini tayin etme, topraklarını ve insan kaynaklarını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir.” açıklaması Doğu Avrupa’da da etkisini gösterdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet hegemonyasına karşı ilk başkaldırıyı gerçekleştiren Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya başta olmak üzere Doğu Avrupa’daki tüm Sovyet uydusu ülkelerindeki aydınlar ve milliyetçiler harekete geçti. Kısa süre sonra bu ülkelerdeki sosyalist yönetimler yıkıldı ve devletler SSCB’ye karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devletlerden Çekoslovakya hiçbir çatışma olmadan Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı.
4.SSCB’NİN DAĞILMASININ DÜNYA GÜÇLER DENGESİ ÜZERİNE ETKİLERİ 1991 yılında SSCB’nin dağılması ile Doğu Bloku çöktü. Kontrol, Batı Bloku’nun dolayısıyla ABD’nin eline geçti. Artık ABD dünyanın lider ülkesi ve tek süper gücü olarak görülmeye başlandı. SSCB’ye üye olan devletlerden bazıları Rusya Federasyonu önderliğinde Bağımsız Devletler Topluluğunu kursalar da SSCB’nin dünya üzerindeki etkisine sahip olamadılar. 2001’de ülkesindeki terör olaylarını gerekçe gösteren ABD, Ekim 2001’de Afganistan’a, Nükleer silahlanmayı önlemek iddiasıyla Mart 2003’te de Irak’a askerî müdahalede bulundu. Afganistan müdahalesi ABD’ye önceden SSCB kontrolünde bulunan Orta Asya’daki zengin enerji kaynaklarına yakın olma imkânı verdi. Irak’a yaptığı müdahale ve sonrasındaki gelişmeler petrol bakımından çok zengin olan Basra Körfezi bölgesinin kontrolünün ABD’nin eline geçmesini sağladı. Avrupa Birliği ABD’ye karşı bir dengeleyici güç unsuru olmaya çalıştıysa da İngiltere’nin ABD’nin yanında yer almasından dolayı başarılı olamadı. 1996’da Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın “Şanghay Beşlisi” adı ile kurdukları iş birliği yapılanması 2001’de Özbekistan’ın da katılımıyla “Şanghay İş Birliği Örgütü” adını aldı. Enerjinin bütün dünyada devletler arası ilişkilerde ağırlık merkezi hâline geldiği günümüzde enerji kaynakları bakımından son derece zengin, genç nüfusa sahip, ekonomik yapısı güçlü bu örgütlenme artık dünyada önemli bir güç hâline gelmiştir. Hindistan, İran, Pakistan ve Moğolistan bu örgütlenmeye gözlemci ülkeler olarak destek vermektedir.
B-ASYA’DA YENİDEN YAPILANMA
1. TÜRK CUMHURİYETLERİ BAĞIMSIZ OLUYOR Rusya’da 1917 İhtilali sırasında Bolşeviklerin “Milletler kendi kaderlerini tayin edebilecekler ve bağımsız devletler kurabilecekler.” sözleri üzerine Türklerde oluşan bağımsızlık umudu, ihtilal sonrasında hüsran ile sonuçlanmıştı. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikaları Türklerin bağımsızlıklarını kazanmaları için iyi bir fırsat oldu. SSCB’nin dağılmasıyla Türkler bağımsızlıklarını elde ettiler. Türkiye daha bağımsızlıklarını ilan ettikleri günden başlayarak bu kardeş devletlerle yakından ilgilenmeye başlamış, onlara örnek olarak Batı’ya açılan pencereleri olmuştur.
a. AZERBAYCAN Rusya’daki sosyalist sistem giderek halkın isteklerini karşılayamaz oldu. 1985’te Sovyet yönetiminin başına geçen Mikhail Gorbaçov bunu gördü. Glasnost ve perestroyka adı verilen yeni bir politika belirledi. Bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasından Azerbaycanlılar da yararlandı. Ebulfeyz Elçibey’in önderliğinde Halk Cephesi adıyla bir örgüt kuruldu (19 Haziran 1989). Azerbaycan’a bağımsızlık verilmesi istendi. Bu durum Moskova’nın hoşuna gitmedi. Ermeniler kışkırtılarak Ermeni- Azeri çatışması yaratıldı. 19-20 Ocak 1990’da Kızıl Ordu Bakü’ye girdi. Bu durum Halk Cephesi’nin yeraltına inmesine yol açtı. Mart 1990’da seçimler yapıldı ve Ayaz Muttalibov Cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığı ilân edildi. 18 Ekim 1991’de yapılan halk oylaması ile bu karar daha da pekiştirildi. Ancak, Muttalibov halkla uyuşamadı. 25 Şubat 1992’de Suşa ve Hocalı’da büyük katliamlar oldu. Bunun üzerine Muttalibov istifa etti. Mayıs ayında tekrar cumhurbaşkanı oldu ise de halk bunu kabul etmedi. İsyan çıktı. Muttalibov Moskova’ya kaçtı. 7 Haziran 1992’de Elçibey Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 16 Haziran 1993’te görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Haydar Aliyev getirildi. Azerbaycan'daki rejimin yerine oturamamasından yararlanan Dağlık Karabağ Ermenileri Azerbaycan'dan ayrılmak istediler Bu durum Ermenistan ile Azarbaycan arasında savaşa yol açtı. Dağlık Karabağ sorunu henüz çözülememiştir. Petrol, doğal gaz ve demir satışı Azerbaycan ekonomisi için önemli gelir kaynağıdır. Ülkede enerji, maden ve petrokimya sanayi gelişmiştir. Eğitim ve kültürel faaliyetler diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine göre daha ileri seviyededir.
b. KAZAKİSTAN 22 Haziran 1989’da Kazakistan Komünist Partisi başkanlığına getirilen Nazarbayev, Mikhail Gorbaçov’un Glasnost-Perestroyka politikasına destek verdi. Bunun karşılığı olarak da Kazakistan’ın haklarının korunmasını sağladı. Kazakistan petrolünün, doğalgazının ve madenlerinin dış piyasada uygun fiyatla satılmasını istedi. İzlediği tutarlı ve akılcı politika ona büyük saygınlık kazandırdı. 1989 yılı Eylül’ünde resmi dilin Kazak Türkçesi olduğunu ilân etmesi halkın güvenini daha da arttırdı. 26 Mart 1990’da seçilen parlamento 24 Nisan 1990’da Nazarbayev’i cumhurbaşkanı seçti. Nazarbayev parlamento desteği ile Rusların Kazakistan’daki nükleer deneme yapmalarını engelledi. 1 Aralık 1991’de yeniden 5 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. Kazak geleneklerine uygun şekilde makamına oturdu. 16 Aralık 1991’de Kazakistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Kazakistan, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Mayıs 2006’dan beri BDT Devlet Başkanları Konseyi başkanıdır. Ayrıca Kazakistan Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET), Şangay İş Birliği Örgütü (ŞİO), gibi bölgesel örgütlenmeler ile BM, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) (İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)) , Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) ve diğer uluslararası ve bölgesel kuruluşlarda aktif bir rol oynamaktadır.
c. KIRGIZİSTAN 27 Ekim 1990’da cumhurbaşkanı seçilen Asker Akayev, merkeziyetçi ekonomiden, liberal ekonomiye geçişi sağlayacak yasal düzenlemeler yaptı. Eğitim dilini Kırgızcaya çevirerek Kırgızların ulusal dillerini kullanmalarına, ulusal kültürlerini geliştirmelerine ve ulusal kimliklerini tanımalarına yardımcı oldu. 12 Aralık 1991’de Kırgızistan bağımsızlığını ilân etti. Kırgızistan 1991’de BDT’ye, 1992’de BM ve AGİT’e üye oldu. Kırgızistan’ın yetiştirdiği ve bütün dünyada tanınan önemli bir yazar olan Cengiz Aytmatov’un romanları ülkemizde de büyük ilgi görmektedir. Ülke ekonomisi daha çok tarım ve madenciliğe dayalıdır. Ülkede son yıllarda doğal güzelliklerin etkisi ile turizm faaliyetleri de hızlanmakta ve bu da ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır.
d. ÖZBEKİSTAN 1989 yılı Haziranında Özbekistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine İslam Abdulganiyeviç Kerimov’un getirilmesinden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlaması üzerine bağımsızlığa doğru giden yol açıldı. Zira Mart 1990’da başkan seçilen Kerimov, Sovyetlere karşı bir politika izledi. Rusya’nın Özbekistan’ı hammadde deposu olarak gördüğünü bunun da Özbek halkını geri bıraktığını belirtti. Kerimov, Özbekçeyi resmi dil ilan etti. Özbekistan anayasasında hiçbir etnik gruba ve azınlığa anayasadaki yurttaşlık hakları dışında bir hakkın verilmesine izin vermedi. Özbek ulusçuluğunun geliştirilmesine önem verdi. Rusçanın çeşitli alanlardaki etkinliğini azaltmaya başladı. Nitekim televizyon programlarındaki Rusçanın ağırlığı giderek azalmaktadır. Halkından güç alan Kerimov, 31 Ağustos 1991’de Özbekistan’ın bağımsızlığını ilân etti. 29 Aralık 1991’de de Cumhurbaşkanlığı‘na seçildi. Ekonomiyi liberalleştirdi, sistemi demokratikleştirdi. Rusya Federasyonu ile çatışmaya girmedi. Özbekistan, bağımsızlığını kazandıktan sonra gelişmiş ülkelerle özellikle, ekonomik anlamda ilişkiler kurarak Orta Asya’nın güçlü devletlerinden biri hâline gelmiştir.
e. TÜRKMENİSTAN Sovyet rejiminin Türkmenistan’da yerleşmesini engellemeye çalışan Türkmenler, Sovyet yöneticilerince çeşitli suçlarla suçlanarak cezalandırıldılar, sürgüne gönderilerek ülkeden uzaklaştırıldılar. Türklerin direnişleri diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu durum Gorbaçov’un devlet başkanı olmasına kadar sürdü. Türkmenistan Komünist Partisi başına getirilen Leningrad Üniversitesinde okumuş Komünist Partisinin her kademesinde görev yapmış olan Sapar Murat Atayeviç Niyazov, önce Türkmenler arasındaki kabilecilik ayrışmasını durdurdu. Türkmen aydınlarıyla işbirliği yaparak Sovyetlerin Türkmenistan’ı sömürdüğünü, aldığından daha az para vererek halkı fakirleştirdiğini yüksek sesle dile getirdi. Ulusal kimliğin simgesi olan Türkmen diline sahip çıktı ve Rusçanın yanında resmi dil olmasını sağladı. 1990’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini %99.5 oy ile kazandı. Rusya’da Sovyet sistemi çökerken Niyazov ,Türkmenistan’ın bağımsızlığı konusunda halk oyuna başvurdu ve halkın %93’ünün bağımsız olmak istediğini, bu oylama ile tespit etti. Nitekim, Türkmenistan Parlamentosu 27 Ekim 1991’de oybirliği ile Türkmenistan’ın bağımsızlığını kabul ederek tüm dünyaya duyurdu. Türkmenistan ekonomisinin temeli doðal gaz ve petrolden oluşur. Türkmenistan Orta Asya Cumhuriyetleri arasında en büyük doğal gaz rezervlerine ve yıllık üretim kapasitesine sahiptir. Özbekistan’dan sonra bölgede en fazla pamuk üreten Türkmenistan’ın ihracatının % 20’sini pamuk oluşturur. Türkmenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan-Türkiye ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmektedir. İki ülke arasında “Ekonomik ve Ticari İş Birliği Anlaşması” imzalanmıştır. Ayrıca Latin alfabesine geçiş, Türkmen öğrencilerin ülkemizde yüksek öğrenim görmesi, Türkmenistan’da ortak okullar açılması gibi çalışmalar yapılmaktadır. Aşkabat’ta bulunan Türkmenistan-Türk Üniversitesi ortak olarak kurulmuştur.
