• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
KANUN-I ESASİ - RÜŞTÜ VE MİTHAT PAŞALAR

KANUN-I ESASİ - RÜŞTÜ VE MİTHAT PAŞALAR

 

   Abdülaziz Han bahadır ve iyiliksever bir padişah idi. Kara ve de­niz kuvvetlerinin düzenlenmesi ve çoğaltılmasına özel bir özen göster­diği gibi Mısır ve Avrupa seyahatlerinde eğitim ve medeniyetin ilerlemelerini kendi gözüyle izlemiş olduğundan Osmanlı Devleti’ne de girmesini arzu ederdi. Bu yüksek dileklerinin evvelkileri gerçekleşti(l) ise de takip fikrini ortadan kaldıran bazı sebeplerden dolayı yararlı so­nuçları pek az elde edebildi. Âli ve Fuad paşaların hizmetleri bu husus­ta kâfi gelmedi. Sonraları padişahın Mahmut Nedim Paşa’ya kapılması uğursuz sonuçlar doğurdu. Uygulanan usuller, yeteri kadar ıslahatın meydana gelmesine engel ve esaslı surette değiştirilmeye muhtaç idi. Hayırlı Tanzimat’ın yönetime getirdiği yenilikleri asıl hükümete kabul ettirmek ve uygulamak mümkün değildi.

   Meşrutiyet sözcüğü monarşik idareler tarafından her memleket­te ve tarihin her döneminde bir korkulu rüya gibi kabul edilmiş ve hü­kümdarları korkuta gelmiştir. Bu korku fikri iyi ahlaklı olarak yaratılmış hükümdarlarda bile az çok tabii olmakla beraber daha çok yakınları ve etrafındakiler tarafından aşılanır ve kuruntuya düşürülür. Çünkü istib­dattan faydalanan hükümdarın kendisinden fazla etraftaki peyklerdir. En eski meşruti devlet olan İngiltere’de kralların ne kadar mesut ve milletleri nazarında ne derecede büyük ve yüce olduğu meydanda ve meşruti hükümdarların mutlak hükümdarlardan daha az şerefli ve mevki bakımından daha aşağı olmadığı görülmektedir. Osmanlı Devleti tara­fından meşrutiyet rejiminin uygulanması vaz geçilmez bir zorunluluk olarak kabul edildiği takdirde-“meşrutiyet verilmez alınır” formülün­den vazgeçilse bile-Abdülaziz Han’ı kandırmak mümkün olur mu idi? Benim görüşüme göre bu gerçekleşme anında Âli ve Fuad paşalar sağ olsalar ve elbirliği ile gerçekten ve samimi şekilde girişimde bulunsa­lar, padişah bozguncu sözlerden kurtulmuş olsa gönlünü yapmak müm­kündü. Fakat ne yazık ki bu şartların üçü de yoktu. Özellikle Âli Paşa zaten meşrutiyete taraftar olmadığı gibi ölümünden sonra iş büsbütün çığırından çıkmış ve öyle bir girişimi göze alacak ve sonuçlandıracak ve sözünü yürütecek devlet adamı kalmamıştı. Padişahın kor­kunç hiddeti de buna engeldi.

   Bundan dolayı Rüştü, Mithat ve Hüseyin Avni paşalar(*) kabi­nesi ya meşrutiyeti veya Sultan Abdülaziz’i feda etmek yollarından bi­rine öncelik vermek zorunluğunu duydular. Bazı kişisel kinlerin de karışmasıyla tahttan indirmek yoluna gittiler.

   Tahttan indirmekten asıl maksat meşrutiyeti kurmaktı. Hüseyin Avni Paşa kaza kurşununa hedef oldu. Sultan V. Murad’ın hastalığı meydana çıktı. Saltanat Atabeyi durumunda bulunan Mütercim Rüştü Paşa tabiatı ve yaşlılığından dolayı fazla kararsız ve ürkek idi. İşi başa çıkarmak Mithat Paşa’nın gayret ve fedakarlığına kalıyordu. Hüseyin Avni Paşa sağ olsa askerlik kibirinden dolayı Mithat Paşa’ya ne kadar yardımcı olacağını tahmin edemiyorum. Tahttan indirme olayından üç dört gün sonra ortalığı eski hamam eski tas gören Harb Okulu kuman­danı Süleyman Paşa(3) “emrine Beşiktaş muhafızlığı ile Beyoğlu tarafı kumandanlığı da eklenmişti” seraskere (Hüseyin Avni Paşa’ya) “Eski hakanın ne suçu vardı, eğer ıslahat olarak bir şey yapılmayacak ise ben onu tekrar tahta çıkarırım” dediği zaman duyulmuştu(**).

    Hersek ihtilâli şiddetini artırdığı gibi etrafa sıçramak meylini gös­termekte ve mali sıkıntı en zor bir döneme girmekte idi. Padişahı taht­tan indirmekten beklenilen fayda ve iyilikleri halka tattırmak lâzımdı. Kılıç alayı için sokaklarda yapılan hazırlıklar lüzumsuz yere bekliyor­du. Padişah olmasından evvel halkın sevgi ve yakınlığını kazanmış olan Sultan Murad’m durumu kaygı ve hüzün verici idi. Elçimiz Arifi Paşa aracılığı ile tedavi için Viyana’dan getirtilen uzman hekim eğer hasta herhangi bir kimse olsa Viyana’ya götürerek tedavi ile iyileşmesinin mümkün olabileceğini, fakat hükümdar olması dolayısıyla tedavisi ve iyileşmesinin çok zor olduğunu söylemişti(4). Doksan üç gün sonra o da tahttan indirilerek; padişahlık nöbeti kardeşi ikinci Sultan Abdülhamid’e geçti.

Beyit

Doksan üçte doksan üç gün padişah-ı mülk olup

Göçtü matemgahına Sultan Murad namurad(***)

   Adı geçen padişah aklı başına geldiği anlarda tekrar tekrar “mil­lete hürriyet verildi mi, ben millete hürriyet isterim” gibi sözler söyle­diği sözüne güvenilir kişiler tarafından anlatılmıştır.

Tahttan indirmelerin ve intihar (Sultan Abdülaziz’in intihan) ve öldürme (Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi) olaylarının devam etme­si ve Hersek ihtilâlinin uzaması ve dış politikanın kötüleşmesi(5) ve mali zorluklardan dolayı halk ve hükümet huzursuzdu. Bununla beraber meş­rutiyetin hazırlanmasına ve düzenlenmesine iyi niyet ve ciddiyetle baş­landı. Kanun-ı Esasi (Anayasa) deyimi bulunarak gerekli maddelerini görüşmek ve yazmak üzere bilgili ve aydın kişilerden oluşan bir ko­misyon kuruldu.

   Server Paşa ve sudurdan Seyfettin Efendi, Çamiç Ohannes ve Odyan efendiler ile Namık Kemal Bey bu komisyonda idiler(6).

   Komisyon Bâb-ı Âli’de ve akşamlan Fındıklı’da Server Paşa ko­nağında toplanarak dört beş ay içinde Kanun-ı Esasiyi meydana getirdi.

