• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
    • Görsel Destekli Tarih Videoları Sesli Tarih Menüsünde
    • Özgün Tarih Materyalleri
    • Tarihi Fıkralar
    • Tarih Yazılısından İnciler
    • Tübitak Tarih Proje Örnekleri
    • Sınavlar Bölümünde Bilgilerinizi Test Edebilirsiniz
    • Peygamberimizin Hayatı ve Örnek Ahlakı
    • KPSS Sunuları Yenileniyor
    • Bulmacalarla Tarih Öğreniyorum
    • Tarih Sunuları için tıklayınız.
    • En güncel tarih sunuları burada.
TANZİMAT'IN ÜÇ BÜYÜKLERİNİN MUKAYESESİ

 

 

TANZİMAT'IN ÜÇ BÜYÜKLERİNİN MUKAYESESİ

 

Bu makalede Tanzimat’ın üç büyükleri sayılan Reşit, Âli ve Fu­ad paşaların resmi ve özel hayatlarına ait mukayeseli biraz bilgi vereceğiz.

Hoca ve yol gösterici Reşit Paşa olmak üzere öğrencileri Âli ve Fuad paşalar meslek ve esas bakımından “Üçler” demeye lâyık ve bir­birine bağlı bir siyasi bütün meydana getirmişlerdir. Islahat ve yenilik kelimeleri söylendiği zaman evvela Sultan Selim III. ve sonra da mut­laka adı geçenler hatıra gelir ve güzel anılarıyla gönüller ferahlar. Rahmetli Padişahım (Selim III.) baha biçilmez çalışmaları sonuçsuz kal­maya mahkûm ve bir anda yok olduğu, bunun da kesin karar yetersiz­liğinden ileri geldiği malumdur. Sultan Selim III. ve yanındakiler, yeni nizamları çekiştirmeyi ve ayıplamayı iş güç edinen belli kişilerin dille­rini kesmek suretiyle susturmayı başarsalardı Osmanlı Devleti’nin iler­leme yolunda yüzyıl kazanacağı şüphesizdi. Ne fayda ki yumuşak huy­lan, memleket ve milletin hayırlı ve faydalı gelişmelerini önleyen teda­visi çok güç bir derde sokmuştu. Üçler bu geçmiş dersten örnek almış­lar, giriştikleri büyük işi başarmaya, yarım bırakmamaya, sağlam esas­lara bağlamaya gayret etmişler, karşı olanların müstebit çirkin sesleri­ni boğmak için boğazlarını sıkmaktan çekinmemişler, devlet ve mille­te nefes aldırmışlar, tutumları birbirine uygun olmadığı halde ayni iler­leme fikrini takibe devam etmişler ve ayni amaca ulaşmak için müşte­rek bir yol izlemişlerdir.

Bu girişimleri gerçekleştirme alanına koymak ve uygulamak kolay değildi. Birçok didinmeye, uğraşmaya, boğuşmaya bağlı idi. İşte bu kararlı mücadele yorgunluğundandır ki Reşit Paşa Altmış (1214-1274 = 1799-1857), Âli Paşa elli sekiz (1230-1288 = 1814-1871), Fuad Paşa elli beş (1230-1285= 1814-1868) sene ancak yaşayabilmişlerdir. Reşit Paşa’ya yetişemedim. Âli Paşa zaten zayıf olup veremden öldü. Fuad Paşa’yı görenler altmışı geçkin bir ihtiyar farzederlerdi.

Bu yorgunlukların kökü rakiplerinden ve düşmanlarından ziya­de uymak zorunda oldukları yüksek makam (padişah) idi. Padişah sara­yını iç ve dış ayartmalardan uzak tutmak gerçekten zordu. Sultan Abdülmecit uysal görünmekle beraber Reşit Paşa’nın bitip tükenmeyen sözlerinden ve bilgiç önerilerinden ve dediğini yaptırmak için âdeta zor­lamasında bıkkınlık getirmeye başlamıştı. Eski Serkurena Hacı Ali Paşa’nın bana anlattığına göre saraya yeni girdiği gençlik günlerinde Hırka-i saadette toplantı yapıldığı bir gün kutsal dairenin arka tarafına doğru yürüyen padişahın ağlayarak “bu adamın elinden beni kurtar” diyerek Hazret-i Peygamber’e dua edip başım duvara vurduğunu gör­müş; derhal oradan çekilip olayı bir büyüğüne anlatmış. Bir daha böyle her yere sokulmamasını kendisine sıkıca tembih etmişler. Hacı Ali Pa­şa bunu anlattıktan sonra “sonradan anladığıma göre padişahın kur­tulmak için dua ettiği Reşit Paşa imiş. Çünkü padişahlar sürekli akıl hocalığını çekemezler ve kendilerinden üstün düşünen bakanlarım hazmedemezler” sözlerini de eklemişti.