2.Bağımsız Devletler Topluluğu Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), SSCB’nin dağılmasının ardından 21 Aralık 1991’de “Almatı Zirvesi” sonucu 11 cumhuriyetin (Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Moldova, Kırgızistan, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan, Ukrayna) katılımı ile kurulmuştur. Topluluğa kuruluş aşamasında Baltık Devletleri ve Gürcistan katılmamıştır. Topluluğa Aralık 1993’te katılan Gürcistan, 2008 Güney Osetya Savaşı sonrasında Meclis kararı ile 15 Ağustos 2008’de BDT’den ayrılmıştır. Türkmenistan ise 2005’te üyelikten ayrılmış ve Topluluğa gözlemci ülke olarak katkıda bulunmaktadır. Siyasi bir birlik olarak kurulan BDT zamanla üye ülkeler arasında yapılan ekonomik iş birliği ve ortaklık anlaşmalarıyla ekonomik bir özellikte kazanmıştır. Günümüzde BDT, yaklaşık 240 milyonluk nüfusu, dünyanın toplam doğal kaynaklarının % 25’i ve sanayi potansiyelinin % 10’una sahip önemli bir güç merkezi hâline gelmiştir
3.Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) TİKA, 24 Ocak 1992’de başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere; gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle ekonomik, teknik, sosyokültürel ve eğitim alanlarında iş birliğini geliştirmek amacıyla kurulan bir teşkilattır.
C. DOĞU BLOKUNDAN SONRA AVRUPA’DA YENİ ARAYIŞLAR Gorbaçov’un 1985 yılında iktidara gelmesiyle başlayan değişim ve gelişmeler Orta ve Doğu Avrupa’da bulunan SSCB’ye bağlı uydu devletleri de etkiledi ve onları sistem değişikliğine yöneltti. Zaten daha önce 1953’te Çekoslovakya ve Doğu Almanya, 1956’da Macaristan ve Polonya SSCB hegemonyasına karşı ilk başkaldıran uydular olmuşlardı. Doğu Avrupa’daki bütün uydu devletler bağımsızlıklarını kazanmak için önce kendi ülkelerindeki komünist partilerin kontrollerinden kurtulma yoluna gitmişler ve genellikle demokratik eylemler ve seçimler yoluyla bunu gerçekleştirmişlerdir. 1990’da birçok Doğu Bloku ülkesinde halktan da gelen değişim talepleri sonucunda komünist partilerde değişimler yaşanırken, bazıları da kendilerini fesh etme yoluna gitti ve bu ülkelerde çok partili hayata geçildi. Doğu Bloku dağılırken, önce COMECON, sonra da Varşova Paktı’na son verildi (1991). Doğu Blokunun yıkılması, Soğuk Savaşı’n sona ermesine neden oldu. Bu da, 1990’lı yılların başlarında dünyada yeni bir durumun ortaya çıkmasına, aynı zamanda güç dengelerinde yeni gelişmelere ve yapılaşmalara yol açtı. SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan devletlerden bazıları BDT’yi kurarken Doğu Blokuna dâhil bir çok ülke de NATO’ya ve AB’ye üye oldu.
1. İki Almanya’dan Tek Devlete II. Dünya Savaşı’nın sonunda SSCB uydusu olarak kurulan Demokratik Almanya ile Batı Blokuna dâhil olan Federal Almanya’nın birleştirilmesi, Soğuk Savaş Döneminin en önemli sorunlarından biri olmuştu. 1989’da Demokratik Almanya’nın kendi vatandaşlarına ülkeden çıkış vizesi vermesi üzerine on binlerce kişinin Batılı ülkelerin büyükelçiliklerine sığınarak iltica talebinde bulunması, uluslararası bir sorun hâline geldi. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı geçişlere açıldı. İki Almanya arasında gezi ve göç serbestliği başladı. İki kutuplu dünyanın sembollerinden biri olan Berlin Duvarı 14 Ocak 1990’dan sonra yıkılmaya başlandı. Federal Almanya Başbakanı Helmut Kohl’ün iki Almanya’nın birleşmesiyle ilgili olarak, önce sıkı bir iş birliğini sonra da aşamalı şekilde birliği öngören planını SSCB’nin de kabul etmesiyle 3 Ekim 1990’da iki Almanya resmen birleşti. SSCB dağılınca onun yerine Rusya, ordusunun Berlin’de kalan son bölümünü 31 Ağustos 1994’te, Batılı müttefikler de askerlerini 9 Eylül 1994’te geri çekti. 2. Avrupa Ekonomik Topluluğundan (AET) Avrupa Birliğine (AB) 1957’de imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu adını alan Birlik önce malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını amaçlıyordu. 1972’de üye sayısı altıdan dokuza çıkmıştı. 7 Şubat 1992’de imzalanan ve Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği adını aldı. 1995 ve 2004 yılında Birliğe yeni üyelerin katılımı ve üyeler arasındaki ekonomik farklılıklar yeni yapısal programların uygulanmasını zorunlu kıldı. a. Maastricht Kriterleri Söz konusu kriterler şunlardır: - Üyelerin yıllık ortalama enflasyon oranı, en düşük yıllık enflasyona sahip üç üye devletin enflasyon ortalamasını en fazla 1,5 puan geçebilir. - Üye devletlerin bütçe açığı oranı, gayri safi yurt içi hasılasının (% 3’ünü aşmaması gerekir. -Üye devletlerin kamu borcunun, gayri safi yurt içi hasılalarının % 60’ını geçmemesi gerekir. -Her üye devletin uzun vadeli faiz oranı, en düşük orana sahip üç üye devletin faiz oranını en fazla 2 puan aşabilir. -Üye devletlerin ulusal paraları, Avrupa Döviz Kuru mekanizmasının izin verdiği normal dalgalanma sınırları içinde kalmalıdır.
b- Kopenhag Kriterleri Bu kriterlere göre aday ülkeler; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlık hakları ve işleyen bir piyasa ekonomisi alanlarında belirli bir seviyeye gelmiş olmalıdırlar. AB, bu kriterlere uygun gördüğü birçok Doğu Avrupa ülkesini özellikle 2004 yılından sonra tam üyeliğe almıştır.
c. AB ve Dünya Doğu Blokunun yıkılıp yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla güçler dengesinde büyük değişiklikler oldu. Bu durum, uluslararası ilişkileri ve dünyanın yeniden yapılanmasını önemli ölçüde etkiledi. Avrupa’da ortaya çıkan siyasi boşluğu doldurmak adına AB’nin önemi daha da artmıştır. Zamanla büyük bir ekonomik güç hâline gelen AB, uluslararası problemleri çözme konusunda yeterli performansı gösterememiştir.
3.NATO’nun Avrupa’da Genişlemesi Doğu Blokunun yıkılmasından sonra kendi başlarına hareket etme özgürlüklerine kavuşan Doğu Avrupa ülkeleri güvenlik arayışı içine girmişlerdir. Bu ülkeler NATO’ya girerek güvenlik sorunlarını çözmekle beraber ABD ve Batılı ülkelerle siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Bu ülkelerin NATO’ya üyeliği Avrupa’nın tarihî bölünmüşlüğünün üstesinden gelmek için büyük bir adım olarak da kabul edilmiştir. Bu amaçla Ocak 1999’da ilan edilen “Barış İçin Ortaklık (BİO)” (PFP-The Partner Ship for Peace) adıyla bir ortaklık programı uygulamaya konularak NATO ile yakınlaşmaları ve farklı tarihlerde üye olma imkânı sağlanmıştır. Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO Zirvesi’nde, Rusya’nın bütün karşı çıkmalarına rağmen, Ukrayna ve Gürcistan’ın ileride NATO’ya tam üye olacakları karar altına alınmıştır. Ayrıca Arnavutluk ve Hırvatistan 2009’da üye olma hakkı kazanırken Makedonya, Yunanistan tarafından veto edilmiştir. Kıbrıs Rum Yönetimi de katılım için başvuru yapmış fakat Türkiye tarafından veto edilmiştir.
D. TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ 1. Türkiye’nin AB Serüveni
a- Ankara Antlaşması ve Katma Protokol: Türkiye, AET’nin kurulmasından kısa bir süre sonra Temmuz 1959’da Topluluğa tam üyelik için başvurmuştur. 12 Eylül 1963’te Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ancak Ankara Anlaşması, geçiş dönemi hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükleri belirten Katma Protokol (1973) öngörüldüğü şekilde uygulanamamıştır. AB ve Gümrük Birliğinin temsil ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören bir model iken, ülkemizde 1970’li yıllarda içe dönük, “ithalat ikamesi”ne dayalı politikalar uygulanmıştır. b- Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne Giriş: Türkiye, 14 Nisan 1987’de tekrar AB’ye tam üyelik müracaatında bulunmuştur. Süren müzakereler sonunda Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir. c- Avrupa Birliği’nin Genişleme Süreci ve Türkiye: Avrupa Birliği, 1993 Kopenhag Zirve Toplantısı’nda aldığı kararlar uyarınca eski Varşova Paktı ülkeleri olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan bir genişleme süreci başlatmıştır. Türkiye ise genişleme kapsamına alınmamıştır. 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksemburg’da yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyeliğe ehliyeti bir kez daha teyit edilmiştir. AB Komisyonunun 1999’da açıkladığı raporda, Türkiye tam üyeliğe aday gösterilmiş ve ülkemize de somut bir “Katılma Ortaklığı Stratejisi” önerilmiştir. 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye, oy birliği ile Avrupa Birliğine aday ülke olarak kabul edilmiştir. Tarama Süreci: AB müzakerelere başlamamış aday ülkelerin katılım hazırlıklarını hızlandırmak amacıyla tarama süreçlerini uygulamaya koymuştur. Ülkemiz için 13 Kasım 2001 tarihinde hazırlanan 4. İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi’nde, Türkiye’nin gerçekleştirdiği değişikliklere rağmen Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirmemiş tek aday ülke olduğu belirtilmiştir.
E. YENİ OLUŞUM SÜRECİNDE BALKANLAR 1. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Dağılması Birinci Dünya Savaşı′ndan sonra kurulan Yugoslavya, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Makedonya ve Karadağ′dan oluşan federal bir devlet idi. 1980′de Tito′nun ölümü ile cumhuriyetler arasındaki ilişkiler bozulmaya başladı. Temmuz 1989′da Slovenya Parlamentosu bağımsızlığını ilan etti. Bunu Hırvatistan izledi. Bu iki gelişme Yugoslavya parçalanma sürecini hızlandırdı. Mart 1991′de Sırp-Hırvat çatışmaları başladı. Haziran 1991 ′de Yugoslav (Sırp) ordusu Slovenya′ya girdi. 8 Eylül 1991′de ise Makedonya bağımsızlığını ilan etti. Yugoslavya da parçalandı. Hırvatistan, Slovenya, Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsız oldular. Ancak, Bosna-Hersek'te 1992'de çıkan iç savaş 1996'ya kadar sürdü. 27 Kasım 1991′de Bosna-Hersek′in bağımsızlık ilanı ile Yugoslavya′yı oluşturan 6 cumhuriyetten Sırbistan ve Karadağ dışındaki 4′ü bağımsız oldu. Aralık 1991′de, Bosna Hersek′teki Hırvat ve Boşnaklar, bağımsız bir devlet olarak tanınmalarını istedi. Buna karşılık Bosnalı Sırplar da kendi bağımsızlıklarını ilan etti. Avrupa Topluluğu, Slovenya ve Hırvatistan ve Bosna Hersek′i tanıdı. Bosna-Hersek′te Müslüman Boşnaklar ve Hırvatlarla, Bosnalı Sırplar arasında artan gerginlik Mart 1992′de çatışmaya dönüştü. Bosnalı Sırplar, Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç′in desteği ile Bosna-Hersek′te etnik arındırma çalışmalarına başladı. Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç′in öncülüğündeki Sırplar, Bosna-Hersek′teki Boşnak ve Hırvatları acımasızca katletmeye girişti. NATO, Sırp saldırılarını önlemek üzere 10 Temmuz 1992′de Adriyatik Denizi′ne donanma göndermeyi kararlaştırdı. Yugoslavya′nın AGİK üyeliği askıya alındı. NATO Akdeniz Daimi Kuvveti, 15 Temmuz 1992′de Adriyatik Denizi′ne giderek Yugoslavya′ya uygulanan ambargoyu kontrole başladı. Sırp saldırıları uluslararası diplomatik çabalara rağmen durmadı. ABD′nin girişimleri ile bir araya gelen Boşnak ve Hırvat liderler, Mart 1994′te iki kesimli bir federasyonu öngören bir anayasal metni imzaladı. Türkiye, Bosna Hersek′te bulunan BM Barış Gücü′ne bir askeri birlik ile katılarak Temmuz 1994′te Zenica′ya yerleşti. 1994 yılında NATO uçakları BM′nin ilan ettiği uçuş yasağını uygulamaya başladı. Mart 1994′te Bosnalı Müslümanlar ve Hırvatlar anlaşmaya vararak birbirleriyle savaşmaktan vazgeçti. 29 Ağustos 1995 tarihinde Sırp mevzilerini hedef alan NATO askeri müdahalesi başlatıldı. Sırplar uluslararası baskılar sonucu anlaşma masasına oturmaya razı oldu. Bosna Savaşı′nı bitiren Dayton Antlaşması 21 Kasım 1995 Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan cumhurbaşkanları tarafından imzalandı. Antlaşma ile Bosna-Hersek, "Bosna-Hersek Federasyonu" ve "Sırp Cumhuriyeti"nden oluşan bir devlet haline getirildi. Nüfusunun % 75′ini Boşnakların oluşturduğu Srebrenica, 16 Nisan 1993′te BM tarafından, Saraybosna, Tuzla, Jepa, Gorajde ve Bihaç ile birlikte BM Barış Gücü denetiminde güvenli bölge ilan edildi. Temmuz 1995′de komşu bölgelerden kaçan on binlerce Müslüman, 10.000 nüfuslu Srebrenica′ya sığınmak zorunda kalınca nüfus bir anda 60.000′e kadar yükseldi. Sırplar stratejik bir kent olan Srebrenica′yı ele geçirmek için binlerce sivilin sığındığı bu kenti kuşattı. Kente sığınmış kalabalıklar orada bulunan 600 civarındaki Hollandalı barış gücü askerinin koruması altında idi. Sırplar şehri bombalamaya başladı. Sivil halk BM Barış Gücü′ne mensup Hollanda askerlerine sığınmaya çalıştı. Sırplar 11 Temmuz′da şehre girerek Müslümanların silahlarını teslim etmelerini istedi. 12 ile 77 yaş arası bütün erkekler "savaş suçlusu sanıkları sorguya çekme" bahanesiyle ayrıldı. Hollandalı BM barış gücü kendilerine sığınan 5000 Müslümanı Sırplara teslim etti. Buna karşılık Sırplar ellerinde tuttukları 14 Hollandalı askeri serbest bıraktı. 16 Temmuzda BM ile Sırplar arasındaki müzakereler neticesinde Hollandalılar Srebrenica′yı terk etmeye başladı. Sırpların Srebrenica′da ilk beş gün içinde katlettiği Müslüman Boşnak sayısı 10.000 civarındadır. Srebrenica′da kurşuna dizme, yakma, diri diri gömme gibi insanlık dışı birçok yöntem uygulandı. Öldürülen Müslümanların cesetleri sayısı 64′ü bulan toplu mezarlara gömüldü. Cesetlerin çoğu kimliklerinin tespit edilememesi için parçalanmıştı.