   Kanun-ı Esasinin bir kere de meclis-i vükelada (Bakanlar Kurulu’nda incelenmesi ve padişaha sunularak yüksek onayının alınması uzu­yordu. Anlaşılan Mütercim Rüştü Paşa ayak sürüyordu(7). 0 zaman sadrazamlık müsteşarı bulunan Said Efendi merhumdan duyduğuma göre odasına bir gün Mithat Paşa gelip yeni kanunun (Anayasa) fayda­sından ve değerinden ve gecikmesinden doğacak iç ve diş zararlardan ve bir an önce uygulamaya konulması lüzumundan bahsederek bu gö­rüşlerini sadrazama ulaştırmasını rica etmiş; Said Efendi de uygun bir dil ile bildirmiş, mütercim de “Paşamız akılsız bir adamdır, aceleye ge­tirerek hazırlattığı o kanun evvela kendi başını yiyecektir” cevabını vermiş(8).

     Nihayet Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlıktan çekildi ve yerini Mithat Paşa’ya bıraktı. Sultan II. Abdülhamid Kanun-ı Esasiyi kabul ve onaylayarak Hatt-ı Hümayun ile Bâb-ı Âli’ye gönderdi. (7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876). Bâb-ı Ali’nin deniz tarafındaki alanına(9), Devlet Şurasının balkonu önüne bir kürsü konmuştu. Fermanın gelmesini bek­leyen birçok halk birikti. Hava yağmurlu idi. Ben erken gidenlerden­dim, kürsünün yanında idim. Kalabalık dolayısıyla itilip kakılmaktan ve şemsiyelerin çarpışmasından gelenler hayli rahatsız oldu. Mabeyn başkâtibi Said Bey(10) Hatt-ı Hümayunu (padişah fermanı) getirdi ve âmedci Mahmut Celaleddin Bey (Paşa)(11) okudu. Bundan sonra Mit­hat Paşa Allah’a şükür ve övgü, padişaha teşekkür ve hayır dua etti. Sesinin titremesi hâlâ kulağımdadır. Paşanın sesini yalnız bu fırsatla işitmişimdir. Toplar atılarak memnunluk ve sevinç belirtildi.

   Öğretmenlik hâtırası olarak(12) şunu bildireyim ki Mahmut Bey (Paşa) Hattı-ı Hümayun’da bulunan mulen kelimesini tef’il babından(13) mulin diye okudu. Kendisini tanımıyor ve iyi kitabet bilgisi ile şöhret kazandığını bilmiyordum. Öğretmen olduğum Mahrec-i eklamda (öğ­retmenler odasında bu yanlışlığını ve ef’al babından okunması gerekti­ğini söyledim. Dil ve gramer öğretmenleri bana hak verdiler. Mahmut Bey’in kulağına gitmiş. Sonradan kendisi ile tanışıp da ara sıra görüş­tüğümüzde, dikçe bir söz söylediğim zaman “Şu hocalığı bırak, mulen mi (ef’alden) mulim mi (tef’ilden) meselesini yine kurcalayacak mısın” diye takılırdı.

    Hersek İhtilâlini Karadağ ve Sırbistan isyanları izlemişti. Şark Meselesi yine uyanmıştı. Ruslar Besarabya’da askeri yığınak yapıyor­lardı. Kont Andraşi ıslahat tasarısı(14) geçici bir tedbirdi. Rusya’nın emellerini yatıştırmak ve savaşın önünü almak için İngiltere’nin girişi­mi ile büyük devletlerin delegelerinden oluşan İstanbul’da bir konferans toplandı. Konferans Başkanlığı’na Dışişleri Bakanı Saffet Paşa se­çildi; toplantı yeri tersane idi(15). İlk toplantı gününde anayasa ilan edi­lerek top sesleri gümbürdeyince başkan paşa “Efendiler bu top sesleri padişahın millete verdiği meşrutiyetin ilanını haber veriyor, altı yüz se­neden beri devam eden bir hükümet şekli şu anda değişiyor, Osmanlı kavimlerinin mutluluk durumu için yeni bir devir açılıyor. Bundan sonra Şark Meselesini kapayacak tabii ve etkili bir çaredir” sözlerini söy­lemişti.

    Anayasanın ilanı bir iç ihtiyacı doyurduktan başka ortaya çıkan politik sıkıntıları da kolaylaştırmak ve yatıştırmak için bir parmak bal gibi ortaya konulmuştu. İçteki etkisi gençler ve saf düşüncelilerde mey­dana geldi ama dışarıda ihtiyatla karşılandı. Gorçakof(16) bunu Singeri “maymun taklitçiliği” diye adlandırdı. İngiliz basını uygulamasındaki zorluklara dair uzun makaleler ve görüşler yayınlıyorlardı. Aklımız bir karış yukarıda gezen bizler de onları bilgisizlikle suçluyorduk. Bir gün Sultani Okulu (Galatasaray Lisesi) Müdür Başyardımcısı M. Graned ile görüşüyordum. Tarih öğretmenliğinden yetişme olan bu ihtiyar bana “Geçireceğiniz bu değişiklik döneminde yeni sistemden doğacak sar­sıntılara memleketinizin hayırlısı ile dayanabilmesini dilerim; zira bu çeşit inkılâplar alışkın olmayan milletlerde göğüslenmesi mümkün ol­mayan sarsıntılar meydana getirir” demişti. Ben ise ihtiyar öğretme­nin sözlerine kulak bile asmadım. Çünkü Anayasanın ilanıyla memleketimiz tarihte okuduğumuz İngiltere gibi oldu kesin inancında idim.

    Mütercim Mehmet Rüştü Paşa Sinop civarı ahalisinden olup ye­ni askeri düzen kurulurken neferlikle askerlik mesleğine girmişti. Yal­nız şahsi gayretiyle okuması ve Fransızcayı da öğrenmesi ve sadrazamlığa kadar yükselerek birkaç defa o yüksek makama gelmesi doğuştan üstünlüklerinin en büyük delilidir. Mütercim lakabı yarbay ve albaylığında Bâb-ı Seraskeri mütercimi olmasından ve askeri yönet­meliklere ait eserleri tercümede hizmeti geçmiş olmasından dolayıdır. Beş defa serasker ve beş kere yeniden ve iki defada yerinde bırakıla­rak sadrazam olmuş, İstanbul dışındaki memuriyetlere gönderilmeyerek merkezde yüksek görevlerde bulunmuştur. Emekli olarak Manisa’daki çiftliğinde sessiz yaşarken yetmiş üç yaşında ölmüş ve (1299 Cumadiyülula-1881) de orada gömülmüştür.