Zaman geçtikçe padişahın devlet işlerindeki bilgisi ve tecrübesi artarak Reşit Paşa’nın söylediklerine işaret koymak ve sonradan bun­larla çelişen bir teklifte bulunursa yüzüne çarpmak usulüne başvurmuş, Reşit Paşa’nın yaşının ilerlemesi dolayısıyla gençlik cevheri azaldığın­dan eski zekâsı ve zihni parlaklığı kalmadığından padişahın itirazları­na cevap bulmakta zorluk çektiği görülmüş, Serasker Rıza Paşa’dan duyduğuna göre bir bakanlar kurulu toplantısı günü padişah Topkapı- yı Sarayı’na gelmiş; Reşit Paşa’nın padişahın yanına gitmesi gerekmiş, bakanları dağılmamalarını rica ederek “efendimizin sorularına cevap vermeye artık gücüm yetmiyor, meclis devam ediyor diyerek yüksek iznini alır ve gelirim, toplantıya devam ederiz” sözlerini söylemiş.

Âli Paşa da ayni zorluğu çekmişti, ancak kendisi doğuştan alçak gönüllü fakat fazla konuşkan olmamakla beraber Sultan Abdülaziz Han küçük devlet işleriyle o kadar uğraşmadığından sadrazamın gayet say­gılı davranışlarla bin dereden su getirerek ve ellerini oğuşturarak ileri sürdüğü karşı sözlerine katlanır, fakat fazla hiddetli olduğundan Âli Paşa ipi koparmamak için tedbirli hareket etmeye mecbur kalırdı. Büyük kar­deşinin kılı kırk yaran ince nezaketiyle Abdülaziz’in gösterişli hiddeti tezad teşkil ederdi. İşte Âli Paşa için bir taraftan bu inceliğe gayet dik­kat etmek ve diğer taraftan Bâb-ı Ali’nin bağımsızlığını korumaya özen göstermek gerekiyordu. Bununla beraber Âli Paşa’nın ölümünü padi­şahın üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi düşünceler olmuştu.

Fuad Paşa açık davranışları, bol ve tatlı sözleriyle padişaınh ho­şuna giderdi. Fakat birinci sadrazamlığında ileri gelen bakanlarla sad­razamlığı kabul etmemek üzere anlaşarak bilinen istifasını vermesin­den çok ikinci sadrazamlığında Mısır Valisi İsmail Paşa’nın kızı Tev­hide Hanım’la padişahın evlenmesine kesin olarak razı olmaması kır­gınlığına sebep olmuştu.

Üçlerin karşılaştıkları iç sıkıntılardan birisi de mali zorluklardı. Borçlanma kapılan henüz açılmamış olduğu o sıralarda bütçeyi denge­de tutmak için tutumlu bir yönetim zorunlu iken masraflar ve israflar aşıp taşmakta, saray hâzinesinin giderleri her sene geniş ölçüde açık vermekte idi. Para bulunması ise hem gerekli hem de zordu. Çıkarılan hazine tahvilleri maliye için zararlı olduğu gibi kâğıt para da dikiş tut­turamadı. Böyle âni ve geçici tedbirler geçici olarak ihtiyacı gidermekte ise de devlet hâzinesinin menfaatine ve itibarına dokunucu şeylerdi.

Sultan Abdülmecid Han’ın bir gün Bâb-ı Ali’ye gelerek israfların önlenmesi hususunda bakanlar kurulunda padişah fermanı okutturma­sı ve açıktan maaş alan damad paşaları azil ve bir aralık Damad Meh­met Ali Paşa’yı sürgün ettirmesi (1) bir gösteriden ibaret kalmıştı.