Kosova Sorunu Kosova′da yaşayan Sırp ve Arnavut unsurlar, XX. yüzyıl boyunca bölgenin kontrolünü elde etmek için rekabet içinde olmuştur. Miloseviç 1989′da Kosova′nın özerk statüsünü iptal ederek bölgeyi doğrudan Belgrad′a bağladı. Kosova′da binlerce Arnavut ayaklandı. Kosovalı Arnavutlar Temmuz 1990′da bağımsızlıklarını ilan etti. Buna karşın Sırbistan yönetimi de Kosova Meclisi′ni feshetti. Kosovalı Arnavutlara ait kültür kurumları kapatıldı ve Arnavutça eğitime son verildi. 1996′da Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) Sırp devlet görevlilerine yönelik saldırılara başladı. Sırbistan, Şubat 1998′de Kosova′da etnik temizlik başlattı. Yüz binlerce mülteci Kosova′dan kaçmaya başladı. NATO, Sırp hedeflerine Mart 1999′da hava operasyonları düzenledi. Kosova′yı BM idaresine bırakan karar çerçevesinde NATO gücü KFOR bölgede konuşlandırıldı. Sırp birlikleri geri çekilmek zorunda kaldı. Kosova′nın 17 Şubat 2008 tarihindeki bağımsızlık ilanını tanıyan ilk devlet Kosta Rika oldu. ABD ve Avrupalı devletlerin destek verdiği Kosova′nın bağımsızlığını ilk tanıyanlardan birisi de Türkiye′dir. Kosova′nın bağımsızlığını Sırbistan ve Rusya, İspanya, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Romanya ve Slovakya tanımamıştır.
Makedonya Eski Yugoslavya′yı oluşturan altı cumhuriyetten biri olan Makedonya, Yugoslavya′nın dağılmasıyla birlikte 21 Kasım 1991′de bağımsızlığını ilan etti. Yugoslavya döneminde Makedonya′da Türklerle birlikte kurucu millet statüsünde olan Arnavutlar, Makedonya′nın bağımsızlığı ile bu haklarını kaybettiler. Bu nedenle anayasanın değiştirilmesi istendi. Makedonya yönetimi bu istekleri reddederek Arnavutça eğitim ve siyasi temsil hakkı gibi konularda Arnavutların önüne set çekti. Makedonya′nın % 30′unu oluşturan Arnavutlar siyasi ve kültürel hakları için Makedonya yönetimine karşı silahlı mücadeleye başladı. Makedonya′nın bağımsızlığı, BM tarafından 1993 yılında tanındı. BM, isim anlaşmazlığı nedeniyle Makedonya′yı Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti olarak tanımaktadır.
AB - ABD - Rusya ve Balkanlar 1990′larda Balkanlarda yaşanan çatışmalar sırasında oldukça etkisiz kalan Avrupa Birliği, bugün Arnavutluk, Hırvatistan, Bosna, Makedonya ve Sırbistan Karadağ ile siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirme amacına dönük adımlar atmakta ve Balkan ülkelerinin kalkınma projelerini desteklemektedir. ABD bölgede yaşanan bağımsızlık süreçlerini desteklemektedir. En son Kosova′nın Sırbistan′dan bağımsızlığını desteklemiş ve yeni kurulan bu devleti ilk tanıyan ülkelerden birisi olmuştur. Balkanlarda yaşanan gerginlik ve çatışmalarda Sırbistan′ın en büyük destekçisi Rusya′dır. Ruslar Balkanlarda yaşanan ve ABD′nin destek verdiği bağımsızlık sürecinden rahatsız durumdadır.
2. Arnavutluk’ta Demokratikleşme Süreci XV. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine giren Arnavutluk, 1912’de bağımsız oldu. II. Dünya Savaşı’nda İtalyanlar tarafından işgal edilen Arnavutluk Enver Hoca liderliğinde, İtalyan ve Almanlara karşı mücadele verdi ve savaş sonunda Komünist Partisinin yönetimine girdi. Başlangıçta SSCB ile iyi ilişkiler kuran Enver Hoca liderliğindeki Arnavutluk, 1961’de SSCB’den uzaklaştı ve Avrupa’da yalnız kaldı. Bu arada Çin, Adriyatik Denizi kıyısında kendisine bir üs verilmesi karşılığında Arnavutluk’a önemli iktisadi yardımlarda bulundu. Bu gelişmeler Arnavutluk’u Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaklaştırdı. Ancak 1976’da Çin Halk Cumhuriyeti’nde başlayan reformlar bu ilişkileri olumsuz etkiledi ve Arnavutluk Çin’den de uzaklaştı. Nisan 1985’te Enver Hoca’nın ölümünden sonra Ramiz Alia Arnavutluk Komünist Partisi liderliğine ve devlet başkanlığına getirildi. Enver Hoca döneminde dışa kapalı bir politika takip eden Arnavutluk, Aliya döneminin ilk yıllarında aynı politikayı takip etti. Bu yüzden Arnavutluk SSCB’de başlayan değişim rüzgârlarından en son etkilenen devlet oldu. Balkanlarda ve Avrupa’da meydana gelen gelişmeler üzerine Alia, sosyalist rejimi yumuşatmaya yönelik tedbirler almak zorunda kaldı. 1990 başlarından itibaren Arnavutluk büyük bir değişim içine girerek bir dizi reformlar yaptı. Ramiz Alia, dış ülkelerle münasebetleri geliştirerek uzun yıllardır dış dünyaya kapalı olan Arnavutluk’un dış politikasını temelden değiştirdi. Hükûmet, ekonomide liberalleşmeyi kabul ederken dış sermayenin sınırlı da olsa ülkeye girmesine izin verdi. Arnavutluk’ta ilk kez 1992’de iktidar partisinin denetiminde olmakla birlikte çok partili seçimler yapılarak demokrasiye geçiş sağlandı. Son olarak 28 Kasım 1998’de referandumla yeni anayasa kabul edildi. 22 Mart 1992’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti birinci parti oldu. Böylece Sosyalist Parti iktidarına da son verilerek Demokrat Parti liderliğinde bir hükûmet kuruldu. Bunun üzerine Ramiz Alia istifa etmek zorunda kaldı ve cumhurbaşkanlığına Demokrat Parti lideri Sali Berişa seçildi. Arnavutluk’un Avrupa Birliği ve NATO’ya üyelik görüşmeleri sürmektedir.
F.ORTA DOĞU VE AFGANİSTAN’DAKİ GELİŞMELER 1. Körfez Savaşları Irak, borçlarını ödeyebilmek, sanayileşmesini sürdürmek ve askeri yönden yeniden güçlenebilmek için, Kuveyt’in günlük limitten fazla petrol çıkararak kendisini zarara uğrattığı iddiasını öne sürerek bu devletten 24 milyar dolar istedi. Bu isteklerin kabul edilmemesi üzerine Irak birlikleri, 2 Ağustos 1990 günü Basra Körfezi’nin doğusunu ve Kuveyt’teki zengin petrol yataklarını ele geçirerek bölgede daha etkili olma amacıyla Kuveyt’i işgal etti. Kuveyt’in işgali Irak’ı kendileri için bir tehdit unsuru olarak gören İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere bölge ülkelerinin politikalarıyla da uyuşmuyordu. Bu nedenlerle Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan “Körfez Krizi”, aynı zamanda bir dünya sorunu hâline geldi.Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamak amacıyla Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan koalisyon güçlerine ABD ve Avrupa devletlerinin yanında Mısır, Bahreyn, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suriye gibi Arap ülkeleri de destek verdi. BM Güvenlik Konseyi kararına göre koalisyon güçleri 17 Ocak’ta hava saldırısına başladı. Bu saldırılar sonucu Irak, askeri gücünün büyük bölümünü kaybetti. Mayıs 1991’de, 36. paralelin kuzeyini kontrol altında tutmak ve Irak’ın ateşkes koşullarına uyup uymadığını kontrol etmek için uluslararası “Çekiç Güç” kuruldu. Merkezi Türkiye’deki İncirlik Üssü olan bu güç; Amerikan, İngiliz, Fransız ve Türk hava birliklerinden oluşuyordu. 20 Mart 2003’de ABD ve İngiltere Irak’a saldırı başlattı.ABD ve İngiliz kuvvetleri 9-10 Nisan’da Bağdat’a girdi. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, 30 Aralık 2006’da idam edildi. Yapılan uzun çalışmalar sonucunda 13 Temmuz 2003’te “Geçici Irak Yönetim Konseyi” oluşturuldu ve seçimler 30 Ocak 2005’te yapıldı. Celal Talabani cumhurbaşkanlığına seçildi. Hükümetin kurulmasının ardından Ekim ayında anayasa referanduma sunuldu ve kabul edildi. Koalisyon askerleri ise 2003’ten beri işgal ettikleri Irak’tan 31 Aralık 2011 tarihinde geri çekildi ve Körfez Savaşı resmen sona erdi.
2. Filistin Sorunu ve Orta Doğu Barış Görüşmeleri Filistin’deki örgütler İsrail’e karşı 1964’te Yaser Arafat önderliğinde ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı atında birleştiler. a BM, 1974’te FKÖ’yü Filistin’in tek temsilcisi olarak tanıdı. Filistin topraklarında FKÖ’nün yönlendirmesiyle İsrail’e karşı “ayaklanma” (intifada) başladı. Ancak İsrail’in insan hakları ihlalleri dünyada yankı uyandırdı ve İsrail’i uluslar arası kamuoyunda zor durumda bıraktı. 14 Kasım 1988’de Filistin Ulusal Konseyi tarafından “Bağımsız Filistin Devleti” ilan edildi. 1989’da Yaser Arafat FKÖ merkez konseyi tarafından Filistin Devlet Başkanlığına seçildi. 1993’te “Oslo Görüşmeleri” sonunda ise FKÖ İsrail’i, İsrail’de FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdı. İsrail’in BM Güvenlik Konseyi kararlarını ve dünya kamuoyunun tepkisini dikkate almayarak, 2004’te Gazze’ye saldırılarını yeniden başlattı. “Refah Operasyonu” adı verilen saldırılar Yaser Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin Devlet Başkanı olan Mahmut Abbas tarafından İsrail’le ateşkes imzalanması ile son buldu. Yapılan anlaşmaya göre İsrail 2005’te Gazze’deki 21 ve Batı Şeria’da ki dört yerleşim yerinden çekilmeyi tamamladı. 2007 sonlarında İsrail ile Filistin arasında iki devletli çözüm esasına dayanan “Anna Polis” toplantısı yapıldıysa da sonuç alınamadı. 2008 sonlarında İsrail’in muhalif Filistinli örgütleri gerekçe göstererek Gazze üzerine başlattığı saldırılarda çoğunluğu sivil, yüzlerce insan hayatını kaybetti. İsrail son olarak 31 Mayıs 2011 tarihinde Gazze’ye yardım malzemesi götüren “Mavi Marmara” adlı bir bandıralı gemiye uluslar arası sularda askeri operasyon yaparak 9 Türk vatandaşını şehit etti. Tüm dünya tarafından kınanan bu olay sonrası İsrail ile Türkiye ilişkileri koptu. İsrail bu olaydan iki yıl sonra (22.03.2013) Türkiye’den resmen özür diledi ve şehit olanların yakınlarına da tazminat ödemeyi kabul etti.