   Adı geçeni ilk önceleri Âli Paşa pek beğenirmiş. Abdülmecid’in yaptığı bir işle araları açılarak bir daha uzlaşmaları mümkün olama­mıştır. Ondan sonra Mütercim Rüştü Paşa alafrangalıkla dile düşmüş olan Tanzimatçılara karşı sofular partisinin elebaşısı olarak tutum ve davranışlarını da ona göre tayin etmiştir(17). Mesela konağından (şim­diki Vefa Sultanisi)

( 18) yatsı namazına fenerleri ve seccadesini taşıyan adamlarıyla caddeden Şehzade Camiine gider ve biraz rahatsızlanırsa kurşuncu nineyi çağırtır ve kurşun döktürerek iyileştiğini anlatırmış(19). Namuslu, iyi konuşur, itirazları çok şiddetli idi. Avrupa âlemini yakın­dan bilmez ve harici işlerde at oynatamaz ise de içişlerinin en ince nok­talarına kadar çok iyi bilir idi. Uzun tecrübeleri kendisinde devlet işlerinde kesin iş yapma gücünü kırmış ve kuşku ve şüphelerini çoğalt­mış olduğundan iyi konuşması ve itirazlarının gücü ölçüsünde, hele son­raları, bir iş görememiştir.

    Güvensizliğine örnek olarak Mithat Paşa’nın duruşmasında Ma­nisa’da sorguya çekildiğinde verdiği ifadenin altını imza etmesi kanun gereği olduğu söylendiği vakit imza yerine “Hastayım, nöbet ateşi ile ne söylediğimi bilmiyorum” gibi sözler yazdığını anlatırlar. Bununla be­raber ünlü bir devlet adamı idi.

    Anayasanın ilanı zorunluk derecesine ve Rus Savaşı’nın gerçek­leşme haline geldiğini görünce sadrazamlıktan istifa ederek (2 Zilkade 1293-1876) yerini Mithat Paşa’ya terketti. Otuz beş gün sonra anayasa ilan edildi. Mithat Paşa aceleci, hareketli, fedakâr ve azim sahibi idi. İlerisini düşünerek ihtiyatlı davranmaya pek önem vermezdi. Bu hu­suslarda Fuad Paşa’dan da baskın idi. İş yapma gücünü ve yenilikçi hareket tarzını vilayetlerdeki başarılı tutumu ile göstermişti(20). Fana­tizmden uzak, Osmanlı halklarının birleşmesine ve kaynaşmasına can ve yürükten taraftardı. Pek çok işe (birden) başlar önemli ve önemsiz­liğini, hangilerinin kolaylıkla bitirilebileceğini düşünmezdi. Nabza gö­re şerbet vermek ve ilerisini görmek gibi Osmanlı devlet adamlarının başarı şartları olan bazı özelliklerden yoksun oluşu uğradığı zorlukların ve eziyetlerin kaynağıdır.

   Anayasa ile beraber ilk sene için geçici bir milletvekili seçimi ka­nunu ve sonraki devreler için hâlâ yürürlükte olan (makalenin yazıldı­ğı 1918 yıllan için) seçim kanunu, âyan (senato) ve mebusan meclisleri (millet meclisi) iç tüzükleri de yazılmış ve Kadri Paşa’nın(21) gayretiy­le devlet şurasında parlamentoya verilmek üzere birçok önemli kanun tasarıları hazırlanmıştı. Bir taraftan meşrutiyet rejiminin uygulanma­sına girişilirken diğer taraftan Rus Savaşı için askeri hazırlıklara güç eriliyordu. Sözü geçen İstanbul Konferansının kararlan da Osmanlı Devleti tarafından kabul edilir bulunmadı. Savaşın önünü almaya son girişim olmak üzere Londra Protokolü hazırlanıyordu. Fakat o sırada Mithat Paşa Osmanlı ülkesinden uzaklaştırılarak (21 Muharrem 1294-5 Şubat 1877) Edhem Paşa(22)(****) sadrazam oldu. Ve uzun bir padişah fermanı ile devlet memurluklarında geniş çaplı değişikler yapıldı. Fa­kat bu değişikler “Zeyd’in yerine Amr’in getirilmesinden” başka bir şey değildi. İlk Mebuslar Meclisi Ahmet Vefik Paşa’nın başkanlığında Ayasofya’daki dairede toplandı(*****)(24). Bundan sonra kanunla sapta­nan süre içinde toplanmasına bir engel görülmüyordu. Londra proto­kolü de(26) Osmanh Devleti tarafından reddolunduğundan Rusya Çar’ı ikinci Aleksander savaş ilan etti. (Rebiyülahar 1294-Nisan 1877). Mit­hat Paşa sözleri ve davranışlarıyla memlekette savaş eğilimlerini kızıştırılmış ise de protokolün bildirildiğinde burada değildi. Paris’te görüştüğü kimselere “hükümet tarafından protokolün kabulü gerekir­di. İstanbul Konferansı kararlarını reddetmekten maksadım ileri sürü­len şartlan hafiflettirmek içindi. Mademki bütün şartlar hafiflemiştir ve Rusya ile Osmanlı Devleti’nin savaşta başa çıkması şüpheli ve zor­dur. Bâb-ı Âli tarafından uysallık yoluna gitmek durumun gereği idi” dediği ağızdan ağıza nakledilmiştir.(******)

    İstanbul’da da bakanlar arasında büyük devletler tarafından pro­tokol ile bildirilen tekliflerin biraz daha kolaylaştırma ve hafifletilmesine çalışılarak kabul edilmesinin tehlikeli savaşa tercih edilebileceği düşünce ve görüşünde olanlar vardı. Büyük devletlerin teklif ettiği re­formda göz önünde tutulan yalnız Rumeli ve Müslüman olmayan vatan­daşlardı. Halbuki ıslahatın genellikle bütün memlekette yapılması zaten hükümetin gereken görevi idi. İstanbul Konferansı kararlarının ve Lond­ra protokolünün kabul edilmemesine sebep yalnız bir kısım vatandaşın göz edilmesi ve iç ıslahatın yabancılar tarafından zorla kabul ettirilme­sinin uygun olmayacağı düşüncesi idi. Yoksa Osmanlı Hükümeti ısla­hata aslında taraftardı. Bu istek ve karışmaya Osmanlı Devleti’nin onurunu ve bağımsızlığım incitmeyecek bir şekil vermek imkânsız sa­yılamazdı.

    Yukarıda bildirilen bakanların azınlığı tarafından ileri sürülen an­laşma taraftarı görüşler elbette artık kesinleşmiş gibi görünen savaşın elem ve facialarından daha hayırlı idi. Ne yazık ki bu akıllı düşüncele­rin artık hükmü kalmamıştı.