Sultan Abdülmecit Han’ın Reşit Paşa’yı azil ve yerine Âli Paşa’yı tayin etmesi (1268-1851) aralarını açmak maksadından ileri gelmekte idi. Gerçi Reşit Paşa’nın düşmesinin sebebi olan mali meselelerde Âli Paşa da ısrar ederek iki ay sonra azledilmiş ve hocasının yolundan ay­rılmadığını göstermiş ise de Reşit Paşa bundan sonra öğrencisini kına­maktan kendisini alamamıştır. Âli Paşa ise sabırlı bir hareket hattı gü­derek efendisini gücendirmemeye elinden geldiği kadar çalışmıştır. Âli Paşa İzmir valisi iken (1269-1852) Amerika ile Avusturya arasında bir Macar sığıntısı meselesinden dolayı şiddetli bir anlaşmazlık meydana gelmişti.

Marten Kosta adındaki bu Macar sığıntısı Amerika uyruğuna gi­rip İzmir’de gezerken Avusturya konsolosunun emriyle tutuklanmış ve limanda bulunan Avusturya harf gemisine götürülerek hapsedilmişti. Bu olayı Amerika hükümetinin şiddetli bir protestosuna sebep olduğu gibi İzmir Limanında bir de Amerikan gemisi bulunduğundan iki harp gemisinin birbirlerine top atmak derecesinde düşmanlık göstermesine ve şehir halkının telaş ve heyecanına sebep olmuştu. Bâb-ı Âli ise hak­kı yerine getirmeye ve diplomasi yolu ile ara bulmaya ve mahalli hükümeti korumaya çalışacağı yerde Âli Paşa’yı çürütmek ve bir vilâyet idaresinde bile güçsüzlüğünü meydana çıkarmak için pek gevşek davrandı. Âli Paşa bu yaranın etkisi ile istifaya mecbur oldu.

Âli Paşa dördüncü defa Dışişleri Bakanlığına atandığı zaman (1273-1856) bakanlığa gelip memurların tebriklerini kabul etmemiş, bi­raz oturduktan sonra istifasını sunarak evine çekilmişti. Yakınlarına “Reşit Paşa beni İngiltere elçisi ile tutuşturarak zor duruma sokmayı düşünmektedir” demişti Reşit Paşa’nın ölümünden sonra ilk işi o elçi­yi İstanbul’dan kaldırtmak olmuştur. Bu hususta İngiltere hükümetine gönderdiği bildiride “İngiltere Devleti Osmanlı Hükümetini Rus Saldı­rılarından kurtarmak için Sivastapol seferini yaptığı halde Lord Strat­ford Redclif’in (eski Canning) saldırısı ile karşı karşıya bırakmıştır” cüm­lesi yazılı imiş.

Fuad Paşa Reşit Paşa’mn gözünde rakip olacak duruma henüz ulaşmamış idi. Sonradan Âli Paşa ile olan ilişkileri hiçbir zaman çekememezlik derecesine varmamış anlaşma halinde devam etmiştir.

Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere siyasi amaç ki devletimizin yükselmesidir, konusunda bir ağız ve bir görüşte olan üç­lerin ayrı karakterlerinden dolayı izledikleri yol ve usuller pek benzerlik göstermezdi. Ayni paralelde ve uygun olanları olduğu gibi birbirinden farklı ve birbirine uymayanları da vardı. Reşit Paşa ulaşmak istediği amacı kesin bir bilgin bakışı ile kestirerek elde edilmesi için gerekli tedbirlere güven ve cesaretle girişir ve önüne çıkan engelleri kuvvetli vuruşlarla yıkıp devirirdi. Hattâ başarıyı doğru yolda göremezse çarpık yollara sapmaktan bile çekinmezdi. Devlet adamı olma bakımından di­ğer ikisine de üstün idi.

Âli Paşa’nın uzak görüşlülüğü hocası kadar keskin olduğu halde ağır hareket eder, fazla ihtiyatlı, cesaretli ve yıkıcılık gücü az, doğru yol­dan ayrılmaya karakteri müsaid değildi. Mutedil ve muhafazakâr eği­limli idi. Devletin temelini sarsacak ve alışılmış usulleri geniş ölçüde değiştirecek işler yapmaktan çekinirdi. Bu akıllı ve ılımlı tutumundan dolayı devlete sağladığı faydalar inkâr edilemezse de içişlerdeki hiz­metleri Reşit Paşa derecesine varamamış, fakat diplomatlıkta ondan daha ileri olduğuna ve Bâb-ı Âli’nin dış politikasını en yüksek noktası­na çıkardığına, bilenler ağız birliği etmişlerdir.