3. Afganistan’daki Gelişmeler Afganistan’da Şubat 1989’da SSCB birliklerinin çekilmesinden sonra bu durumdan yararlanan Molla Muhammet Ömer liderliğindeki Taliban (öğrenciler) grubu, 1996’da Kâbil merkez olmak üzere ülkenin yaklaşık % 70’ini kontrolü altına alarak İslam Devletini kurdu. Taliban yönetimine karşı olanlar da Ahmet Şah Mesut liderliğinde ülkenin kuzeyinde toplanarak “Kuzey İttifakı” adı altında örgütlendi. 11 Eylül 2001’de ABD’nin Newyork şehrindeki “Dünya Ticaret Merkezi”ne (İkiz Kuleler) ve ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) terör saldırısında bulunuldu. ABD bu saldırılardan sorumlu tuttuğu terör örgütü liderinin Afganistan’da bulunduğunu iddia ederek 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a hava taarruzu başlattı. Hava operasyonları karşısında çaresiz kalan Taliban yönetimi Kasım 2001’de yönetimden uzaklaştırıldı. Afganistan’da Taliban yönetimi yıkılarak yerine Hamid Karzai liderliğindeki hükümet, 22 Aralık 2001’de göreve başladı. Bu hükümetin ülkede güvenliği sağlamasına destek olarak BM Güvenlik Konseyi tarafından Türkiye’nin de aktif rol aldığı “Uluslararası Güvenlik Destek Gücü” (ISAF) kuruldu. 4.Orta Doğu’da Su Sorunu Orta Doğu’nun başlıca su kaynakları: Dicle, Fırat, Asi, Şeria ve Nil nehirleridir. 1970’li yılların başlarından itibaren Türkiye’nin GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi)’ı uygulamak üzere çalışmalara başlaması, Dicle ve Fırat nehirlerinden yararlanan Suriye ve Irak tarafından tepkiyle karşılandı. Bu gelişme Suriye ve Irak başta olmak üzere Arap devletlerinin sert tepkisi ile karşılandı. Böylece Dicle ve Fırat’ın sularının kullanımı ve paylaşılmasından doğan “su sorunu” ortaya çıktı. Türkiye ise, Fırat Nehri’nden, Suriye’ye saniyede 500 metreküp su bırakmayı kabul etti. Ayrıca Fırat ve Dicle’nin suyunu Arap Yarımadası’na kadar akıtacak “Barış Suyu Projesi”ni ortaya attı. Türkiye’nin su sorununu aşmaya yönelik çalışmaları Suriye’nin paylaşım stratejisi nedeniyle bir sonuç vermedi. Ayrıca Fırat Nehri üzerinde “Birecik Barajı”nın yapılmaya başlanması Suriye’nin, Dicle üzerinde “Ilısu Barajı”nın yapılması Suriye ve Irak’ın tepkilerine sebep oldu.
G. DÜNYADAKİ GELİŞMELER
1. Bilimsel ve Teknolojik Gelişmelerin Etkileri Son 25 yıl içinde bilimsel ve teknolojik gelişmeler hızla devam etmektedir. Yeni teknolojileri geliştiren ve kullanan ülkeler diğerlerine göre çok daha etkili ve güçlü bir duruma gelerek dünya ticaretinde ön plâna çıkmıştır. Örneğin Japonya önemli bir askerî güce sahip olmamasına rağmen kullandığı ileri teknoloji sayesinde dünyanın önde gelen güç merkezlerinden biri durumundadır. Yüksek teknoloji ile yapılan sanayi üretimlerinde hem daha az iş gücüne ihtiyaç duyulmakta hem de daha ucuz ve kaliteli ürün elde edilebilmektedir. Günümüzde insanları etkileyen, bilimsel alanda devrim niteliğindeki en önemli gelişme “nanoteknoloji”dir. Nanometre; bir metrenin milyarda biri ölçüsünde bir uzunluğu temsil eder. Bu teknolojinin ana teması bir maddenin bir mikrometreden küçük bir ölçüde kontrolüdür ve yine bu uzunluk ölçüsünde cihazların üretimidir. Nanoteknoloji, makine yapımında, tıp, elektronik, tarım, fizik, havacılık, uzay araştırmaları, çevre ve enerji üretimi başta olmak üzere birçok alanda yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu teknoloji sayesinde çok küçük makineler yapılabildiği gibi “akıllı” malzemeler üretilerek beyin damarlarının, dişin vb. içine yerleştirilebiliyor. Nanoteknoloji ürünü chipler (çip) ve özel donanımlar ile canlı organizmalar uzaktan kontrol edilebilmektedir. Günlük hayatımıza kadar giren nanoteknoloji ile oluşturulan ürünler arasında kir tutmayan duvar boyaları, küvet ve lavabolar; kirlenmeyen, ıslanmayan ve ütü gerektirmeyen kumaşlar, bakteri ve mikropları öldüren filtreler ve çeşitli yüzeyler, el ve yüz kremleri, mantarları ve bakterileri öldüren çoraplar yer almaktadır. Ayrıca nanoteknoloji kullanılarak birçok tarım ürününün gen yapısı değiştirilip daha fazla verim alma ve çürümelere karşı daha dayanıklı ürünler elde etme çalışmalarında önemli başarılar sağlanmıştır. Gelişmiş ülkelerde nanoteknoloji özellikle kalp ve beyin hastalıklarının tedavisinde ve ilaç sektöründe de kullanılmaktadır. Klasik yöntemle ilaç kullanımında, mide, karaciğer, beyin vb. organlar zarar görebilmektedir. Nanoteknoloji ile yapılan tedavide, ilaç nano kapsüllere yüklenip şırınga ile sadece hasta bölgeye gönderilmekte ve kapsüller patlatılarak tedavi yapılmaktadır. Tıp dünyasında yeni bir dönem başlatan 1954’teki ilk başarılı böbrek nakli sonrasında organ ve doku nakliyle ilgili çalışmalar özellikle 1980 sonrasında daha da hız kazanmıştır. Günümüzde artık birçok organın nakli başarı ile gerçekleştirilmektedir. Organ nakli bekleyen insanların ihtiyacını karşılayacak kadar sağlıklı doku ve organ vericisinin bulunamaması bilim adamlarını laboratuar ortamında doku ve organ üretmek çalışmalarına yöneltti. Bu konuda nano parçacıklar kullanılarak birçok başarılı çalışma yapıldı. Bunların içinde dünyada en fazla ilgi çeken çalışma ise 1996’da “Dolly” adı verilen koyunun kopyalanması oldu. Bu tarihten sonra dünyanın birçok ülkesinde başta koyun olmak üzere birçok hayvanın kopyalanması çalışması yapıldı. Ülkemizde de 2007 yılında “Oyalı” adı verilen ilk koyun kopyalandı. Canlıların kopyalanması soyları tükenmekte olan canlı türlerinin soylarının devamı, doku ve organ nakli ile hastaların tedavi edilmesi imkanı sunmuştur. Fakat bu olumlu yönlerinin yanında olumsuz olarak da kullanılabileceği düşüncesi bütün dünyada yoğun tartışmalara neden olmuştur. Bu nedenle özellikle insanın da kopyalanması fikri etik bulunmadığı için dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde yasaklanmıştır. Özellikle 1990’lardan sonra dünyada İnternet kullanıcı sayısı hızla arttı. “Dünya ve Türkiye İnternet Kullanımı 2007” adlı rapora göre, 1992 yılında dünyada İnternete bağlı bilgisayar sayısı bir milyon iken 2008’de 1 milyar 115 milyona ulaşmıştır. Türkiye, 26,5 milyon etkin İnternet kullanıcı sayısıyla dünyada 13. sırada yer almaktadır. Bilgisayar teknolojisinin kültürel çalışmalarda da kullanımının yaygınlaşmasıyla film sanatında “elektronik sinema” önem kazandı. Video pazarının da gelişmesiyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma imkânı buldu. Bunun sonucu olarak bağımsız yenilikçi sinema canlandı ve yönetmenler sıra dışı, yenilikçi tasarıları gerçekleştirdiler. Bu dönemde müzikte ise bateri eşliğinde ve klavye ile yapılan elektronik seslerle tanışıldı. Amerikalı pop yıldızları Madonna ve Michael Jackson bu türün öncülüğünü yaptılar ve bunu büyük bir sektör hâline getirdiler. Film CD ve DVD’leri ile müzik albümlerine insanların gösterdiği yoğun ilgi emek harcamadan gelir elde etmeyi amaçlayanlar tarafından oluşturulan “korsan” sorununu da gündeme getirdi. Son yıllarda geliştirilen normal DVD’lerden daha kaliteli ses ve görüntü özellikleri sunan, kopyalanamayan “Blu-ray teknolojisi” film ve müzik sektöründe korsan sorununa çözüm olarak görülmektedir. Askerî teknolojide “komuta hiyerarşisi” yerine “ağ kurgusu” öne çıkmıştır. Küresel hedef bulma sistemi, lazer tarayıcılar, dijital iletişim, yerleşik bilgisayarlar gibi insan hatasını en aza indiren teknolojiler gelişti. Algılama ve uzaktan vurma teknolojisi sivil zayiatı azaltacak şekilde nokta hedeflere akıllı mühimmat kullanımını artırmıştır. Körfez Savaşı’nda akıllı mühimmat kullanımı % 10 iken, Kosova Harekâtı’nda % 30, Afganistan ve Irak’ta ise % 70-80’lere çıkmıştır. Bilgi teknolojilerinin kullanımı ile devletlerin ne zaman, nerede, ne yaptıkları her seviyede görülebilir hâle geldiğinden cephe savaşı tarihe karışmış, savaşlar zaman, mekân ve kullanılan vasıtalar bakımından çok boyutlu hâle gelmiştir. ABD ile SSCB arasında 1957’de SSCB’nin ilk yapay uyduyu fırlatmasıyla başlayan uzay araştırmaları yarışı, Soğuk Savaş Döneminde iki ülke arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası hâline gelmişti. Yumuşama Döneminde ise çalışmalar daha çok uzayı ve diğer gezegenleri tanımaya yönelik olarak devam etti. ABD başta olmak üzere birçok devlet gönderdikleri uzay araçları ile önemli çalışmalar yaptı. ABD ve SSCB ortak uzay araştırmaları yapmaya başladı. 1990’da Venüs yüzeyine inilerek araştırmalar yapıldı. 1994’te ise Venüs yüzeyinin haritası çıkarıldı. Günümüzde uzay araştırmalarının yoğunlaştığı konu ise dünya dışında, uzayda insanların yaşayacağı gezegenler olup olmadığıdır. Özellikle Mars gezegeni üzerinde çalışmalar artmıştır. En son ABD’ye ait Anka Kuşu (Phoenix) adlı uzay aracı 26 Mayıs 2008’de Mars toprağında hayat iziyle ilgili delil aramak amacıyla gönderilmiş ve 90 gün boyunca inceleme yaparak dünyaya çok önemli bilgiler göndermiştir. Uzay aracının Mars yüzeyinde yaptığı toprak analizlerinde canlıların yapıtaşı olan karbon elementinin bulunamamasına rağmen, su bulunması umut verici bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Bütün devletlerin uzay araştırmalarında kullanabileceği bir “Uluslararası Uzay istasyonu” fikri 1998 yılında inşaatın başlamasıyla gerçekleşme aşamasına gelmiştir. Yapımı devam eden istasyonun 2011’de tamamlanması planlanmaktadır. Bütün bu gelişmelerin yanısıra 1986’daki Çernobil kazası çevre sorunlarına duyarlılığı da arttırmıştır. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri; yağ kullanımını azaltmak, çöpleri yeniden işlemek, su ve enerji tüketiminde tutumlu davranılmasını sağlamak için “yeşil dostu” politikalar izlemeye başlamışlardır. Yeşilliğin ön plana alındığı yerleşme ve konut projeleri hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Bu projelerde rüzgar gücü, güneş enerjisi ve dönüştürme teknikleri gibi çevresel enerji kaynaklarından daha çok faydalanılma yoluna gidilmiştir. Mimarlık alanında gelişmeler doğa dostu, çevreye zarar vermeyen kendine yeterli yapılarla “yeşil mimarlık” adı verilen yeni bir anlayışı da ortaya çıkarmıştır. 1980’lerden sonra bilim alanındaki gelişmelerin spor alanında uygulanması sonucu “spor bilimi” daha fazla önem kazanmaya başladı. Özellikle sporcuların beslenmesinden antrenman programlarına kadar bir çok alanda bilimsel gelişmelerin kullanılması bu dönemde çok sayıda dünya ve olimpiyat rekorlarının kırılmasında etkili olmuştur.