    Rusya seferi bittikten ve ortalığa sessizlik ve durgunluk döndük­ten sonra Mithat Paşa affedilerek 1295-1878 sonlarında memlekete ça­ğırıldı. Suriye Valiliği’ne tayin edildi. Suriye’de Lübnan meselesinden dolayı büyük bir anlaşmazlık çıkardı(27). Görevi Aydın vilayetine çev­rildi (1297-1880). İzmir’de iken(28) bilinen müretteb(29) muhakeme do­layısıyla soruşturmaya başlandı. Bir iki sadık yakını kendisine kaçmasını tavsiye etmiş ve kaçış yollarını da hazırlamışlardı. Bunları kesin ola­rak reddetmiştir. Yıldız’da (Saray’da) kurulan cinayet mahkemesi ida­mına hükmetti. Padişah tarafından sarayda eski sadrazamlardan Saffet Paşa’nın Başkanlığında bakanlar ve ileri gelen eski vezirler ile büyük devlet adamlarından oluşan büyük bir meclis kurularak hükümlüler hak­kında nasıl bir işlem yapılmasının uygun olacağı soruldu; üyelerin her biri oylarını yazıp altını imza etmeleri emredildi. O zaman başvekâlet­te bulunan Said Paşa herkesin fikrini taşıyan bu toplantı tutanağının fotoğrafını meşrutiyetin ilanından(30) sonra yayınlamıştı. Ölüm cezası affedilerek hükümlüler süresiz olarak Taif’e sürüldüler. Taif’te nasıl öldürüldükleri bilinmektedir. (Recep 1301-1884)(31). Acıklı sonuç da­ha o zaman duyulmuş ve Osmanlı olan herkesin gönlünü yaralamıştı. Sultan Abdülaziz’in ölümü ne suretle olursa olsun bundan Mithat Paşa’nın sorumlu olmadığına halkın vicdanı inanmıştı. Sultan Abdülaziz’in öldüğü gün Mithat Paşa telaşla sadrazamlık müsteşarı Said Efendi’nin odasına gelerek ölüm haberini ondan sorup öğrendiğini ve çok üzüldü­ğünü Said Efendi anlatırdı(32).

    Mithat Paşa’nın bazı kusurları olmakla beraber vatanseverliğine ve temiz niyetine dil uzatmak insafsızlıktır. Bütün yaptıklarında esas amacı memleketin hayrı ve yararı idi. Gayet iyi bir vali olduğu herkes­çe onaylanmıştır. Irak ve Suriye gibi birkaç vilayetten oluşan bir kıt’a idaresine verilse imarına muvaffak olacağında herkes birleşir. Fakat Avrupa’yı ve Avrupa’nın nazarında Osmanlı Devleti’nin siyasi durumunu iyi bilmediği gibi büyük ve esaslı bir inkılâbın başına geçip de onu ba­şarıya ulaştırmak için lâzım olan üstün yeteneklere yeteri kadar sahip değildi. Yetenek dokusunun atkısı ve çözgüsü, meşrutiyet kalıbını so­ğuk ve sıcak rüzgârdan korumak için, sağlam bir elbise giydirmeye uy­gun değildi.

    İhtiyatlı ve tedbirli hareket etmeyişi, halk nazarında olağanüstü büyük bir şöhrete sahip olması ve beğenilmesi dolayısıyla düşmanları olan istibdat yardakçıları tarafından diktatörlük ve cumhuriyet heveslisi olarak suçlandırılması ve sergilendirilmesi dikbaşlı davranışlarına ya­kıştırılmış olduğundan Zaptiye Nazın (güvenlik bakanı) Ömer Fevzi Paşa’nın bu şüphelere delil sayılan iki satırlık jurnalına dayanılarak sadrazamlıktan alınmış ve sürgün edilmiş ise de bu hakkında bir iftira olsa gerektir. Şayet insan olarak öyle bir kuruntu kafasından esmiş ise ahmaklığına ve aptallığına bundan daha güzel bir delil olamaz.

    Sözün kısası Mithat Paşa Suriye’ye dönmesinden sonra olsun di­rek gibi tutumunu biraz inceltse, anlayışlı ve zamana göre davranmış olsa belki hizmetlerinden memleket bir müddet daha faydalanırdı.

    Anayasayı uzun uzadıya incelemeyeceğim. Gerek aslı ve gerek sonradan yapılan değişiklikler bilinmektedir(33). Yalnız kanun yapıcı­nın maksadını araştırmaya ve bulmaya çalışarak prensipleri ve uygu­lanması hakkında birkaç söz söyleyeceğim.

    Kanunun ilanını bildiren 7 Zilhicce 1293-23 Aralık 1876 tarihli Hatt-ı Hümayun’da (padişah fermam) “Yüce devletimizin gücündeki ge­rilemeler dış dertlerden ziyade içte idare işlerinde doğru yoldan sapıl­mış olunmasından ve halkın, hükümetlerinden bekledikleri güvenliklerini garanti edecek sebeplerin gerilemeye yüz tutmasından ileri geldiği” denildikten sonra devletin “iç durumunda tabiatıyla mey­dana gelen değişiklikler ve dış ilişkilerinde hasıl olan genişleme dola­yısıyla hükümetin idare şeklinin yetersizliği açıkça görülecek hale geldiğinden” “mülkün hayrını amaçlayan “meşrutiyet ve meşveret kuralına” uygun olarak anayasanın düzenlendiği ye yayınlandığı açıklanmaktadır.

    Anayasanın en önemli bölümü Osmanlı vatandaşlarının genel hak­larının korunmasına dair olan ikinci bölümüdür. Kişi hürriyeti “hiç kimse kanunun görevlendirdiklerinden başkaları tarafından tutuklanamaz ve ka­nunun belirttiği sebep ve şekilden başka bir bahanemle cezalandırılamaz”, din serbestliği, basın özgürlüğü, ticaret, sanat ve ortaklık serbestliği, öğ­retim özgürlüğü, vatandaşın, hak ve görevlerinde eşitliği ve yeteneklerine göre genel hizmetlerde kullanılması, (menkul veya gayri menkul) bir mala sahip olma güvenliği, mesken masuniyeti, mahkemelerin bağımsızlığı, ver­gilerin bir kanuna dayalı ve kişinin gücü ile uygun olması, zorla alma, zor­la iş yaptırma ve işkence etme gibi yolsuzlukların önlenmesini Tanzimat hükümlerini genişleterek belirtiyor. “El-adl esas el-mülk-Adalet mülkün esasıdır” kavramınca adaletin kesin kurallarını sağlayan bu maddeler ka­nunun özü ve kanun yapıcının esas amacı olup bundan sonraki bölümler onun tamamlayıcısı ve güvencesi sayılabilir.

  İkincisi; mal ve servet memleketin kuvvet kaynağı olduğundan bir devlette maliye işlerinin düzenlenmesi zorunludur. Mutlak hükü­metlerde harcamalar ölçüsüz gider ve esen rüzgâra uyar. Gider çoğa­lıp gelir azalınca yani denge bozulunca zorunlu olarak uygun olmayan yola sapılır ve devletin birçok lüzumlu ihtiyaçları bırakılır ve geri ka­lır. Bu sebeple geliri halkın gücüne uygun şekilde tespit etmek ve tam olarak tahsil etmek ve harcamaları ona göre yapmak lâzımdır. Aksi hal­de sıkıntılar ve fakirlik memleketin üzerine kara bulut gibi çöker. İşte kanun yapıcıyı uğraştıran ikinci husus da bu olmuştur.

    Bu iki gereği yani genel hakların korunması ile mali dengeyi na­sıl korumalı? Tecrübe ile anlaşılmıştır ki bunların yerine getirilmesi par­lamento usulüne ve milletin denetimine bağlıdır.