Fuad Paşa, Reşit Paşa gibi bilgiç düşüncelere ve Âli Paşa gibi yavaş harekete ve ağır yürüyüşe iltifat etmez, hedefe süratle giderdi. Fakat yolunu iyice incelettirmediği ve pürüzlerini ayıklamadığı için sendelediği de olurdu. Bereket versin babasından miras olan açık kalp­liliği ilerisini gerisini pek düşünmeyen karakteri kendisini üzüntüye ve ümitsizliğe düşürmez ve bildiğinden şaştırmazdı. En son söyleyeceği sözü en evvel söylerdi. Bu huyundan dolayıdır ki rakiplerini uzaklaş­tırma konusunda iki öncekiler kadar şiddet taraftan olmamıştır.

Şurasını da ilave edelim ki memleketin iman bakımından üçü de gevşek davranmıştır. Fuad Paşa’nın İstanbul’da yangın yerlerinde cad­deleri genişletmek gibi önemsiz bir belediye hizmetinden başka büyük hizmetleri görülmemiştir.

Reşit Paşa’nın zevkinin inceliğine örnek olarak rahmetli Sahip Molla’dan naklederler ki Molla, gençliğinde rütbesinin yükseltilmesi do­layısıyla babasının tavsiyesi üzerine Reşit Paşa’ya teşekküre gitmiş. Ya­lıya yeni hasır döşenmiş. Sadrazamın odasına girdiğinde oda sarıya bo­yanmış, döşemeler ve perdeler hep sarı renkte kumaştan yapılmış; pa­şa kanarya sarısı şellaki entari ve üstüne sarı şam hırkası giymiş, ter­likleri san ve parmağında san yakut yüzük varmış. Bunu anlatırken rahmetli paşanın hangi odada oturduğunu da eliyle göstermiş. Orada bulunanlardan birisi “efendim böyle ince tabiatlı devlet adamımız el­bette şimdi yine vardır” demesi üzerine Sahip Bey “ey artık örtki ölem” cevabını vermiş.

Soylulukta Âli Paşa her ikisinin de altında idi. Bir aktar oğlu iken kapısını onlardan fazla açmış ve onların üstünde cömertlik göstermiş ve daha fazla para harcamıştır. Mısır Hidivi (İsmail Paşa) tarafından iki defa borçları ödenmiş olmasına rağmen ölümünde bıraktığı şeyler borcuna yetmemişti. Gerçi Reşit Paşa da sonraları Balta limaınındaki yalısını 50 bin kese kadar bir paraya karşılık devlete satmaya mecbur olmuştu. Amma gerek kendisi ve gerek Fuad Paşa mirasçılarına yeteri kadar servet bırakmışlardı.

Rahmetli Müşir (Mareşal) Fazlı Paşa’dan işitmiştim ki kendisi pa­dişah yaveri iken ferman götürmek göreviyle Bağdat’a gidip oradan Istabl-ı Âmire için beş on baş cins kısrak ve tay getirmiş. Bir tanesini de Âli Paşa’ya takdim etmiş. Bir kaç gün sonra kethüda efendiden bir dâvet kâğıdı aldığından sadrazamın konağına gitmiş. Âli Paşa’nın huzuru­na çıktığında hediyesinden dolayı pek fazla teşekkürlere ve “beni unut­madığınıza ne kadar memnun oldum, vefakârlık ve kapı yoldaşlığı böyle olur” gibi gönül alıcı iltifatlara boğulmuş. Kendisi bu kadar iltifatla bir tay değer diye düşünürken kapının arkasında kethüda efendi “size la­yık değil ama” diyerek eline, içinde 350 altın bulunan bir kese sıkıştırmış.

Hasan Paşa’dan da duyduğuma göre padişah yaverlerinden ve he­nüz teğmen iken bir şenlik akşamı sadrazama hemen ulaştırılmak üze­re eline mabeyn başkâtibi bir yazılı kâğıt vermiş. Akşama yakın ve ha­va yağmurlu imiş. Âli Paşa da hava tebdili için Bostancının üstünde bulunan bugün(2) Müşir Edhem Paşa mirasçılarının elinde bulunan köşkte oturuyormuş. Hasan Bey kayıkla Üsküdar’a geçmiş, süvari ka­rakolundan bir hayvanla yanma iki nefer alarak köşke gitmiş; vardı­ğında yazıyı sunduktan sonra bir müddet dinlenmesi için kendisine bir oda gösterilmiş ve önüne mükemmel hazırlanmış bir kahvaltı tepsisi ile bir bohça çamaşır getirilmiş. Çamaşırını değiştirip yemeği bitirinceye kadar ıslak çamaşır ve elbisesi kurutulmuş ve ütülenmiş olarak geri verilmiş. Tekrar giyinerek yazının cevabı olup olmadığını sormak için Âli Paşa’nn yanına girdiğinde “beyefendi ıslandınız ve yorulduğunuz, vakit de gecikti, fakat padişaha hizmet ayni zamanda nimettir” gibi gö­nül alıcı sözlerden sonra kapının önünde atlı askerlerini bulamamış ise de çift atlı bir faytonu hazır bulmuş. Çamaşır bohçası faytonun içinde imiş ve çıkarken kethüda efendi yüz altınlık bir keseyi eline sıkıştırmış.

Borçlu bir adam için cömertliğin ve ikramın bu derecesinin hoş olup olmadıklarını araştırmayacağım. Maksadım bu adamların yaşama tarzları hakkında bir fikir vermektir.

Fuad Paşa için yapılan konak sağlığında geri alındığı gibi (şimdi­ki) maliye nezareti(3) Âli Paşa için yapılan konak da ölümünden sonra bir gece mirasçılarından acele geri alınmıştı.

Üçlerin alafrangalıkla en fazla dile düşeni Fuad Paşa idi. Lakin rahmetli aldırmazdı. Âli Paşa halka dönük davranışlara yer vermedi­ğinden sadrazamlıkları halk tarafından iyi karşılanmazdı.

Reşit Paşa’nın beş oğlu olmuştu. Bunlardan Galip Paşa padişah­la akrabalığa kavuşmuş ise de bir gece Boğaziçi’nde bindiği kayığa bir şilep çarpmasıyla boğularak ölmüştü. Diğer oğlu Cemil Paşa üç defa Paris Büyükelçisi olmuş, Mithat Paşa’nın sadrazamlığı sırasında Dışiş­leri Bakam olarak İstanbul’a çağrılmış ve Rusya imparatorunun Bender’e gelişi dolayısıyla protokol gereği karşılama göreviyle deniz yolu ile gittiği bu yerden trenle dönerken vagonda birkaç saat içinde ölmüş­tür. Zeki, iyi huylu, kibar davranışlı ve henüz kırkbeş yaşında idi.

Âli Paşa’nın da üç oğlu kalmıştı. En büyükleri olan Ali Fuad Bey babasının burnundan düşmüş, eğitim, öğretim ve zekâ bakımından ba­basından üstün idi diyenler vardır. Gayet zayıf bünyeli olduğundan genç yaşında vergi emini iken ölmüştür. Mabeyn başkâtibliğinde ve Eğitim Bakanlığında da bir süre görev yapmıştı.

Fuad Paşa’nın oğulları Nazım ve Kâzım beyler anneleri gibi faz­la şişman olduklarından genç yaşlarında babalarının sağlığında kalpten ölmüşlerdir.

 

AÇIKLAMA LA R

     1 — Damad Mehmet Ali Paşa, padişah Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi Âdile Sultan’ın kocasıdır. Kapudan-ı derya ve sadrazam olmuştur. Kırım Savaşı sı­rasında birtakım kanunsuz harcamaları görüldüğünden bir müddet Kastamo­nu’ya sürgün edilmiştir.

    2 — Yazarın yaşadığı ve bu yazılan yazdığı sıralarda.

     3 — Bugün Beyazid’de Üniversite merkez binası yanında Eczacılık Fakültesinin bulunduğu binadır. Cumhuriyet devrinde evvela İstanbul Erkek Lisesi ve son­ra da Tıp Fakültesi askeri öğrencileri için pansiyon olarak kullanılmıştır.

 Konunun pdfsi için tıklayınız.

Kaynak: Abdurrahman Şeref Efendi, Tarih Musahabeleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985, Ankara. S.89-95.

  
879 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi31
Bugün Toplam590
Toplam Ziyaret1118832
Saat