2. Küreselleşme ve Küreselleşmenin Etkileri Son yıllarda sanattan spora, kültürden ekonomiye kadar her alanda en fazla duyulan kelimelerin birisi de “küreselleşme”dir. En yalın anlamıyla küreselleşme, “Endüstriyel genişlemeye ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak siyasi, kültürel ve ekonomik düzeydeki çok yönlü toplumsal ilişkilerin dünya çapında yaygınlaşması” olarak tanımlanmaktadır. 1980’li yıllarla birlikte başlayan küreselleşme süreci, 1990’ların başlarında Doğu Blokunun dağılmasıyla hız kazanmıştır. Devletin ekonomideki ağırlığı azalmış, özelleştirme artmış, uluslararası ticaret ve çok uluslu şirketler yaygınlaşmıştır. Küreselleşme ile dünyadaki geniş kapsamlı siyasi ve ekonomik değişmeler sınır tanımadan bütün dünyayı etkisi altına almıştır. 2008 yılının ekim ayında ABD’de meydana gelen ekonomik krizin dalgalar hâlinde yayılması bunun en son örneğidir. 206. sayfadaki tablo, bu krizin dünyanın önemli borsalarına etkisini göstermektedir. Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, fertleri daha fazla çalışmaya sevk ederek toplumları rekabete itmiştir. Bu gelişme, yeni haberleşme araç ve malzemelerinin hayata geçmesi ve bilgi iletişim imkânlarının yaygınlaşması ile daha da hızlanmıştır. Özellikle iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler ülkeleri ekonomiden siyasete kadar pek çok alanda birbirlerine yakınlaştırarak dünyayı adeta “küresel bir köy”e dönüştürmüştür. Uydu teknolojisinin sınır ötesi yayıncılığa sağladığı kolaylıklar, dünyanın en ücra köşesindeki bir toplumun varlığından, kültüründen daha ayrıntılı bir şekilde haberdar olma imkânı sağlamaktadır. Ülkeler arası haberleşme ağlarının yaygınlaşması, kültürler arası etkileşime yeni bir ivme kazandırarak dünyadaki kültürel akışı hızlandırmıştır. Bilgi ve kültürün dünya ölçeğinde paylaşımı İnternet yoluyla hızlı bir şekilde sağlanmıştır. Küreselleşmeyle birlikte ekonomik yönden ülkelerin önemli bir kısmı, birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin Rusya’da yaşanan bir kriz Türkiye’den bu ülkeye ihracat yapan birçok firmayı olumsuz etkilemiştir. Büyük ölçekli şirketler dünya çapında etkisini artırırken bazı yerel yatırımcıların sayıları azalmıştır. Küreselleşmenin etkisiyle sinema, müzik, spor, sanat vb. birçok faaliyet uluslararası bir boyut kazanmıştır. Film yapımcılarının hedefi, başta Oscar (Oskar) olmak üzere uluslararası yarışmalarda başarılı olmak ve yüksek ekonomik kazançlar elde etmektir. Sporda da dünya şampiyonaları ve olimpiyat oyunlarının yapıldığı ülkelere giden milyonlarca insanın sağladığı ekonomik gelir ve canlı yayınlarla elde edilen reklam imkânı sporun önemini bir kat daha arttırmaktadır.
H.DEĞİŞEN DÜNYA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI
1.RUSYA FEDERASYONU 2.KAFKASYA « Kafkaslar Türkiye′nin uluslararası dış politikalarına etkisi yanında, bölgedeki Türk unsurlar nedeniyle ile iç politikasında da önemli rol oynamaktadır. Orta Asya′da bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye′nin temasının sağlanmasında Kafkaslar adeta bir köprü vazifesi görmektedir. « Kafkasların bir barış kuşağı ve Rusya ile bir tampon bölge teşkil etmesi Türkiye için önemlidir. Gürcistan ile iyi ilişkiler kuran Türkiye, Ermenistan ile de ilişkilerini normalleştirmeye çalışmaktadır. Türkiye Azerbaycan′ın komşuları ile olan sorunlarının çözülmesine yardımcı olmak için çaba harcamaktadır. « Kafkaslar, coğrafi yakınlık, ekonomik işbirliği imkanları ve doğal kaynakları nedeni ile Türkiye için önemli bir ilgi alanı durumundadır. Türkiye bölge ülkelerinin birbirleriyle ve uluslararası sistemle ekonomik ve siyasi yönden bağlarını artırmasına çalışmaktadır. Bakü Tiflis Ceyhan Petrol Boru Hattı Türkiye′nin bölgedeki etkinliğini son yıllarda artıran bir başka gelişmedir.
3.ORTA ASYA TÜRK CUMHURİYETLERİ Türkiye, SSCB′nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile Turgut Özal′ın dinamik dış politika yaklaşımı sonucunda siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdu. Ancak 1990′ların ikinci yarısından itibaren Orta Asya ülkeleri ile olan ilişkiler yeterince güçlendirilememiştir. 2000′lerden itibaren iç politikada istikrar sağlayan ve komşularıyla sorunlarını en aza indiren Türkiye, yeniden Orta Asya′ya olan ilgisini artırdı. Türkiye-Orta Asya ilişkileri tekrar güçlenme sürecine girdi. Orta Asya′da Türkiye′nin önceliği yeni devletlerin istikrar ve kalkınmasının sağlanmasıdır. TİKA bu bağlamda önemli bir misyon üstlenmiştir. Enerji ve ticaret yollarında etkili olmaya çalışan Türkiye, bugün bölge enerji kaynaklarını dünya pazarına güvenle ulaştırmak için bir alternatif olmaya çalışmaktadır. Son dönemde artan ziyaret trafiği ve bölgeye yönelik faaliyetler Türkiye Orta Asya ilişkilerinin gelişeceğine kanıt olarak gösterilebilir.
4.ORTA DOĞU Türkiye, Osmanlı Devleti′nin yıkılarak Yeni Türk Devleti′nin kurulması sonrasında Orta Doğu′ya yönelik mesafeli bir yaklaşıma sahip olmuş, Batı′ya dönük bir devlet politikası geliştirmiştir. Orta Doğu ile olan ilişkiler 1980′li yıllarda dışarıya açılma çalışmalarıyla yeniden canlandırıldı. Türkiye′nin Orta Doğu ülkeleri ile ilişkileri Körfez Krizi, PKK sorunu Filistin, İsrail anlaşmazlığı, su sorunu gibi ana başlıklar altında toplanabilir. Uzun yıllar gergin seyreden Türkiye-Suriye ilişkileri Hafız Esad′ın yerine geçen Beşşar Esad döneminde hızla gelişmiştir. Son dönemde ise bozulmuştur. Türkiye′nin Irak′la olan ilişkilerinde 1990′da Irak′ın Kuveyt′i işgali belirleyici oldu. Türkiye, Körfez Krizi′nde sırasında ABD yanlısı bir politika sergiledi. ABD′nin 2003 yılında Irak′ın işgali, Irak konusunu Türkiye için daha da hassas bir hale getirmiştir. Türkiye, İsrail-Arap anlaşmazlığında uzun yıllardır Arap tezlerini desteklemekte, ancak İsrail ile işbirliğini de sürdürmektedir. Türk hükümetleri Filistin sorununda arabulucu rolü üstlenmeye çalışmaktadır. Arap dünyası ile Türkiye′nin siyasi ilişkiler her geçen gün güçlenmekte, Türkiye′nin bölge ülkeleri ile ticaret hacmi hızla artmaktadır.
5.BALKANLAR Doğu Blokunun dağılması süreci Balkanlar da yeniden şekillendirmiştir. Türkiye, tarihi ve kültürel bağları nedeniyle bu bölgeyi yakından izlemekte ve Balkan toplumlarının barış ve istikrar içinde yaşaması için bölgede aktif rol oynamaktadır. Türkiye Bosna Hersek, Kosova, Makedonya sorunlarının çözüme kavuşturulması sürecinde de aktif rol almıştır. Türkiye, Bulgaristan′ın NATO üyeliğini desteklemekte ve iki ülke arasındaki ilişkilerin aynı ittifak içinde daha da üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Yunanistan ile olan ilişkilerin geliştirilmesi için de çaba harcanmaktadır.
6. KIZILAY’IN YURT DIŞI YARDIM FAALİYETLERİ 1868′de "Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti" adıyla kurulan Kızılay, 1877′de "Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti", 1923′de "Türkiye Hilali Ahmer Cemiyeti", 1935′te "Türkiye Kızılay Cemiyeti" ve 1947′de "Türkiye Kızılay Derneği" adını almıştır. Kızılay, Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Topluluğu′nun temel ilkelerini paylaşır. Bunlar; insaniyetçilik, ayrım gözetmemek, tarafsızlık, bağımsızlık, hayır kurumu niteliği, birlik ve evrensellik ilkeleridir. Kızılay, tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi, yardım ve hizmetleri karşılıksız olan ve kamu yararına çalışan bir gönüllü sosyal hizmet kuruluşudur. Türk Kızılay’ı, ülke içindeki pek çok doğal afette aktif roller üstlendiği gibi, yurt dışında yaşanan savaş ya da doğal afetlerde sivil halkın göreceği zararları asgariye indirebilmek amacıyla da çalışmalar yapmıştır. Son yıllarda gerçekleştirilen bu faaliyetlerden bazıları şunlardır: Pakistan: 29 Ekim 2008 tarihinde meydana gelen deprem üzerine bölgeye ulaşan Türk Kızılayı 120 ailenin barınabileceği 180 yaşam biriminden oluşan 10 oba kenti bölgeye gönderdi. Gazze: 2009 yılı başında İsrail′in Gazze Şeridi′ne yönelik olarak gerçekleştirdiği hava saldırılarının ardından Gazze′ye ilaç ve gıda gibi insani yardım malzemesi ulaştırılmıştır. Lübnan: Temmuz 2006′da İsrail′in Lübnan′a yönelik hava saldırıları sonrasında Türk Kızılayı bölgeye 23 tır, 1 kargo uçağı ve 1 gemi dolusu insani yardım malzemesini 6 parti halinde bölgeye ulaştırmış, 5 milyon dolar değerindeki barınma, gıda ve sağlık malzemelerinden oluşan insani yardım ihtiyaç sahiplerine dağıtılmıştır. Ayrıca Lübnan′da savaştan dolayı okulların gördüğü büyük hasar sonucunda, binlerce okul çağındaki çocuk eğitime ara vermek zorunda kalmış, bu yönde hazırlanan proje kapsamında, Türk Kızılayı Lübnan′ın savaştan etkilenmiş farklı yerleşim merkezlerinde, 37 adet prefabrik okulun inşasını gerçekleştirmiştir. Irak: Irak′ta yaşanan savaş sonrasında bölge insanının yaralarını sarmak üzere çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Çad: Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Çad, Türk Kızılayı′nın çalışmaları sonucunda uluslararası standartlarda bir eczaneye kavuşturuldu. Bağışlarla çalışan eczanede ücretsiz ilaç dağıtılmaktadır. Endonezya: Aralık 2004′te meydana gelen deprem ve arkasından oluşan tsunami, 13 ülkede 280.000 kişinin ölümüne yol açtı. Müdahale planları çerçevesinde yurt çapında bir yardım kampanyası başlatıldı. Türk Kızılayı Ekipleri, Endonezya, Tayland ve Sri Lanka′ya hareket etmiş, Açe′ye ulaşarak insani yardım operasyonu başlatmıştır. Endonezya′da köylere temiz su sağlamak için çalışmalar yapılmıştır. Açe′de bulunan ve tsunamiden etkilenen Zeynel Abidin Hastanesi Pediatrik Yoğun Bakım ünitesi tekrar işler hale getirilmiştir.