    Fransa’nın çeşitli devirlerinde ilan edilen anayasalardan alınarak memleketimizin durumu ile bağdaştırılmak suretiyle hazırlanan anayasa ılımlı bir meşrutiyet kuruyordu. Yürütme, yasama ve kaza gücünü bir­birinden ayırıyor ve görevlerini belirliyordu. Bakanların sorumluluğu ve milli mürakabe onun tabii sonuçlarından idi. Memleketin genel kuv­vetlerinin başında bulunan saltanat makamının yüksek haklarını geniş ölçüde korumakla beraber devlet işlerinde milli mürakabeye işe yarar bir mevki vermek çareleri çok dikkatle ve sezişle öngörülmüştü. Milli egemenliği kanunların düzenlenmesinde ve özellikle bütçenin hazırlanmasında ve kabulünde kesin karar sahibi yaptığı halde murakabe gö­revini yapmakta ılımlı şartlar koyuyordu. Milletvekillerinin bakanlardan soru sorma hakkı vardı. Ancak bu hakkı kullanmanın sonucunu kanun boş bırakmıştı. Yani güven veya güvensizlik bildirmek ve güvenoyu kazanamayan bakanların istifası durumuna dair ne dolaylı ve ne de açık bir kayıt koymamıştı. Parlamenterizm usulüne pek uygun olmayan bu durumlar diğer bir deyimimizle kuvvetler dengesini tam olarak koy­mamıştı. Bununla beraber memleketimiz için o zaman fazlasıyla yeter görülüyor ve kanun yapıcının maksadım yerine getiriyordu. Terazinin bir kefesine hükümetin idare işlerindeki bilgisini ve sorumluluğunu ve ortaklığa katlanamayışı düşüncesini ve diğer gözüne milletvekillerinin yeniliğini ve acemiliğini ve hükümet görevlerine tecavüz ihtimalini koyarak yasama gücünün yetkisini mürakabe konusunda geniş tut­mamış, belirsiz bırakmış ve fazla olarak iki kuvvet arasında bir çatış­ma olabileceğini düşünerek münakaşalara yer vermekten kaçınmış­tır. Hattâ zabıtanın sağlam soruşturması üzerine hükümetin güvenliğini bozdukları sabit olan kimseleri Osmanlı memleketlerinden çıkarmak ve uzaklaştırmak hususunda bir hak vermiştir. (113. fıkranın şimdi kaldırılmış olan ikinci fıkrası). Nasıl tatbik edildiği bilinmi­yorsa da Mithat Paşa bu madde hükmüne dayanılarak uzaklaştırılmıştır.

    Sonuç olarak anayasa istibdada karşılık ılımlı bir meşrutiyet ve keyfi idare yerine kanun ve sorumluluğu dayalı iyi bir usûl koyuyordu. Şüphe­siz yeni hükümler memlekete ve devlete bir kurtuluş devri açıyordu. İş onları memlekete sindirmek ve yavaş yavaş yerleştirmek ve bir kazaya uğratmadan iyi uygulayabilmek ve başarmaktı. Vatandaş haklarına ait kı­sımları bir kenara bırakılırsa millete alışmadığı ve hazırlıklı olmadığı ken­disinin getirmediği ve tamamen yeni gördüğü meşrutiyeti sindirmek ve eski usulü yeni usule çevirmenin zorluğunu dikkate alarak değişme aşa­malarına akıllıca bir şekilde belirlemek ve geçmek zorunlu, bu ise sağlam bir iyi niyete ve devamlı bir takip fikrine, büyük bir azim ve usta­lığa bağlı idi. İşte o vakit parlamenterizme uygun olmayan belirsiz mad­deler zamanla alışılarak, yetenek kazanılarak, belirlenecek ihtiyaç ile git gide değiştirilerek ve açıklanarak prensiplerin içgüdü ile kök salması ümit edilebilirdi. Birkaç raslantı kolayca buna engel oldu. Evvela Rusya savaşı derdi rahat düşünmeyi yok ederek halkoyunu savaş olaylarına kaydırdı. İkincisi, zamanın padişahı kuruntuya boğulup meşrutiyetten ürktü (34), üçüncüsü meşrutiyetin kurucusu Mithat Paşa anayasanın ilanından bir bu­çuk ay sonra memleketten çıkarılarak uzaklaştırıldı ve bu işlem arkadaş­larım çalışmalarında yıldırdı. Dördüncüsü, mebuslar ilk seneyi zararsız geçirip ikinci devrede kanuni haklarını tamamen kullanmaya kalkınca ne kendileri ve ne hükümet birbirine karşı anlayış ve uysallık yoluna gitme­di; araları açıldı ve ortaya çıkan zıtlaşmada kuvvetli taraf elbette üstün gelerek mebuslar meclisini dağıttı. Halkoyu henüz iyi bilmediği meşruti­yet usulü ile gereği kadar ilgilenmediğinden bütün bakışlar savaş olayla­rına çevrildi. Bundan dolayı anayasanın hükümleri uzun bir kesintiye uğradı.

    Halkımız parlamento makinesinin çarklarını iyice anlayamamıştı. Ben gençliğim dolayısıyla seçim işlerinde hareketli bir üye idim. İstanbul ikinci seçmenlerinin (35) bir kısmı milletvekilliğine Üsküdar’da bir der­gâhta kendi halinde bir şeyh efendiyi aday gösteriyorlardı. Şeyh efendi iyi bir insan imiş. Dünya gösterişlerinden el çekmiş, ibadetle uğraşan mutlu bir kişi imiş. Tanıdığım seçmenlere “pekiyi, şeyh efendinin gidip elim öpe­lim, hayır duasını alalım, fakat dünya işini dünya patırtısından vazgeçmiş bir kenara çekilmiş adama bırakmayalım” demiştim.

   Hiç unutmam seçimler yapılırken mahallemizde oturanlardan Esirci Aziz Efendi, Nakkaş Osman Ağa, Ayşe Mehmet Bey (sarayda görevli emekli subaylardan olup orta oyunda koca kan rolünü yaptı­ğından dolayı böyle adlandırılmış) gibi kimseleri ellerine pusulalarını vererek seçim bölgesi merkezine (seçim sandığına) göndermek için hayli sıkıntı çektik. Bunlar namuslu ve basit düşünceli mahalle ihtiyarlan idi. Kendilerinden daha yüksek fikirlilerde de ayni kuşku görülüyordu. Nak­kaş Osman Ağa benden “efendi oğlum ev vergisinden borcum var; sa­kın bu yüzden benden onu istemesinler” diye sormuştu.

   Seçimlerin çok acele yapılması ile anayasanın ilanından üç ay geç­meden mart içinde mebusların toplanması ve parlamentonun açılması idari yararlardan ziyade dost devletlerin ve özellikle İngiltere’nin ho­şuna gitmek düşüncesinden ileri geldiği de ayrıca belirtmeye değer bir olaydır.

 

*Sultan ikinci Abdülhamid bakanlar ve diğer devlet hizmetinde bulunanlar hakkın­da kendi tecrübe ve takdirine göre hükümler görüşler ileri sürer ve bazı çok yakın­larına söylermiş. Mütercim Rüştü Paşa hakkında “iki yüzlü idi, her şeyi yapacak gibi yaltaklanır, fakat elinden bir şey gelmezdi; bütün hareketleri sahte idi” (2); Hü­seyin Avni Paşa hakkında “hain ve nankör idi, yaptıklarının sebebi düşmanlığındandır, devletin yaran değildir” ve Mithat Paşa hakkında “farfara idi, ne yaptığım bilmezdi, zamanını takdir edemezdi” dediği ve diğer devlet adamlarının belirgin niteliklerini de özel deyimlerle anlattığını duymuşumdur. Yalnız Mithat Paşa adım söylerken elini şakağına götürüp on beş yirmi saniye kadar dalgın durur ve sonra söze başlardı. Acaba bir pişmanlık eseri mi idi?

**Süleyman Paşa hırçın huylu fakat becerikli ve tuttuğunu koparıcı idi. Nizam fikri olan gerçekten millî onuru yüksekti. Sertliğinden dolayı öğrenciler arasında (San Çapar) diye adlandırılmıştı. Fakat Harb Okulu kitabet (kompozisyon) ve genel ta­rih öğretmenliği ile uğraşarak bilgisini artırmış ise de büyük savaş kumandanlığı için gerekli bilgi ve tecrübe ve gücü kazanamamıştı. Karşı gelmek istediği Hüse­yin Avni Paşa’ya Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden sonra bir gün Beşiktaş is­kelesinde rast gelmiştim. Gurur ve büyüklükten koltuklan pek kabarmıştı. Küçük dünyaları ben yarattım durumunda idi. Aslı Ispartalı olup çocukluğunda ana baba­sı tarafından malak (manda yavrusu) Hüseyin diye çağrılırmış.

***Doksan üç senesinde (1293-1876) doksan üç gün memleketin padişahı olup Sultan Murad muradına ermeden matem tuttuğu yere göçtü. (E.K.)

****Mithat Paşa’ya sadrazamlıktan alındığı ve Avrupa’ya uzaklaştırılacağı emri mabeyn feriki İngiliz Said Paşa tarafından sarayda bildirilmiş, evine dönmeden ve çoluğu çocuğu ile vedalaşmadan İzzeddin vapuruna yollandığı sırada Mithat Paşa’nın üzül­düğü ve Said Paşa’ya “Böyle bir zamanda sebepsiz iş başından ayrılmasının devlet için tehlikeli olacağı” yolunda sözler söylediği o zaman etrafa yayılmıştı. Saraya iyi­ce çatmaya(+) fırsat kollayan Ali Suavi ertesi günü Basiret Gazetesinde yazdığı bir makalede Fatih’in vezir-i âzami veli Mahmut Paşa(23) ile Mithat Paşa arasında ruh­suz bir kıyaslama yaparak Mahmut Paşa’yı Köprülü ile karıştırmış; Mahmut Paşa’nın öldürülmesine padişah buyruğu çıktığı kendisine haber verildiğinde paşanın “Ben Efendi kapısına yüz akçelik bir köle olarak geldim, yine değerim odur, devlet beni yok etmek ile büyük bir zarara uğramıyor” meşhur boyun eğici sözünü adı geçen makalede yanlış ve kırık dökük anlattıktan sonra Mithat Paşa’nın sürgünü sırasın­da “Ben gidersem devletin hali nice olur” dediğini anarak “İşte büyük adam işte küçük adam” hükmünü vermişti.

(+) Kitap metninde bu kelime aynen Çatma şeklindedir. Çatmak, genellikle dilimizde kafa tutma, karşı koyma anlamında olduğundan burada kullanılması pek yerinde olmamakta ise de Cevdet Paşa’nın Sultan Hamid’e sunduğu özel bir layihada (İbnülemin Mahmut Kemal İnal: Son sadrazamlar S. 321) bu kelimeyi yazarınki şeklinde yazdığına göre bir manasının da yerleşme, oturma anlamında olduğu anlaşılmaktadır.

*****İlk Mebuslar meclisi Ethem Paşa’nın sadrazamlığında 2 Rebiyülewell294-19 Mart 1877 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Bayramlaşma salonunda parlak bir şekilde açılmıştır(25).

******Savaşın felaketlerini gördükten sonra söylediği bu sözde gerçekten samimi idi. Fakat İstanbul’da bulunduğu sürece devletin tabii haklarını korumak maksadıyla savaşı göze aldırmaya halka ve padişah sarayına o kadar şevk ve istek vermişti ki Londra protokolünün bildirilmesinde iş başında bulunsa fikrini değiştireceğini o zamanı ya­şayanlar için düşünülemezdi. Konferans kararlarının kabul veya reddini kararlaş­tırmak üzere Bâb-ı Âli’de topladığı danışma kurulunun görüşme usulü kendisi tarafından konmuştu. Bu kurulda savunma ve dışişleri bakanları ağızlarını açma­dıkları ve ulema tarafından güçlü olmak gerektiği uyarıldığı halde Sava Paşa, rahip Enfiyeciyan Efendi ve Âbidin Bey gibi savaşın çıkışından ve sonucundan sorumlu olmayan kişilerin vatanseverlik duygularını okşayıcı sözlerinden meydana gelen he­yecanlı fikirler zavallı Halet Paşa’yı soğukkanlı olmaya çağıran akıllı teklifini söyle­diğine pişman etmişti. Mithat Paşa’nın eninde sonunda beş yüz bin askerimizin (yedi yüz binden indirilmiş) savaşa hazır olduğundan bahsetmesi askeri idarenin defter üzerindeki bilgisine dayanıyordu. Gerçekler ve askere alınma bunun ne derece ek­sik olduğunu ve yedek erlerin yetersizliğini meydana çıkardı. Mali zorluklar ve kâ­ğıt paranın hali ise bilinmektedir.

 

 

AÇIKLAMALAR

 

1 — Sultan Abdülaziz’in padişahlığı döneminde Osmanlı deniz kuvvetleri Avru­pa 'da İngiltere ve Fransa ’dan sonra en büyük ve en kuvvetli deniz gücü haline geldiği gibi kara kuvvetleri de Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra ku­rulan yeni ordu teşkilatı ile en güçlü ve düzenli ordulardan biri haline gelmişti.

2 — Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882) Sinop’ta doğarak İstanbul’a gelip askerlik mesleğine girmiş, kendi kendini yetiştirmiş, Fransızca öğrenmiş, bundan do­layı Mütercim unvanını almış, çeşitli devlet hizmetlerinde çalışarak emsali ara­sında sivrilerek beş defa sadrazam ve seraskerlik yapmış, iki padişahın tahttan indirilme olayında sadrazamlık görevinde bulunmuş Tazminat devrinin ye­tiştirdiği devlet adamlarındandır. Çok vehimli, bu yüzden süratli iş göreme­miş akıllı ve tecrübeli bir vezirdir.