7.TÜRK ORDUSU VE DÜNYA BARIŞI Somali: Somali′deki gruplar arasında yaşanan düşmanlığın durdurulması ve insani yardımlar için güvenli bir ortamın sağlanması amacıyla, BM′nin 19931994 tarihleri arasında gerçekleştirdiği operasyonlara 300 askerle katılan Türkiye, bir süre de barış gücünün komutanlığını yürüttü.
Arnavutluk: BM′nin Arnavutluk′a yardımlarla ilgili kararı doğrultusunda İtalya liderliğindeki çokuluslu gücüne katılan TSK, bir deniz piyade taburuyla Nisan 1997′den itibaren yardım faaliyetlerinde bulundu. Türk birliği Arnavutluk′taki Türk vatandaşlarının tahliye edilmesinin ardından 1 Ağustos 1997′de Türkiye′ye döndü. Bosna-Hersek: Türkiye, Bosna-Hersek′te insani yardım harekatı için emniyetli bölgelerin korunması maksadıyla kurulan BM Koruma Kuvveti′nde (UNPROFOR) yer aldı. TSK 19931995 tarihleri arasında 1400 askerden oluşan bir alayla bölgede konuşlanırken, Dayton Anlaşması sonrasında barış gücünü takviye etti. Kosova: Türk Silahlı Kuvvetleri, Kosova′da silahlı çatışmalar karşısında NATO′nun 24 Mart 1999 tarihinde başlattığı hava harekatına 10 adet F16 uçağıyla destek verdi. Türkiye, Kosova krizine çözüm bulunması amacıyla oluşturulan 42 bin kişilik güce de bir mekanize piyade taburuyla katıldı. Arnavutluk ve Makedonya: Türkiye, Makedonya ve Arnavutluk′a yönelik mülteci akınlarının ardından, Arnavutluk′ta görevlendirilen AFOR′a 1999′da bir sahra hizmet bölüğüyle katıldı. TSK, Makedonya′daki çokuluslu tugaya Ağustos 2001 ′de bir bölük timiyle katıldı. Afganistan: Türkiye, ABD′deki terörist saldırılara karşı başlatılan "Sürekli Özgürlük" harekatına katıldı. Afganistan′da barışı sağlamak üzere oluşturulan Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti′nde (İSAF) yer alan TSK, Haziran 2002′de ISAF′ın 2. dönem kuvvet komutanlığını devraldı. Yaklaşık 1300 kişilik birliği Afganistan′a intikal ettiren TSK, Şubat 2003′e kadar Kabil ve çevresinde görev yaptı. Eğitim, sağlık, şehir suyunun iyileştirilmesi, idari yönetimin desteklenmesi ve altyapı konularında birçok projeye imza attı. Afgan Milli Muhafız Taburu′na eğitim veren TSK, Afgan bakan ve üst düzey devlet personelinin korumasını yapacak 794 korumanın eğitimini başarıyla gerçekleştirdi.
İ. 1980 SONRASI TÜRKİYE
1. Siyasi Gelişmeler 1987’de yapılan referandum ile 12 Eylül askerî müdahalesi sonucunda siyaset yasağı konan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’in siyasi yasakları kalktı. Kasım 1987 seçimlerinden ANAP yine birinci parti olarak çıktı.31 Ekim 1989’da TBMM kararıyla cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın yerine Yıldırım Akbulut başbakan oldu. Turgut Özal’ın 1993 yılında ölümü ile Süleyman Demirel cumhurbaşkanı oldu. Süleyman Demirel’in yerine Tansu Çiller DYP genel başkanı ve Türkiye’nin ilk kadın başbakanı oldu. AB ile “Gümrük Birliği Anlaşması” imzalandı.1995 ile 2001 yılları arasında Türkiye’yi Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümetleri yönetti. Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini sağlamak için önemli çalışmalar yapılırken hazırlanan “Ulusal Program” çerçevesinde AB’ye uyum yasaları çıkarıldı. Mayıs 2000’de Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçildi. 2002, 2007 ve 2011’de yapılan seçimlerde tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin kurduğu hükümet ülkeyi yönetmektedir.
2. Kültürel Gelişmeler ve Sosyal Hayat 1980’li yıllarda arabesk müziğin de etkisiyle nispeten durgun bir dönem geçiren Türk Pop Müziği, Sezen Aksu, Erol Evgin ve Barış Manço gibi isimlerle birlikte 1990’dan sonra özellikle gençler tarafından ilgiyle takip edilmiştir. Tarkan ile daha geniş kitlelere ulaşan Türk Pop Müziği, Sertab Erener’in 2003 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanmasıyla uluslararası alanda da önemli bir başarı kazanmıştır. Mazhar-Fuat-Özkan (MFÖ) müzik grubu da halkın yoğun ilgisini çekmiştir. Türkiye’de ilk renkli televizyon yayını 1984’te başladı. 1990’da ilk özel televizyon kanalının açıldı. Bu dönemde çekilen birçok yerli film, beğeni ile izlendi ve uluslararası film festivallerinde ödüller aldı. Nuri Bilge Ceylan “Üç Maymun” adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı gibi film Oscar ödüllerine de aday gösterilmiştir. Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması edebiyat alanında en önemli uluslararası başarı olmuştur. Bu dönemde ülkemizde görülen toplumsal gelişmelerin en önemlilerinden biri de eğitim alanında olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığının başlattığı “Haydi kızlar okula”, “Ana-kız okuldayız” ve sivil toplum kuruluşlarının başlattığı kampanyalar sayesinde kız çocukların ve kadınların eğitime daha fazla katılmaları sağlanmıştır.
Bu Dönemde Diğer Önemli Gelişmeler 1993 yılında Türkiye’de ODTÜ’den ilk internet bağlantısının kurulması ve bilgisayar kullanıcılarının sayısının hızla artması, özellikle genç nüfus üzerinde çok etkili oldu. Türk sporu 1980’lerin sonlarından itibaren uluslararası alanda büyük başarılar elde etmiştir. Naim Süleymanoğlu’nun 1988 Seul Olimpiyatları’nda altın madalya kazanmasıyla başlayan süreç, birçok branşta olimpiyat madalyaları kazanılmasıyla devam etmiştir. En çok altın madalya Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu başta olmak üzere halterci sporcular tarafından kazanılmıştır.1992 Barselona Olimpiyat Oyunlarında Mehmet Akif Pirim grekoromen güreşte 24 yıl aradan sonra şampiyon olmuştur. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda Türkiye son 36 yılın en başarılı sonucunu elde ederek, oyunları 4 altın, 1 gümüş ve 1 bronz madalyayla kapadı..Türk Millî Futbol Takımının 2002 Dünya Şampiyonası’nda ve 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda 3. olması millî takım düzeyinde en önemli başarılardır.
3. Ekonomik Gelişmeler 1980’den sonra ekonomi önceki dönemlere göre büyük bir değişim gösterdi. 24 Ocak 1980’de alınan kararlar Türk ekonomi anlayışında bir dönüm noktası oldu. Bu kararlara göre ödemeler dengesini düzeltmek, enflasyonu düşürmek, serbest piyasa ekonomisine geçmek ve ihracata yönelik üretimi teşvik etmek temel önceliklerdi. ihracatı artırmak için özel sektöre düşük faizli kredi verilmesi, vergi iadesi ve ucuz döviz bulmada yardım gibi kolaylıklar sağlandı. 1980’lerin sonuna gelindiğinde artık yabancı sermaye girişi ve ihracat artmıştır. Dış ticaret tabloları incelendiğinde ihracat ürünleri içinde sanayi ürünlerinin ağırlığının artmaya başladığı ve enflasyon oranlarının düştüğü görülür. Fakat yine de dış ticaret açığı kapatılamamıştır. İ997, 1998, 2001 ve 2008 yıllarında yaşanan ekonomik krizler Türk ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak ve dış ticaret açığını kapatabilmek için İMF (Uluslararası Para Fonu) ile anlaşmalar imzalanmıştır. Ocak 2005’ten itibaren Türk lirasından altı sıfır silinmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin temel şartlarından biri olan devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırmak için Özelleştirme Yüksek Kurulu gibi kurumlar kuruldu. Merkez Bankası, hazırlanan kanunlarla hükümetlerin bankalar üzerindeki etkisini ortadan kaldıracak bağımsız bir yapıya kavuşturuldu. Yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi için teşvikler verildi. Devletin ekonomideki etkisini en aza indirmek için özelleştirme büyük bir hız kazandı. İhracat teşviklerine devam edildi. Sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki oranı % 94,2’ye kadar yükseldi. İhracatın artması, turizmin gelişmesi ve turizm gelirleri döviz sıkıntısının azalmasını sağladı. Küreselleşmenin etkisiyle ithalat büyük bir hızla arttı. Dış ticaret açığı günümüzde de en önemli problemlerinden biri olmasına rağmen Türkiye ekonomisi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girmiştir. Temel hedefi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi halkının hayat standardını yükselterek diğer bölgelerle arasındaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırmak, tarımda verimliliği ve iş imkânlarını artırarak millî kalkınma hedeflerine katkıda bulunmak olan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi), çok sektörlü, bütünleşmiş ve sürdürülebilir bir kalkınma projesidir. Ülkemizin öz kaynaklarıyla yapılmakta olan proje, gelecek kuşaklar için kendilerini geliştirebilecekleri bir ortam yaratılmasını amaçlayan sürdürülebilir insani kalkınma felsefesi üzerine kurulmuştur. Kalkınmada adalet, katılımcılık, çevrenin korunması, istihdam, mekânsal planlama ve alt yapının geliştirilmesi GAP’ın temel stratejileridir. Projenin büyük bir kısmı bitirilmiştir. Kalan kısmı için çalışmalar devam etmektedir.
4. Toplumsal Sorunlar a. Terörizm Terör, büyük çaplı korku veren ve bireylerde yılgınlık yaratan bir eylem durumunu ifade etmektedir. Terörizm ise siyasi amaçlar için mevcut durumu yasa dışı yollardan değiştirmek amacıyla örgütlü, sistemli ve sürekli terör eylemlerini kullanmayı bir yöntem olarak benimseme durumudur. Günümüzde uluslararası çıkar mücadelelerinde terör faaliyetleri ön plana çıkmıştır. Terörizmin, hız kazandığı dönemlerle uluslararası sorunlar arasında yakın bir ilişki olduğu görülmektedir. Terörizm, siyasi bir mücadele aracı olarak bir ülkenin bir başka ülkeyi zayıflatması ve istikrarını bozması için de kullanılmaktadır. Son 25 yıl içinde Türk toplumunu en fazla etkileyen olay kuşkusuz ki terördür. Türkiye’deki terör faaliyetlerinin ortak amacı devletin üniter yapısını bozarak millî birlik ve beraberliği ortadan kaldırmaktır. Terörizmin amacına ulaşmada seçtiği yöntemlerden bazıları; halkı veya hedef bir topluluğu korkutarak dehşete düşürmek, düzene karşı olan güçleri harekete geçirmek, kamuoyunu yönlendirmek, hedef ülkenin ekonomisine zarar vermek, vb.dir. Terör örgütleri kamuoyuna seslerini duyurabilmek için propaganda yapmakta ve amaçlarına hizmet edecek her türlü olayı istismar etmektedir. Önemli kişilere suikast eylemleri düzenlemek, vatandaşlara yönelik katliamlara başvurmak, rastgele seçilmiş merkezlere bomba yerleştirmek ve intihar eylemleri bu örgütlerin en sık kullandığı yöntemlerdir. Terörle mücadelenin oldukça yüklü bir maliyeti bulunmaktadır. Ülkelerin gelişimi ve ekonomisine yönelik harcaması gereken paraları terörle mücadele alanına kaydırma zorunluluğu, ekonomik açıdan ülkenin kaynaklarının verimli alanlarda kullanılmasının engellenmesi terörizmin amaçlarındandır. Terör örgütlerinin başlıca finans kaynakları: Silah, insan ve uyuşturucu madde kaçakçılığı, gasp, hırsızlık, fidye, haraç, çeşitli yayınlardan elde edilen gelirler ve dış desteklerdir. Terörü önlemek için öncelikle terörün ekonomik ve insan kaynaklarını yok etmek gerekir. Terör örgütlerinin hedef kitlesi durumunda bulunan çocukları ve gençleri örgütlerin propagandalarına karşı korumak için ülkedeki eğitim düzeyi yükseltilmeli ve terör örgütlerinin zararlı faaliyetlerine karşı gençler bilinçlendirilmelidir. Terör örgütlerinin istismar sebepleri ortadan kaldırılmalıdır. Teröre destek veren veya onlara imkânlar sağlayan devletlere uluslararası yaptırımlar uygulanması için girişimlerde bulunulmalıdır. Komşu ülkelerle de iş birliği yapılarak terörizmin yurt içi ve yurt dışı bağlantıları kesilmelidir. b. 17 Ağustos Depremi Sonunda Ortaya Çıkan Sorunlar 17 Ağustos 1999’da meydana gelen 7,4 büyüklüğündeki depremin merkez üssü, İzmit’ in 12 km. güney doğusunda, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde bulunmaktadır. Deprem, kentleşme ve nüfus yoğunluğunun fazla olduğu, önemli endüstri tesislerinin bulunduğu İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bolu, Bursa, Zonguldak, Eskişehir ve Yalova illerinde can ve mal kaybının oldukça fazla olmasına sebep olmuştur. Depremin yaşandığı bölgede, Türkiye’nin çeşitli illerinden göç eden insanların bulunması depremin etkilerini yurt geneline yaymıştır. 17 Ağustos depreminin sanayi tesislerine zarar vermesi; iş gücü, üretim ve ihracat kaybı Türk ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Devlet Plânlama Teşkilatı tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 7 Eylül 1999 tarihli raporla ekonomik kayıp 9-13 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Tabloda da görüldüğü gibi çok sayıda bina hasar görmüştür. Depremden etkilenen insanlar uzun süre yaşadıkları korku ve acının psikolojik etkilerini üzerlerinden atamamışlardır. Depremden sonra devletimiz depremzedeler için önce geçici, sonra kalıcı konutlar yapmıştır. Yeni çıkarılan kanunlarla zorunlu deprem sigortası mecburiyeti getirilmiş, imar alanları ve ruhsatları daha sıkı kontrol altına alınmıştır. Arama ve kurtarma birimlerinin sayısı artırılmıştır.