3— Süleyman Paşa ile Redif Paşa, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi olayı­na katılmış iki askerdir. Bunlardan Süleyman Paşa o sırada kumandanı ol­duğu Harb Okulu öğrencileriyle karadan ve Redif Paşa da denizden padişahın bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatmışlardı.

4— Sultan Murad daha gençliğinde sinirli bir tabiata sahip olduğu gibi veliahdlığı zamanında fazla içki kullanması bu durumu daha da artırmıştı. Amcası Ab­dülaziz’in tahttan indirilmesi ve intihan, Çerkeş Hasan olayı ve Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi gibi kanlı olaylar sağlığını büsbütün bozmuş, hastalığı gün­den güne arttığından kendisini muhafaza etmek zorlaşmıştı. Tedavisi için uzun bir klinik tedavisi gerekiyordu. İstanbul’da bu çeşit hastane olmadığından ve pa­dişahın Avrupa memleketlerine gitmesi de mümkün değildi. Bir akıl hastası­nın padişahlık yapması şeriat bakımından caiz olmadığından çaresiz tahttan indirilmesi gerekiyordu. Yerine kardeşi İkinci Abdülhamid padişah olmuştu.

5— Dış politikanın kötüleşmesi, Rusya'nın yüzyıllar boyu izlediği Osmanlı impa­ratorluğunun yıkmak ve boğazlan elde etmek politikası dolayısıyla Osmanlı İmpa­ratorluğu ile yeni bir savaşa hazırlığının anlaşılmasından ilen geliyordu. İmparatorluğun bu sırada askeri gücü Rus saldırısını önlemeye yeterli olma­dığının bilinmesi ve Avrupa’da siyasi bakımdan Rusların bu saldırısını dur­duracak bir devlet bulunmadığından Osmanlı İmparatorluğu Ruslarla tek başına dövüşmek zorunda kalmıştı.

6— V. Murad’ın tahttan indirilmesi üzerine meşrutiyetin ilanını kabul edeceğini bildirerek padişah olan II. Abdülhamid’in tahta çıkışını bildiren Hatt-ı Hü­mayun ’da (padişah bildirisi) devletin anayasaya göre bir parlamento ile idare edileceği ilan edilmişti. Anayasanın hazırlanması için Server Paşa’nın Baş­kanlığında kurulmuş olan komisyonda devrin aydın kişileri, devlet adamları, askerler ve din adamları bulunuyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa da komis­yon üyeleri arasında idi.

7— Devletin bazı yüksek yöneticileri imparatorlukta parlamenter rejimin uygulan­masının mümkün olamayacağını, esasen buna lüzum da bulunmadığını, şeri­at hükümleri iyi uygulanırsa şikâyet edilen hususların ortadan kalkacağını ileri sürüyorlardı. O sırada sadrazam olan Mütercim Rüştü Paşa ile Adliye Bakanı ünlü bilgin Cevdet Paşa da bunlar arasında idi.

8— Mithat Paşa’nın sorumluluğu altında hazırlanmış olan anayasa taslağına son­radan sarayın zoru ile konan ve padişaha istediği şahsı memleket dışına sür­me hakkı tanıyan 113. madde ilk defa Mithat Paşa hakkında kullanılmış ve paşa Avrupa’ya sürülmüştü.

9— Bugün İstanbul vilayet konağının arka tarafındaki kısmen otomobil parkı olarak kullanılan bahçe.

10— Küçük Said Paşa diye tanınan Eğinli Said Paşa. Sonradan Abdülhamid II. devrinde (1877 ile 1908 yıllan arasında) yedi defa sadrazam olmuştu.

11— Mahmut Celaleddin Paşa olup Abdülhamid devrinde çeşitli devlet görevlerin­de bulunmuş, devrinin olaylarını belgelere ve görgüye dayalı olarak yazdığı Mira’t-ı Hakikat adlı üç cildlik tarihi ile meşhurdur.

12— Yazar, önsözdeki biyografide de belirtildiği gibi uzun yıllar mülkiye okulunda (Siyasal Bilgiler Mektebi) müdürlük ve tarih öğretmenliği yaptı.

13— Arapça dilbilgisi kurallarına göre kelimeler bab denilen birtakım bölümlere ayrılmıştır. Burada bahis konusu olan mulen ile mulin kelimelerinin Arap harfleriyle yazılışı aynı olduğundan ancak Arap gramerini çok iyi bilen doğru okuyabilmektedir. Manası ilan edilen olan mulen ef’al babından, ilan eden anlamında olan mulin, tafdil babındandır.

14— Aslen Macar olan Kont Andrassy (1823-1890) bu sırada Avusturya-Macaristan imparatorluğu Dışişleri Bakanı idi. Osmanlı-Rus ilişkilerindeki gerginliği gi­dermek ve kesin gibi görünen savaşı önlemek için Osmanlı İmparatorluğuna bir ıslahat projesi göndermişti.

15 — Bugün de gemi yapan yer anlamında olan tersane, Osmanlı Devleti’nin İstan­bul’u zaptını izleyen yıllarda Haliç’in kuzey kıyısında bugün de ayni isimle anılan Kasım Paşa’da bulunmaktadır. Buradaki Tersane Köşkü denilen ve şimdi Kuzey Deniz Saha Komutanlığının bulunduğu binada toplandığı için bu konferansa Tersane Konferansı da denmiştir.

16 — Prens Aleksandr Gorçakof (1798-1883) Rus diplomatı ve Dışişleri Bakanı olup İstanbul Konferansında Rus delegesidir

17— Bilindiği gibi Tanzimat’ın getirdiği batılı kuruluşlara bazı ulema ve devlet adam­ları karşı olmuşlar ve bunları "bid’at" yani şeriata aykırı saymışlardır Bu gö­rüşte olanlar için yazar "Sofular Partisi" deyimini kullanmaktadır,

18— Vefa Sultanisi bugün Şehzadebaşı ’ndan Vefa ’ya giden yolun sol tarafındaki bi­nadır. Ancak yol üzerindeki bina İkinci Meşrutiyet devrinin ünlü şeyhülislamı Ürgüplü Hayri Efendi (yakın devrin başbakanlarından Suad Hayri Ürgüplü’- nün babası) tarafından okul binası olarak yaptırılmaya başlanmış ise de uzun yıllar tamamlanamamış ve 1938’de Milli Eğitim Bakanlığınca tamamlatıla­rak evvela Yüksek Öğretmen Okulu ve sonra da Vefa Lisesi olarak kullanılma­ya başlanmıştır. Rüştü Paşa konağı bunun arka tarafındaki eski binadır.

19— Kurşun döktürmek memleketimizde yakın zamanlara kadar halk arasında kullanıla gelen sözde bir tedavi usulüdür. Kurşun ateşte eritilerek bir kaptaki so­ğuk suya atılması ile birden donan kurşunların garip şekilleri hastalığın geçmesini sağlamış. Bu işi yaşlı kadın veya erkekler yapardı ki bunlara kur­şuncu nine veya kurşuncu baba denirdi

20— Mithat Paşa imparatorluğun çeşitli bölgelerinde valilik etmiştir. Balkanlar­daki Niş ve sonra bugünkü Bulgaristan’ı ve kısmen de Yugoslavya’nın bir bö­lümünü kaplayan Tuna Vilayeti, Bağdat, Selanik, Suriye ve Aydın Valiliklerinde çok başarılı işler meydana getirmiştir. Bazı yazarlar paşanın iyi bir idareci fakat kötü bir politikacı olduğunu söylerler.