İ. KÜRESEL SORUNLAR
1. Küresel Isınma Bir seranın cam ile kaplı çatı ve yan duvarlarına çarpan güneş ışınları sera camından kolayca içeri girer. Ancak, sera içindeki cisimlere çarpan ışın enerjisi, ısı enerjisine dönüşür ve dalga boyları değişir. Bu dalga boyundaki ısı enerjisinin sera dışına çıkmasını camlar engeller ve geriye yansıtır. Böylece güneş ışığı geldiği sürece sera ısınmaya devam eder. Seranın içiyle dışarısı arasında büyük sıcaklık farkı oluşur. Bu fiziksel olaya “sera etkisi” denir. Fosil yakıtlar olarak adlandırılan doğal gaz, petrol ve kömürün yanmasıyla açığa çıkan gazlara sera gazları denir. Yukarıdaki metin yola çıkarak sera gazları denilen karbondioksit, kloroflourkarbonlar, metan, ozon ve azotoksit küresel ısınmayı sizce nasıl etkiler? Yandaki şekil incelendiğinde sera gazlarının seralardaki camlar ile aynı işleve sahip olduğu görülür. Sera gazları, Sera Etkisi güneşten gelen ışık ışınlarının yeryüzüne ulaşmasına ve ısıtmasına izin verirler. Fakat ışık ışınlarının yere çarparak ısı enerjisine dönüşmüş hâlinin atmosfere dönmesine izin vermezler. Normalde geceleri soğuması gereken yeryüzü ve atmosferin yere yakın katmanları yeterince soğumaz. Sıcaklığın yüksek olması atmosferdeki su buharı miktarını da artırır. Su buharı da yeryüzünün daha fazla ısınmasına yardımcı olurken yeryüzünde sıcaklık, normal değerlerin üstüne çıkar. Sanayi inkılâbı ile başlayıp II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan enerji ihtiyacı günümüzde giderek artmaktadır. Fosil yakıtlar olarak adlandırılan “kömür, petrol ve doğal gaz” dünyanın bugünkü enerji ihtiyacının % 75’ini karşılamaktadır. Yapılarında karbon (C) ve hidrojen (H) bulunan bu yakıtlar kullanıldıklarında atmosfere bol miktarda karbondioksit (CO2) salmaktadır. Küresel ısınmaya neden olan gazlar içinde en etkili olan karbondioksitin, 1958’ten itibaren % 9 artması dünyanın iklim dengelerini bozmuştur. Karbondioksit başta olmak üzere havayı kirletin gazların yağışlarla yeryüzüne inmesi su ve toprak kirliliğinin önemli nedenlerinden olmuştur. Küresel ısınmada etkili olan gazlardan kloroflourkarbonlar ise günümüzde buzdolabı, klima, sprey, yangın söndürücü ve plastik sanayinde kullanılmakta olup bu ürünlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Küresel ısınmanın etkisinin XXI. yüzyılda yoğun olarak görüleceği, buzulların erimesiyle denizlerin su seviyelerinin yükseleceği bilinmektedir. İnsanların büyük bir kısmının yaşadığı dünyanın tarımsal üretim deposu olan kıyı ovalarının sular altında kalacağı bilim adamları tarafından açıklanmaktadır. Ayrıca iklimlerde değişmeler olacağı, kuraklık ve su ihtiyacının artacağı, bazı yerlerin çölleşeceği, yağışların dengesizleşeceği ve 2025 yılı itibariyle dünya nüfusunun yarısının susuzlukla mücadele etmek zorunda kalacağı tahmin edilmektedir. 2050’ye kadar ise bitki ve hayvan türlerinin dörtte birinin yok olacağı ve bu durumun doğal dengeyi geri dönülemez şekilde bozacağı ifade edilmektedir.
KÜRESEL ISINMANIN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ
Çevre ve Orman Bakanlığının isteğiyle İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından hazırlanan, “Türkiye için İklim Değişikliği Senaryoları” başlıklı rapora göre; 2070’te Türkiye genelinde sıcaklıkların 6° C yükselmesi beklenmektedir. Bu durumda Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu kesimlerinde sıcaklık yükselmeleri etkili olacaktır. Karadeniz Bölgesi’nde yağışlar da % 20 civarında artarken güneyde ise % 30 civarında bir azalma görülecektir. Türkiye’de kar yağmadığı kışlar görülürken beklenmedik zaman ve yerlerde kar yağabileceği tahmin edilmektedir. Ülkemizde enerji üretimi ve sulamada çok önemli bir yere sahip olan Fırat ve Dicle nehirlerinin havzalarında yağışlar azalacak. Ekosistemlerinde meydana gelecek değişme sonucu ülkemizdeki birçok canlı türü de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Kyoto Protokolü Küresel ısınma bir veya birkaç devletin çabası ile çözülebilecek bir sorun olmaktan çok bütün devletlerin iş birliği ile çözülebilecek bir sorundur. Bunun için “BM iklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine (BMİDÇS) bir ek niteliğindeki “Kyoto Protokolü” hazırlanmıştır. Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde görüşülmeye başlayan Protokol, Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye 30 Mayıs 2008’de Protokolü imzalayacağını açıklamış ve 13.05.2009’da imzalamıştır.
2. Çevre Kirliliği Canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen, doğal çevrede zararlı etkiler meydana getiren yabancı maddelerin hava, su ve toprakta normalin üzerinde birikmesi olan çevre kirliliği, günümüzde yaşanan en önemli sorunlardan biridir. Doğal çevrenin ve kaynakların sınırsız olmadığını unutan insanlar yüzyıllar boyunca doğal kaynakları tüketme ve kirletme yoluna gitmişlerdir. Özellikle son elli yıl içinde binlerce canlı türünün yok olması, doğal dengenin bozulmasının ortaya çıkardığı hastalıklar ve insanlara verdiği zararlar yoğun bir şekilde görülmeye başlanınca bazı tedbirler alma yoluna gidilmiştir. Ancak çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi konusunda hâlâ ortak bir bilinç oluşmamıştır. Çevre kirliliğini genel olarak hava, su, toprak ve gürültü kirliliği olarak sınıflandırabiliriz. Yeryüzündeki su kaynaklarının ancak % 1’i kullanılabilir tatlı su kaynağıdır. Son yıllarda küresel ısınmanın etkisiyle dünyada meydana gelen kuraklık, su kaynaklarının çok daha fazla önem kazanmasını sağladı. Günümüzde milyonlarca insan yeterli ve temiz su kaynakları bulamadığı için ölmekte veya salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Tatlı su kaynakları yanında tuzlu su kaynakları da iklimin dengeli bir şekilde devamı için gereklidir. Tuzlu sularda yaşayan canlılar doğal dengenin korunması için son derece önemlidir. Evlerden, sanayi tesislerinden, maden işletmelerinden sulara sürekli zararlı atıklar karışmaktadır. Tarımda kullanılan ilaçlar ve gübreler kirlenmeyi daha da artırmaktadır. Canlı yaşamı için çok önemli olan bir diğer doğal kaynak topraktır. Nüfusun hızla arttığı, kullanılabilir toprak miktarının ise sürekli azaldığı dünyamızda 1 cm kalınlığında toprak tabakasının oluşabilmesi için yüzlerce yıl geçmesi gerekir. Verimli toprakların sulara katılan veya havaya salınan zararlı maddelerle kirlenmesi, yanlış sulama, erozyon vb. nedenlerle hızlı bir şekilde yok olması dünyada açlık tehlikesini büyük boyutlara ulaştırmıştır. Fosil yakıt kullanımı sonucu hava kirliliğine sebep olan birçok madde asit yağmurlarıyla yeryüzüne inerek suyu ve toprağı kirletmektedir. Yeterli fosil yakıt bulunmayan birçok ülkenin nükleer enerjiye yönelmesi, nükleer atıkların toprağa gömülerek saklanması, nükleer santrallerde meydana gelen kazalar (Çernobil gibi) çok geniş alanlarda hava, su ve toprağı kirletmektedir. Doğal çevrenin yok olması beraberinde uzun yıllar süren hastalıkları da getirmiştir. Çernobil’de meydana gelen kazadan sonra bütün dünyada nükleer enerji tartışma konusu olmuştur. Nükleer enerjiye karşı olanlar yasaklanmasını isterken, taraftar olanlar gerekli tedbirler alındığında enerji ihtiyacının ancak böyle bir kaynakla karşılanabileceğini savunmaktadır. Fosil yakıtların ve nükleer enerji kullanımının olumsuz sonuçlarının görülmesi üzerine bir çok gelişmiş ülkede güneş, rüzgâr, dalga enerjisi gibi farklı enerji kaynaklarının kullanımı için çalışmalar hız kazanmıştır. Gürültü kirliliği ise şehirlerde yaşayan insanların önemli sorunlarından birisi olup sağlık problemlerine ve iş verimliliğinin düşmesine neden olmaktadır.
3.Nüfus Artışı ve İşsizlik 1650’lerde 500 milyon olan dünya nüfusu 2000’lerde 6 milyara yükselmiş ve her yıl bu nüfusa yaklaşık 97 milyon insan katılmaktadır. Günümüzde dünya nüfusunun sadece 1 milyar kadarı gelişmiş ülkelerde yaşarken, geri kalan 5 milyardan fazla insan, az gelişmiş veya geri kalmış ülkelerde yaşamaktadır. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı ortalama % 0,5-1 arasında değişirken az gelişmiş ülkelerde % 2, geri kalmış ülkelerde % 2,5-3 civarında gerçekleşmektedir. Bu durum dünyayı çözülmesi zor sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Hızlı nüfus artışı gelişmekte olan ülkelerde, kaynakların yetersiz, kalkınma çabalarının sonuçsuz kalmasına, ekonomik ve sosyal sorunların artmasına neden olmaktadır. Gelişmiş ülkeler ise bu artışın dünyanın sosyo-ekonomik dengelerini ve istikrarını bozabileceği endişesini taşımaktadırlar. BM’nin raporlarına göre, ülkelerin nüfus artışları mevcut hızıyla devam etmesi hâlinde dünya nüfusunun 2030 yılında 10 milyara yaklaşacağı ve bunun 8,4 milyarının düşük ve orta gelir grubu ülkelerde, 1,6 milyarının gelişmiş ülkelerde yaşayacağı tahmin edilmektedir. Bu durumda beslenme, temiz su ihtiyacı, işsizlik, trafik ve haberleşme önemli sorunlar olarak ortaya çıkacaktır. Bu sorunları aşmak için; modern tarım yöntemleri kullanmak, planlı şehirleşme yapmak, nüfus artışını yavaşlatmak, var olan kaynakları verimli şekilde kullanmak gerekmektedir. Dünyada nüfus artışı ile aynı hızda iş imkânlarının oluşturulamaması, hatta teknolojik gelişmeler sayesinde iş gücüne duyulan ihtiyacın her gün biraz daha azalması, işsizlik tehlikesini ön plana çıkarmıştır. İşsizlerin toplam nüfus içindeki oranı azalmasına rağmen, işsiz kişi sayısındaki artış devam etmektedir. 2008 yılında dünyada yaşanan ekonomik krizin işsiz sayısını daha da artıracağı tahmin edilmektedir.