21— Kadri Paşa, devlet Şurasında Kanunlar Dairesi Başkanlığı yapmış, sonraları kısa bir süre (1880’de) başbakan olmuştur.

22 — İbrahim Edhem Paşa (1818-1893) Sakız Adasında esir alınan Rumlardadır. Sadrazam Hüsrev Paşa tarafından satın alındıktan sonra onun konağın­da yetişmiş ve üstün kabiliyetleri dikkati çektiğinden Sultan Mahmut II. zamanında Avrupa’ya eğitim için gönderilen gençler arasına alınmıştır. Ma­den mühendisliği öğretimi yapmış olan Edhem Paşa yurda döndükten sonra kendi mesleğinde çeşitli görevlerde bulunmuş, sonradan hükümette Ticaret ve Maarif Bakanlıklarında bulunduktan sonra Mithat Paşa’nın memleketten uzak­laştırılması üzerine 1877’de sadrazam olmuştur.

23 — Mahmut Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in ünlü vezirlerindendir. Rum veya Sırp asıllı olduğu sanılan Mahmut Paşa, yönetim alanında olduğu kadar bilim sa­hasında da büyük şöhreti olan ve bu yüzden veli unvanı verilen değerli bir dev­let adamıdır.

24 — İlk Osmanlı parlamentosunun padişah tarafından seçilmiş ilk başkamdır. Bu görevde iken vezirlik verilerek paşa olmuştur.

25 — Parlamentonun ilk açılış merasimi 19 Mart 1877tarihinde II. Abdülhamid’- in bir nutku ile Dolmabahçe Sarayı'nın büyük muayede (bayramlaşma) salo­nunda yapılmış, resmi müzakereler Ayasofya Camii yanındaki darülfünun “üniversite” binası olarak yapılmış olan ve 1933yılında İstanbul adalet sara­yı olarak kullanıldığı sırada yanan binada devam etmiştir.

26 — 1856 Paris kongresi kararlarını imzalamış olan devletlerin delegelerinin İs­tanbul’da yaptıkları toplantıda aldıkları kararlar Osmanlı Hükümeti tarafın­dan kabul edilmeyince savaşı önlemek için İngiltere’nin önerisi ile Londra’da bu kararlan az çok yumuşatın bir protokol hazırlanarak Osmanlı Devleti’ne sunulmuş ise de hükümet bunu da kabul etmemişti.

27— Yazarın bu beyanı gerçeği tam yansıtmıyor. Mithat Paşa’nın Suriye Valiliği’nde Fransızlarla hadise çıkartması söz konusu değildir. Gerçi Fransızlar uzun zamandır Suriye’yi işgali düşünmektelerdir. 1860’da da böyle bir hadise ol­muş, zamanın Dışişleri Bakanı Keçecizade Fuad Paşa Suriye’de aldığı olağa­nüstü tedbirlerle Fransız müdahalesini önlemişti. Mithat Paşa’nın Suriye’de yaptığı başarılı işler halk tarafından çok beğenildiğinden kendisine her yerde tezahürat yapılması paşanın düşmanları tarafından padişaha onun Suriye’de bağımsız olmak istediği şeklinde jurnal edilmesi, paşanın istifasına sebep ol­muş ve Aydın Valiliğine atanmıştır.

28 - O sırada Aydın Valiliği’nin vilayet merkezi İzmir şehri idi.

29— Tarihimizde Yıldız muhakemesi diye adlandırılan bu olay, son tetkiklere göre Sultan Abdülaziz’in ölümünden beş sene sonra Sultan II. Abdülhamid’in am­casını (Sultan Abdülaziz) tahttan indirenlerden kurtulmak için Abdülaziz’in intihar etmeyip o zamanki devlet adamları (Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüş­tü Paşa, Mithat Paşa, Süleyman Paşa) tarafından öldürüldüğü iddiası ile ter­tip edilmiş bir muhakemedir. Muhakeme sonunda Mithat Paşa idama mahkum edilmiş ise de bu ceza padişah tarafından sürgüne çevrilmiş ve paşa Taif’e gönderilmiş; ancak orada bir gece katledilmiştir.

30 — 1908’de İkinci Meşrutiyet ilanından sonra.

31 — Mithat Paşa 2 Ramazan 1298-28 Temmuz 1881 tarihinde diğer mahkûmlar ile beraber İzzeddin vapuru ile Cide yoluyla Taif’e götürüldü. 7 Mayıs 1884 (12 Recep 1301) çarşamba gecesi odasının kapısı kırılarak içeri giren Edirneli bir er tarafından boğazı sıkılarak öldürülmüş ve cesedi civardaki bir mezarlı­ğa gömülmüştü.

32 — Sonradan yedi defa sadrazam olan Küçük, Said Paşa. Paşanın bunu bilmesi­ne rağmen mahkeme sırasında sadrazam bulunduğu halde şahitlik yapmaması ya kötü kişiliğinden veya Abdülhamid’e yaranmak istemesinden veya korku- şundandır.

33— 1908’de meşrutiyetin ikinci defa ilanından sonra anayasanın bazı maddeleri değiştirilmiştir.

34 — Kitapta da açıklandığı gibi memlekette anayasal bir hükümet sisteminin ku­rulmasını kabul ederek padişah olan II. Abdülhamid bu sistemi arzu ettiğin­den değil sırf padişah olmak için kabul etmişti. Sistemi geçersiz kılmak için daha anayasanın hazırlanması sırasında gayet ustaca davranarak 113. mad­deyi koydurmuştu. Rus Savaşı asıl niyetlerini çabuklaştırmaya bir araç oldu. Yoksa yazarın dediği gibi savaş sırasında parlamentonun takındığı tavırdan vehimlenmiş değildir. İleride görüleceği gibi yalnız Mithat Paşa’yı sürmekle kalmayacak, anayasanın ilanında önayak olanları çeşitli bahane­lerle İstanbul’dan uzaklaştıracaktır.

35 — İlk Türk anayasası iki dereceli seçim sistemini kabul ettiğinden halk evvela asıl mebus adaylarını seçecek olan üyeleri (ikinci seçmenleri) seçerler ve bun­lar da asıl mebusları seçerlerdi. İki dereceli seçim adı verilen bu sistem Türki­ye’de cumhuriyet döneminde de uygulanmış, 1946’da çok partili demokratik sisteme geçildiği vakit tek dereceli bugünkü usul uygulanmaya başlamıştır.

Konunun pdfsi için tıklayınız.

 Kaynak: Abdurrahman Şeref Efendi, Tarih Musahabeleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985, Ankara. S.156-172.

  
928 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi47
Bugün Toplam557
Toplam Ziyaret1118799
Saat