4. Yetersiz Beslenme ve Açlık Sanayi inkılabından sonra tarımda makineleşme, gübreleme, ilaçlama ve sulama imkânları gibi gelişmeler, tarımsal üretimdeki verimliliği büyük oranda artırmıştır. Yeryüzünde tarıma elverişli topraklar sınırlı olmasına rağmen verimlilik artışları sayesinde birim araziden elde edilen ürün miktarı büyük oranda artırılabilmektedir. Buna son zamanlarda gen mühendisliği alanında kaydedilen gelişmeler de eklendiğinde yeryüzündeki kaynakların israf edilmeden kullanılması ile bugün yeryüzünde açlık diye bir sorunun olmaması gerekir. Oysa günümüzde yeryüzünün birçok bölgesinde hızla büyümekte olan bir açlık sorunu vardır. Dünyadaki açlık sorununun giderek büyümesinde ve bu konudaki endişelerin artmasında küresel iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve bölgesel anlaşmazlıklardan doğan çatışmalar etkilidir. Yapılacak bazı fedakârlıklarla açlık sorununu büyük ölçüde hafifletmek mümkün görünmektedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2015 yılına kadar dünyada açlık çeken kişi sayısını yarı yarıya azaltarak 800 milyondan 400 milyona indirmek için 24 milyar dolara ihtiyaç olduğunu bildirmiştir. Bu rakam her yıl silahlanmaya harcanan yüzlerce milyar doların yanında çok küçük bir rakamdır. Uluslararası Barış Enstitüsü (SlPRI), yayınladığı 2001 silahlanma raporunda kişi başına yıllık 137 dolar, toplamda ise 722 milyar doların silahlanmaya harcandığı ve silahlanma yarışının gittikçe hız kazandığı belirtiliyor. Açlık sorununun çözümünde önemli bir faktör açlık nedenlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenlerin ortadan kaldırılması için birkaç devletin çabası yeterli olmayacağından uluslararası iş birliği yapılması ve açlık sorunu yaşayan ülkelere destek verilmesi gerekir. Dünyada yoksulluk ve açlıkla mücadele için Dünya Gıda Programı (WFP), FAO, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO),Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD) çalışma yapmakta ve projeler üretmektedir. Hızlı nüfus artışı ve yeryüzünde tarıma uygun alanların sınırlı olduğu düşünüldüğünde açlık sorununun çözümü için son zamanlarda önerilen en önemli çözüm yollarından biri biyo-teknolojidir. Biyoteknolojik yöntemlerle, kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikroorganizmalar elde edilebilmektedir. Dünyada günümüze kadar 170 bitki türünde çalışılarak toplam 2.672 adet gen yapısı değişime uğramış bitki çeşidi geliştirilmiştir. Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi en fazla genetik çalışma, tahıllar üzerinde yapılmıştır. Gen teknolojilerinin uygulamaları açlık sorununa çözüm olabileceği düşüncesiyle birçok ülke tarafından desteklenmektedir. Bazı ülkeler ise biyoteknolojik yöntemlerle ürün elde edilmesine, ürünlerin insan sağlığına olan olumsuz etkileri nedeniyle karşı çıkmaktadır. Biyoteknolojik yöntemlerle günümüzde en çok mısır, soya, pamuk ve kanola üretilmektedir.
5. Uluslararası Terör Son yıllarda dünyada uluslararası güvenlikle ilgili en önemli sorun terördür. Buna rağmen, terör olarak kabul edilen eylemler konusunda devletler arasında ortak bir fikre varılamamıştır Uluslararası politik dengeler ve ülkelerin çıkarları fikir birliğine varılamamasında önemli bir etken olmuştur. Özellikle terörist örgütler listesi oluşturmak devletler arasında pazarlık konusu edilmiştir. Bunun temel nedeni ise uluslararası bir terör tanımının bulunmamasıdır. Uluslararası bir terör tanımının yapılamaması terörü yasaklayan genel bir uluslararası anlaşmanın hazırlanmasını da engellemektedir. BM’nin teröre bakış açısı, Genel Kurulun 1994’te yayınladığı deklarasyondaki “Politik sebeplerle yapılan, toplumun tamamında veya bir bölümünde korku ortamı yaratacak cezai eylemler; siyasi, felsefi, ideolojik, etnik, ırksal, dinî veya herhangi bir gerekçe ile haklı gösterilemez.” hükmü ile ortaya konmuştur. 20. yüzyılın sonlarına kadar terörist eylemlerin karakteristik özeliği genellikle devlet adamlarını hedef almasıdır. Avusturya-Macaristan veliahtı Ferdinand’ın, ABD Başkanı John F. Kennedy’nin ve Hindistan Başbakanı Indira Gandhi’nin öldürülmesi bunlara örnektir. Yeni dönemde terörizm de küreselleşmiştir. Terör örgütleri, internet ve uydu telefonu gibi modern iletişim araçlarıyla haberleşerek kitlesel tahribata yol açacak silahlarla dünyanın her tarafında eylem yapabilen terör ağlarına dönüşmüştür. 1990’lı yıllarda terörist faaliyetler çok fazla insanı hedef alan bir yapıya bürünmüştür. 11 Eylül saldırıları sonrasında, uluslararası terör, eylemlerini kişiler yerine sembol hedeflere yöneltmiştir. Örneğin 1992’de Asya kıtasında meydana gelen 17 terör eyleminde can kaybı 25 iken, 1995 yılında meydana gelen 16 eylemde can kaybı 5.639 kişidir. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne uçaklarla yapılan saldırılarda 2.974 kişi hayatını kaybetmiştir. Küreselleşme ile birlikte terörizmle mücadele, devletler için tek başlarına yürütebilecekleri bir politika olmaktan çıkmıştır. Bu doğrultuda devletler, terörizmle mücadelede uluslararası kuruluşlar bünyesinde daha fazla iş birliği yapmaktadır. Ancak sürekli yeni yöntemler geliştiren terörün güncellenmeyen yasalarla önlenmesi mümkün olmamaktadır. Bunun için geniş kapsamlı bir terörle mücadele anlaşması gerekmektedir.
6. Salgın Hastalıklar Küreselleşen dünyamızda çok sayıda insan uzak mesafelere sık sık seyahat etmektedir. Böylece herhangi bir salgın hastalık kısa sürede yayılarak küresel bir salgına dönüşmekte, dünyayı tehdit eden önemli sorunlardan biri hâline gelmektedir. Yeni salgın hastalıkların yanında tüberküloz, kolera, veba ve sıtma gibi daha önceden bilinen bazı hastalıkların çeşitli ilaçlara ve antibiyotiklere karşı direnç geliştirmesi bu hastalıkların da tehlike yaratmasına neden olmuştur. Bunun yanında tropikal hastalıklar hâlâ büyük bir tehlike olmaya devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütüne göre; uzun ve maliyetli bir süreç olan yeni ve etkili ilaçların geliştirilmesi, hastalıkların yayılma hızına ayak uyduramamaktadır.
Dünyada son 25 yıl içinde etkili olan salgın hastalıklardan bazıları:
a. AIDS 1981’de ABD’de keşfedilen AIDS için hâlen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi yoktur. AIDS’ten korunmak için hastalığa sebep olan HIV adlı ölümcül virüsün yayılmasını önlemek tek yoldur. Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hâle getirmektedir. Bu durum basit bir enfeksiyonun bile ölümcül hâle gelmesine sebep olmaktadır. insan vücuduna giren virüsün yok edilmesi ya da vücuttan atılması mümkün değildir. BM “AIDS ile Mücadele Programı”nın 2006 yılı raporuna göre; dünyada HIV taşıyanların sayısı 39,5 milyon olup, yılda 4,3 milyon kişi AIDS hastalığına yakalanmaktadır. Raporda ayrıca, AIDS’e yeni yakalananların % 40’ının 15-24 yaşındaki gençler olduğuna dikkat çekilmektedir. AIDS cinsel ilişki ve kan yoluyla bulaşan bir hastalıktır.
b. Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı İlk olarak 1944’te Kırım’da tanımlandığı için Kırım Kanamalı Ateşi adı verilen hastalık, 1956’da Kongo’da da ortaya çıkınca “Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi” adını aldı. Kenelerden bulaşan Nairovirüs adı verilen bu virüsün sebep olduğu hastalık 2002’den itibaren Türkiye’de de görülmeye başlandı. Sadece 2008’de 55 vatandaşımız bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetti.
c. Kuş Gribi Kanatlı hayvanlarda toplu ölümlere yol açan ve H5N1 virüsünün insanlarda meydana getirdiği hastalığa “kuş gribi” adı verilmiştir. 1997’de Çin’deki kuş gribi salgını sırasında hastalığın insanlarda ölüme sebep olduğu tespit edilmiştir. Virüs, yaklaşık her 10 yılda bir yapısını değiştirerek ülkeler ve kıtalar arasında yayılan salgınlara neden olmaktadır. Türkiye gibi göçmen kuşların göç yolları üzerinde bulunan ülkelerde yayılma hızı daha yüksektir. Genellikle kanatlı hayvanlarda bulunan bu virüs, hasta hayvanlar ya da virüslerin bulaştığı araç-gereçle temas, yeterince pişirilmeyen et ve yumurtalardan insana bulaşmaktadır.
d. SARS (Akut Solunum Yolu Yetmezliği Sendromu) İlk defa 2003’te Asya, Kuzey Amerika ve Avrupa’da saptanan SARS’ın nedeni henüz bilinmemektedir. Kuluçka dönemi 2 ile 7 gün arasında olan hastalığın belirtileri (öksürük, ateş, titreme, baş ağrısı vb.) bulaşıcılığın da başladığı gösterir. Hastalığın temel yayılma yolu öksürüktür. SARS’lı hastanın öksürerek ya da hapşırarak havaya damlacıklar saçması ve başka birinin onları soluması yoluyla yayılır.
e. Hepatit Karaciğerde meydana gelen iltihabi reaksiyon Türkiye’de yaygın olarak sarılık olarak tanımlanır. Ancak ülkemizde de hepatit denilince yaygın olarak hepatit B anlaşılır. Virüsler (hepatit B, hepatit C …), bakteriler, çeşitli ilaçlar, uzun süreli alkol kullanımı ve çeşitli endüstriyel maddelere (karbon tetraklorür gibi) uzun süre maruz kalmak hepatite yol açabilir. Hastalık sonucu karaciğerde hassasiyet, büyüme ve iltihap ortaya çıkar. Virüslerle ortaya çıkan hepatit bulaşıcıdır ve karaciğerde kalıcı hasarlara sebep olur. Hepatit cinsel ilişki ve kan yoluyla bulaşır.
f. Sıtma Hastalığa sebep olan parazitin dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Teşhisi kolay, tedavisi ve korunması mümkün olan sıtma hastalığı çok eski zamanlardan beri bilinmektedir. Yeryüzünde belirli bölgelerde yaygındır. Orta ve Güney Amerika, Afrika ülkeleri, Orta Doğu, Afganistan, Pakistan ve Hindistan, Japonya dışındaki Uzak Doğu ülkelerinde sıtmaya yaygın biçimde rastlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü ve BM Çocuk Fonu 2005 yılı raporuna göre bu hastalık, başta Afrika olmak üzere dünyada 1 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açmaktadır.
g. A(H1N1) Virüsü (Domuz Gribi) A(H1N1) adı verilen virüsün neden olduğu hastalık domuz gribi olarak adlandırılmaktadır. Bu şekilde adlandırılmasının sebebi, hastalığa sebep olan virüsün domuzlarda görülen grip virüslerine çok benzemesidir. Aslında bu yeni virüs insan, domuz ve kuşlarda gribe neden olan virüslerin bir karışımıdır. A(H1N1) insandan insana öksürme, hapşırma ve virüsün bulunduğu alanlara temas edilmesiyle bulaşır. Diğer grip virüsleriyle aynı şekilde yayılmakta ve benzer belirtiler (Ani ateş, kas ağrısı, boğaz ağrısı ve kuru öksürük vb.) göstermektedir.
HAZIRLAYAN: ARİF ÖZBEYLİ
www.tariheglencesi.com youtube kanalı: tariheglencesi
|
26494 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |