Osmanlıdan Günümüze Sokak Hayvanları Meselesi ve Çözüm Önerileri
OSMANLI DEVLETİ’NDE HAYVAN HAKLARI VE SOKAK HAYVANLARI
Osmanlı Devleti’nde hayvan haklarına dair en eski belge ise III. Murat zamanına ait 17 Şubat 1587 tarihli Mühimme Defterinde bulunan hükümdür. Bu kararla özetle yük hayvanlarına fazla yük yükleyerek onların helak olmasına neden olan at hamallarının, semerleri eskimiş ve yıpranmış hâlde zayıf ve sakat hayvanlara taşıyabileceklerinden daha da fazla yük koymaması emredilmiştir. Bu fermana göre yük beygirlerine taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmemesi, sahiplerinden hayvanlarını iyi beslemeleri istenirken, hayvanlara tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklemek de yasaklanmıştı.
Metnin Türkçe Tercümesi : Sultan Üçüncü Murat'tan İstanbul Kadısı’na emirdir: "Mutluluklarla dolu makamıma gelen şikâyetlerden hasta, yaralı, nalsız ve semerleri harabolmuş bazı beygirlerin yük taşımakta kullanıldıklarını ve üzerlerine aşırı yük vurulduğunu öğrendim. Taşıma işiyle uğraşanların beygirlerine bundan böyle hayvanın tahammülünün üzerinde yük koymaları, sakat ve zayıf beygirleri kullanmaları yasaktır. Hayvanlar gayet iyi beslenecek, sahipleri beygirin ardından değil önünden yürüyecek, dağılmalarına ve etrafa zarar vermelerine mâni olacaklardır. Sana vaziyeti anlattıktan sonra şöyle buyuruyorum: Yukarıda söylediklerime her şekilde itaat edilmesini sağlayacak, emirlerime uymayanların isimlerini şerefli makamıma sunacaksın, ben de haklarından geleceğim! Buyruğumu kaydedecek, hammalların kethüdalarına emrimi duyuracak ve aksine davranmaktan kaçınacaksın...”
OSMANLI’DA HAYVAN SULUKLARI
Osmanlı zamanında yapılan binaların çoğunda kuşların ve diğer hayvanların yağmur suyundan içebilmesi için oyulmuş ve zemine yerleştirilmiş taşlar bulunmaktadır. Bu aslında Peygamberimizin hayvan sevgisinin Osmanlı Devleti’nde tezahürüdür. Ama maalesef son dönemde bu sevgi devam ettirilememiştir; aynı günümüze olduğu gibi. Osmanlı’da halk sokak hayvanlarını beslemesi için mancacı denilen kişilere para verir, yardım ederdi. Onlar da düzenli olarak sokakta aç kalan hayvanları beslerlerdi. Yemek ama bilhassa kedi, köpek yemeği için kullanılan manca ifadesi İtalyanca yemek fiili olan "mangiare"den gelmektedir. Bu gelenek Osmanlı'dan sonra da devam etmiştir. Mancacı, kedi köpek yiyeceği demek olan mancayı satar; dileyen, mancacıdan aldığı yiyecekleri hayvanlara verir, dileyen parasını verir mancacı onların yerine sokak hayvanlarını düzenli olarak beslerdi. 1800’lü yıllarda neredeyse ülkenin her bölgesinde mancacı görmek mümkündü. Bu insanlar manca sattıkları için sokaklarda ‘mancacı’ diye bağırmaları ile tanınmış, bu nedenle isimleri mancacı olarak kalmıştır. Köpek besleyicisi, hayvan besleyicisi gibi isimlerle de tarih kitaplarında adları geçmiştir. Bu kültür, yabancılar tarafından oldukça ilgi çektiği için sadece bu konu üzerine yazılan eserleri bulmak da mümkündür. Catherıne PINGUET “İstanbul’un Köpekleri” adlı eserinde mancacılık mesleği, Türk halkının hayvanseverliği ve merhametini konu almıştır. Günümüzde dahi Türklerin bu davranışları dikkat çekmekte ve birçok yabancı kanalda, Türklerin hayvanlara neden bu kadar önem verdiği gibi konular işlenmektedir. Mesleğin doğuşu, hayvanları beslemek için maddi kazanç elde etmek değildir. Bir kaynakta köpek yeminin herhangi bir şeyle takas edilebileceği anlatılmış ve bunun büyük bir keyif olduğundan bahsedilmiştir. Mancacılık mesleği, Osmanlı halkının tüm hayvanlara verdiği değerin ve onların yaşamlarını korumak adına halkın uğraştığının kanıtıdır. İstanbul’da 70’lere kadar bunlardan vardı. Özellikle cami önlerinde dururlardı; güvercinlere yem atar gibi onlardan mama alıp kedi köpekleri beslerdiniz. Cuma günleri çok iş yaparlardı. Hayır yapmak isteyenler onlara para verip düzenli olarak hayvanları besletirdi. Hem çöpe atılacak etlerin israf olmasına engel olur hem de hayvanları doyururlardı. İşkembe kelle ayak, paça, mançaaa' diye bağırırlardı. Sivriada , İstanbullular tarafından “Hayırsız Ada” olarak da adlandırılır. Denizin içinden itibaren yükselen bir tepenin denizin üzerindeki uzantısıdır. Denizden yüksekliği 90 metredir. Hayırsız Ada’nın güneyinde küçük bir limanı, bir de tatlı su kuyusu vardır. Bizans döneminde sürgün adası olarak kullanıldığı bilinmektedir. Antik çağlarda, inzivaya çekilmek isteyen keşişlerin de rağbet ettiği bir yer olarak tanınmaktadır. Adada, 10. yüzyıldan beri bir manastır vardır. Bugün sadece bazı kalıntıları kalabilmiştir. Peki bu adaya neden Hayırsız Ada denilmiştir? Osmanlı Devleti, tarihi boyunca hep hoşgörü politikası izlemiş öyle ki bu sadece insanlar için değil hayvanlar içinde geçerli bir politikaydı. Fakat her devletin tarihinin bazı dönemlerine damga vuran kara olaylar olduğu gibi Osmanlı’nın da tarihine 80 bin köpeğin Hayırsız Ada katliamı damga vurmuştur. İstanbul’un sokak köpekleri, 1910 yılında İttihat ve Terakki Fırkası’nın başa gelmesiyle Fransız bir firmanın parfüm/kimya sanayi için “İstanbul’un sokak köpeklerini toplayıp bize satın” demesiyle başlar. Köpekler Hayırsız Ada şimdiki adıyla Sivriada’ya bırakılır ve bir süre sonra açlık ve susuzluktan 80 bin köpek katlolur. Aslında bunun öncesinde de İstanbul’un sokak köpekleri dönem dönem talihsizlikler yaşamış. İlk olarak 2.Mahmut Döneminde İngiliz bir turist gece dolaşırken köpeklerden korunmak isterken köpekler tarafından saldırıya uğrar. Kaçarken yüksek bir yerden düşer ve ölür. Bunun üzerine İngiliz Hükümeti ültimatom verir ve Sultan 2.Mahmut köpekler için ilk emri verir: “Sokak köpekleri tez elden toplana, teknelere konula ve Sivriada’ya bırakıla!” İstanbullular bu köpeklere yıllardır alıştığı, sokaklarının bir parçası olan bu köpeklere sahip çıkar ve isyan ederler. “Köpekleri bırakın!” diye isyan eden halka Sultan 2.Mahmut kayıtsız kalamaz ve tekrar bir emir verir köpekler Sivriada’dan geri getirtilir. İkinci bir olay ise Sultan Abdülaziz zamanında gerçekleşir. O dönemde İstanbul’daki her 10 kişiye bir köpek düşecek kadar sayıları çoğalınca Sultan bundan rahatsızlık duyar toplatılması yönünde emir verir. Ethem Pertev Paşa’dan Şinasi’ye gönderme; Havlama! Bundan rahatsızlık duyan bir diğer kişi de Türk Edebiyatında “ilklerin adamı” olarak bilinen İbrahim Şinasi‘dir. Tasfir-i Efkar gazetesinde yazdığı İstanbul Sokaklarının Tenvir ve Tathiri makalesinde; sokak köpeklerinin ülkeyi kötü gösterdiğini, bunların azaltılarak yok edilmesi için erkek köpekler ile dişi köpeklerin ayrı ayrı bölgelere dağıtılmaları gerektiğini yazar. Buna karşılık olarak Ethem Petrev Paşa Mecmua-yı Fünun’da Avave (havlama) Name’de cevap verir. Paşa, bir filozofla (hakim) bir köpeği (kıtmir) konuşturmuş, Hayırsız Ada tecrübesini ve değişen bakış açılarını alaycı bir üslupla yazıya dökmüştür. Hakim, köpeğin içler acısı görünümüne bakıp “Vah vah! Biçare hayvan! Şu hayvanın acizlik ve miskinliğine ve insanların kudret ve gafletine bak!” diye acımalı ifadelerle söylenirken, köpek, kendisine yapılanları hatırlatırcasına ironik bir cevap verir: “Vah vah! Şu Adem insaniyyetten kopuşup hayvaniyyetde karar verdi!” Sultan Abdülaziz çağdaşlaşmak adına köpekleri toplatma kararı vermiştir ve köpekler toplanır bir kez daha Sivriada’ya sürgün edilir. Ama köpeklerin gidişinden hemen sonra İstanbul’un en büyük yangınlarından biri gerçekleşir. 5 Haziran 1870 Galata ve Beyoğlu semtinde 5 bin ev ve dükkan kül olur ve 150 kişi ölür. Halk yangınların sebebini köpeklerin adaya yollanması sonucu uğursuzluk getirdiğini söyler. Ayrıca köpekler olsa yangın daha erken fark edilir diye isyan ederler. Sultan bunun üzerine köpekleri tekrar getirtir. Köpeklerin Sultanı Abdülhamit Köpeklerin belki de en çok rahat ettiği dönem Sultan 2.Abdülhamit dönemi diyebiliriz. Bu dönemde “Mancacılar” meşhurdur. Mancacılık bir meslekti ve mancacı kedi ve köpek yiyeceği demek olan mancayı satar. İsteyen mancacılardan yiyecek alıp sokak hayvanlarını beslerdi. İsteyende mancacıya para verir ve onların yerine sokak hayvanlarını beslemesini sağlardı. Sultan 2.Abdülhamit sadece bununla kalmayıp bu dönemde kuduz salgını olmasına rağmen Louis Pasteur 27 Ekim 1885 yılında Paris Tıp Akademisi‘nde “Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma” adlı bir bildiri yayımlamış. Pasteur kuduz virüsü bulaşmış birinin tedavi olabileceği iddiasını ortaya atar. Fakat dönemin Avrupa‘sı destek vermez. Aynı bildiri 31 Ekim 1885 yılında İstanbul’da da yayımlanmış olması Sultanın dikkatini çeker. Fransa hükümetinin desteklemediği Pasteur’e Abdülhamit İstanbul’a davet eder. Yaşlı olduğu için yolculuk yapamayacağını belirtir. Fakat Osmanlı Sultanının göndereceği ekibin Pasteur tarafından eğitilmesi isteğini “Büyük bir şerefle” diyerek kabul eder. Mecidiye Nişanı ve 800 lira para gönderip laboratuvarını genişletip enstitü kurmasını sağlar. 7 aylık bir eğitimden sonra 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Darü’l-Kelp Tedavihanesi (kuduz tedavi müessesesi) kurulur. Ardından Bakteriyolojihane-i Osmaniye’de kuduz aşısının keşfinden 3 yıl sonra kuduz aşısı ve serum üretimine başlanır. Bu dönemde Mavroyani Paşa’nın araştırması “Sokak Köpekleri” ismiyle kitap haline geliyor ve o tarihlerde kuduz vakasına sık rastlanmamasının sebebi olarak ” serbest çiftleşme, sokak köpeklerinde doğal aşı yerine geçiyor!”
Köpekler için ölüm antlaşması 1908’de Abdülhamit tahttan indiriliyor. Yerine İttihat ve Terakki Fırkası gelir. Talat Paşa Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı 1910 yılında İstanbul tarihinin en büyük köpek katliamı yapılır. Fransız bir şirket parfüm/kimya sanayi için İttihat ve Terakki Fırkası’na bir öneri ile gelir: “İstanbul’un sokak köpeklerini toplayıp bize satın”der. Antlaşma her iki taraf arasında imzalanır. Halk köpeklere sahip çıkınca bu işi için serserilere ve paraya muhtaç kimselere verildi. Toplama sırasında Fransa’ya gönderilmek için Tophane‘ye getirilen 80 bin köpeği, halk baskın yaparak kurtardı. Hayırsız Ada’ya yolculuk başlar Fakat hükümet antlaşma gereği yeniden toplayıp tekrar Tophane’ye getirdiler. Hatta başlarına asker bile dikildi. Ancak Fransa’dan yükleme için bir türlü talimat gelmeyince besleme ve bakımları sorun olmaya başladı. Fransa’dan yanıt alamayan hükümet önce fiyatı indirdi, sonra bedava bile vermek istese de yükleme talimatı alınamadı. Burada bir süre daha köpekler beslendi. Fakat Fransa antlaşmayı fesih ettiğini söyleyince köpekler adada kaderlerine bırakıldı. Halk bir süre kendi imkanları ile teknelerle gelip besleme yapsalar bile mesafenin uzak olmasından dolayı zamanla vazgeçildi. Marmara denizinin İstanbul’a yakın tarafında bulunan Hayırsız Ada sadece bir kayaydı. Üzerinde dikili bir ağaç yoktu, hayvanların yiyecek bulabilecekleri büyük bir ada değildi. İstanbul’dan toplanan 80 bin köpek bu adaya bırakılarak ölüme terk edildi. Adaya bırakılan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladılar. O günlerde onların acı sesleri ve ulumaları İstanbul sahillerine kadar ulaşmaktaydı. Bir süre sonra ise sesler kesildi. Çünkü açlığa ve susuzluğa dayanamayarak öldüler. Köpeklerin çığlıklarını duyan İstanbul halkının, bu sesleri ölene kadar unutmadıkları rivayet edilir. Adadaki köpeklerin durumunu bizzat gözlemleyen Fransız bir gazeteci ise gördüklerini şöyle anlatıyor: Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku.. Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar… Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar… Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar… Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler…Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti; zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu…
Sivriada değil Hayırsız Ada Yaşanan bu acı olaydan sonra ülkede iki savaş yaşanır. İlki Libya, İtalyanlar tarafından işgal ediliyor. İkincisi ise Balkan Savaşı patlak veriyor. Bu olaylardan sonra binlerce kişi ölür. İstanbullular bunun sebebi köpeklerin katledilmesine bağlar ve bundan sonra Sivriada’ya Hayırsız Ada denilmeye başlanır. 1910 yılında Hayırsız Ada’ya sürülüp aç ve susuz kalan 80 bin köpeğin katliamıyla ilgili 2010 yılında kısa film yapıldı. Serge Avedikian tarafından yapılan Animasyon filmi “Chienne d’historie” , o yılın Cannes Film Festivalinde en iyi kısa film ödülü aldı. Sokak köpeklerini gelişmiş Batı kentleriyle karşılaştırdıkları İstanbul’un ulaşım, plan, altyapı gibi sorunlarından biri olarak değerlendiren, aşırı Batıcı ve modernist İttihatçılar 1908’de İkinci Meşrutiyeti’nin ilanının ardından bu düşüncelerini hayata geçirmeye başlamış, 1910 yılında sokaklardan toplattıkları on binlerce köpeği Hayırsızada’ya sürüp ölüme terk etmişlerdi. Sürgün çare olmayınca bu kez belediye ekipleri sokaklarda hayvanları toplu halde öldürmeye girişti. 1912’de göreve atanan İttihatçı Belediye Başkanı Dr. Cemil Topuzlu anılarında İstanbul’daki 30 bin sokak köpeğini “yavaş yavaş imha ettirdiğini” yazar. Yaşananlar hayvanseverleri çok üzse de, dönenim havası, “modernlik” gereği köpeklerin öldürülmesini meşru kılıyordu. Yine de bir grup yerli ve yabancı hayvansever, 1910 yılında köpekleri kurtarmak için çaba gösterdi. Hatta bir cemiyet kurma fikri de ortaya atıldı ama hayata geçirilemedi. 1912 yılında İstanbul’a gelen bir İspanyol kumpanyasının boğa güreşi düzenlemek istemesine karşı çıkan hayvanseverler birlikte hareket edip sonuç alınca Türkiye’nin ilk “hayvanseverler derneği” olan Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin kurulmasına karar verildi. Altıncı Daire-i Belediye adıyla anılan Beyoğlu Belediyesi’nde kurulan cemiyetin yönetiminde ileri gelen asker ve sivil bürokratlar da vardı ama faaliyetleri asıl yürüten kişiler İngiltere Büyükelçisinin eşi Lady Lowther (başkan), İngiltere Elçiliği Müsteşarı Doktor F. G. Clemow (veznedar) ve eşinin Robert Kolej’deki görevi nedeniyle 1902’de Türkiye’ye gelen Amerikalı Alice Manning’di (sekreter). Cemiyetin iki temel amacından biri, hayvanlara yönelik zulüm ve haksızlıkların önlenmesiydi. İkinci amaç ise, toplumda hayvan sevgisini arttırmaya yönelik çalışmalar yapmaktı. Cemiyet hayvanlara kötü davrananlara verilecek cezaların arttırılmasını, bu kişilerin teşhir ve ilan edilmesini, ayrıca yeni kanun ve düzenlemeler yapılmasını istiyordu. Cemiyet, köpek, horoz, deve ve koç gibi hayvanların dövüştürülmesiyle de mücadeleyi amaçlıyordu. Cemiyetin kurucuları arasındaki Mahmut Şevket Paşa ve halefi Said Halim Paşa’nın birbiri ardına sadrazam olmaları, köpek itlaflarını tamamen bitirmemişse de azaltmıştı. 1914’te 1. Dünya Savaşı patlak verince cemiyetin faaliyetleri durdu. Sokaklarda özgürce yaşayan köpekler için 1908 yılından itibaren her şey değişti. O tarihten sonra, bir an önce yok edilmesi gereken lüzumsuz varlıklar olarak görülmeye başladılar. Fotoğrafta, 20. yüzyıl başlarında İstiklal Caddesi’nde son iyi dönemlerini yaşayan köpekler görülüyor.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE SOKAK KÖPEKLERİ
Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, Türkiye Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’ni kuruldu. Faaliyetlerine 6 Mart 1924’te başlayan ve ilerleyen yıllarda sırasıyla Hayvanları Himaye Cemiyeti, Hayvanları Koruma Cemiyeti ve Hayvanları Koruma Derneği adını alacak olan cemiyetin az sayıda üyesi vardı. Emekli orgeneral Zeki Baraz başkanlığındaki cemiyet ilk zamanlarında, çay partileri düzenleyip hayvan sevgisini anlatmaya çalışan bir sosyal kulüp niteliğindeydi ve pek fazla görünür değildi. Cemiyetin ilk etkinliklerinden biri yük hayvanlarıyla ilgiliydi. 1924 yılının Eylül ayında, cemiyet üyelerinin şehrin çeşitli bölgelerine dağılıp yük taşımakta kullanılan hayvanlara kötü muamele edilip edilmediğini denetleyeceği açıklandı. İstanbul sokaklarında yaşlı ve perişan halde arabaya koşulmuş atlar görmenin çok sıradan olduğu o günlerde cemiyet müfettişleri uygunsuz bir duruma rastladığında belediyeye şikayet edecek, “hayvanlara hüsnü muamele edenlere” ödül verilecekti. 4 Kasım’da Adalar’daki altı eşek sahibine para ödülü verildi, bu faaliyet uzun yıllar devam etti. 14 Mayıs 1927’de cemiyet, sokak hayvanlarını zehir yerine “acısız, insani ve fenni bir yöntem” olduğunu savundukları gazla öldürmeyi ve yurtdışından gerekli donanımı getirtmeyi önerdi. Buna göre cemiyetin Nişantaşı’nda hizmete girecek hayvan hastanesinde bir gaz odası oluşturulacak ve belediyenin topladığı sokak hayvanları burada öldürülecekti. 25 Nisan 1927 tarihinde İstanbul’da ilk hayvan hastanesi açıldı.
Sokak havyanlarını öldürmek için dönem dönem farklı yöntemler kullanıldı. En popüler yöntem, en acı verici olan zehirlemekti. Aşağıdaki 1923 tarihli fotoğrafta Paris’teki benzeri görülen “havagazıyla zehirleme odası”, 1927’de İstanbul Hayvanları Koruma Cemiyeti Hastanesi’ne de kuruldu ve toplanan köpekler uzun yıllar burada öldürüldü. Fişekle öldürmek de sık kullanılan yöntemlerden biriydi. İstanbul aşığı olarak bilinen, kedi ve köpeklere düşkünlüğüyle tanınan Ahmet Rasim hem sokak hayvanlarının öldürülmesine hem de cemiyetin tavrına karşı çıkan sayılı yazardan biriydi. Cumhuriyet gazetesinde 25 Mayıs 1927’de yayımlanan yazısında şöyle diyordu: “İstanbul’da bir Hayvanları Koruma Derneği varmış! Köpeklerle kediler için, ‘Hiç merak etmesinler, ben kendilerini öyle gözleri dönerek, saatlerce çeneleri atarak, kol, bacak silkeleye silkeleye, kuyruk dikerek öldürmeyeceğim. Adi bir sandık içine koyacağım, içinden havagazı geçireceğim, bir an sonra gözlerini açıp bakacaklar ki ölmüşler, diyormuş. (…) Bu nasıl koruma? Tıpkı Avrupalıların, Asya ve Afrika’daki yerli insan topluluklarına yutturdukları korumaya benziyor.” 1927’nin Temmuz ayında hayata geçirilen bu uygulama, uzun yıllar Hayvanları Himaye Cemiyeti’nin ana faaliyetlerinden biri oldu. Bu durumu Cemiyetin yıllık raporlarından da izleyebiliyoruz. Örneğin 1929 yılı raporunda “Bir sene zarfında hastanemizde 3309 köpek, 807 kedi, 47 beygir insani bir tarzda öldürülmüştür” yazıyor. 1930 yılı rakamları ise 1309 köpek, 982 kedi, 27 at. O dönem Türkiye’deki hayvan hakları anlayışının bugünkünden farklı olması, cemiyetin böyle şaşırtıcı bir işe girişmesinin sebeplerinden biriydi. Ayrıca bugünkü gibi hayvanları kolayca kısırlaştırmak mümkün değildi ve günümüzdeki aşılar da yoktu. Diğer bir etken ise derneğin kuruluşundan itibaren vali ve belediye başkanın onursal başkan, ilçe kaymakamları ile belediye veteriner işleri müdürünün de doğal üye sayılmasıydı. Yani hayvanları öldürtmekten sorumlu kişiler de cemiyetle bir şekilde ilişki içindeydiler. Ama en önemli sebep kuduz korkusuydu. Tek bir kuduz vakası bile büyük panik yaratabiliyordu. Kuruluşundan beri sokaklarda ayı oynatılmasının yasaklanmasına da çalışan cemiyet, 1929’da bu amacına ulaştı. Ancak bu yasak kağıt üzerinde kaldı ve ayıların durumu 1990’lı yıllara kadar hayvan hakları savunucularının uğraştığı bir mesele oldu. Cemiyet 1930’da bu kez hayvan dövüşlerinin yasaklanmasını gündeme getirdi. Çok ilgi çeken deve ve horoz güreşleri, kentin göbeğinde, Taksim Stadı’nda yapılıyordu. Cemiyetin çabalarıyla 1934’te belediye, deve ve horoz güreşlerini yasakladı. Bu yasakla deve güreşlerinin sonu geldiyse de horoz dövüşleri gözden uzak semtlerde devam etti. 1930’lu yıllarda sokak hayvanlarının toplu itlafı da tam gaz sürüyordu. Belediye bir dönem araç eksikliğini bahane edip köpekleri yeniden zehirlemeye başladı. Cemiyet bu mazereti geçersiz kılmak için belediyeye köpek kıskaçları ve köpek arabası hibe etti. Özellikle 1937 yılı sokak hayvanları ve özellikle de kediler için çok zor oldu. Temmuz ayında kedilerin kuduz açısından köpeklerden daha tehlikeli olduğu gerekçesiyle bir katliama girişildi. İlk dört günde 2100 kedi öldürüldü. Üstelik bu kez yalnızca belediye ekipleri yoktu işin içinde. Kedi getirene para ödülü verildiği için sokaklarda kedi avı başlamıştı. 1939’da savaşın başlaması insanlar gibi hayvanlar için de zor günlerin başlangıcıydı. Binlerce kedi ve köpek yiyecek bulamadığı için öldü. Ekmeğin karneyle dağıtıldığı savaşın ilk yıllarında, yük hayvanları için çocuk karnesi veriliyordu fakat 1942’de bu karne kesilince birçok yük hayvanı da öldü. Hayvanları Himaye Cemiyeti’nin faaliyetleri savaş yıllarında da sürdü. 1940 ve 1941 senelerine ait cemiyet raporlarındaki rakamlara göre iki yılda 9 bin 500’ü köpek 15 bini kedi olmak üzere 25 bin hayvan cemiyet hastanesinde öldürülmüştü. Hastanede bu süre boyunca tedavi edilen hayvan sayısı ise 20 bindi. 1950’li yıllarda faaliyetleri aynı çizgide devam eden cemiyet, 28 Nisan 1950’de Bakanlar Kurulu kararıyla kamu yararına çalışan dernek statüsü aldı. 1934’te Hollanda Büyükelçisinin eşi öncülüğünde kurulan Ankara Hayvanseverler Cemiyeti kısa ömürlü olsa da, 12 Aralık 1945’te Ankara Hayvanları Sevme ve Yardım Cemiyeti adlı yeni bir cemiyet kurulmuş ve böylece Türkiye’deki hayvansever örgütü sayısı ikiye çıkmıştı. 1950’li yıllardan itibaren Anadolu’da da birçok şube açıldı. Ancak bu durum pek bir şeyi değiştirmedi. Siyasetçilerde, basında ve halk arasında yeterli duyarlılık olmadığı için hayvanseverlerin faaliyetleri marjinal bir uğraş olarak algılanıyordu. Günümüzde de epey yandaşı olan bu düşünce sahipleri, hayvanseverleri tuzu kuru, zengin, yapacak işi gücü olmadığı için canı sıkılan ve boş işlerle uğraşan, halkın dilinden anlamayan, sosyetik tipler olarak karikatürize ediyordu. İlk zamanlarında, çay partileri düzenleyip hayvan sevgisini anlatmaya çalışan bir sosyal kulüp niteliğinde olan Hayvanları Koruma Cemiyeti, her yıl yapılan faaliyetlerin anlatıldığı bir rapor yayımlıyordu. Hastanesinde ücretsiz tedavi ve ameliyat hizmeti de veren cemiyet, uzun yıllar Şişli Nigar Sokak’taki merkezinde hizmet sundu. Murat Toklucu arşivi 1950’ler büyük kentlere yoğun göçlerin yaşandığı yıllardı. 1950’de 1 milyon 166 bin olan İstanbul nüfusu 1960’da 1 milyon 882 bine ulaşmış; yani kentte yaşayan insan sayısı on yılda yüzde 50 artmıştı. Bu anormal artışın sonucu kaçınılmaz olarak şehrin dört bir yanında gecekondu mahallelerinin oluşmasıydı. Bu da sokak hayvanlarının ve özellikle başıboş köpeklerin sayısının artmasına sebep olmuştu. İstanbul Belediyesi’nin 13 Ağustos 1959 tarihli açıklamasında, kentteki kedi-köpek sayısının 100 bin olduğu, civar kasaba ve köylerden getirilen sürülerin ya da süttaşıyan yüzlerce at arabasının peşine takılan hayvanların geri dönmeyip İstanbul’da kalmasının büyük sorun yarattığı vurgulanıyordu. Tek çarenin köpeklerin toptan yok edilmesi olduğu öne sürülen açıklamaya göre ikinci sorun, kasaplık hayvanların kesim yerlerinin bulunduğu Sütlüce ve Haliç mıntıkaları, Topkapı, Yenikapı, Eyüp, Mecidiyeköy, Ahırkapı, Selimiye ve Beylerbeyi’ndeki mezbelelikler ile binlerce askerin karavana artıklarının atıldığı Davutpaşa ve Rami kışlaları civarındaki kalabalık köpek gruplarıydı. Belediyelerin sokak hayvanlarını öldürmeye devam ettiği 1960’lı yıllar, bizde değilse de ABD ve Avrupa’da militan hayvan hakları hareketinin yükseldiği dönem oldu. 68’in devrimci dalgası hayvan hakları aktivistlerini de radikalleştirmiş, hayvan hakları konusunu hayvanseverlik meselesi olmaktan çıkarıp bambaşka bir zemine oturtmuştu. 1970’li yıllarda ivmesi yükselen bu mücadelenin sonuçlarından biri de 15 Ekim 1978’de Paris’te UNESCO Evi’nde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi oldu. Bütün türlerin eşitliği temeli üzerine kurulu bildirge, evrenin insan merkezli bir hiyerarşiyle düzenlenmesini reddeder. Plansız büyüme ve aşırı nüfus artışı gecekondulaşmayı, binlerce gecekondu da başıboş köpeklerin sayısının artmasına sebep oldu. Fotoğraf: Tulay Divitçioğlu, 7 Şubat 1975. Cumhuriyet gazetesi arşivi. Kuduz paniği dönemleri köpekler için en kötü zamanlardı. Türkiye kendi iç çalkantılarıyla uğraştığı için bu gelişmeler sıcağı sıcağına karşılık bulmadı. 12 Eylül sonrası, 1982’de darbeciler tarafından belediye başkanı olarak atanan Abdullah Tırtıl’ın döneminde yeni bir kedi-köpek katliamı dalgası başladı. Bazı gazetelerin sorumsuzca yapılmış haberleri 1983’ün yaz aylarında büyük bir kuduz paniği yaratmıştı. Temmuz ayında 26 ekibin gece gündüz sokak hayvanlarını öldürmeye başladığını açıklayan başkan Tırtıl, kuduzla mücadele için giriştikleri bu işte vatandaşlardan da destek isteyince iş çığrından çıktı. Kedileri koyduğu çuvalın ağzını bağlayıp denize atanlara bile rastlanıyordu. 1980’li yıllar sokak hayvanları açısından korkunç bir dönem oldu. 1984’te İstanbul Belediye Başkanı seçilen ve “Kore’den adam getirtip sokak köpeklerinin hepsini yedireceğim” gibi şeyler söyleyen ANAP’lı Bedrettin Dalan başta olmak üzere birçok sağcı belediye başkanı, kuduz tehlikesini gerekçe göstererek İttihatçı başkan Cemil Topuzlu’yu aratmayacak barbarlıklara imza attılar. En karanlık yıl 1987’ydi. Dalan, Kore’den adam getirtme projesini hayata geçirememişti ama belediye ekipleri yaz boyunca kedi köpek avındaydı. İzmir’de belediye başkanı Burhan Özfatura ile vali Vecdi Gönül, kedi ve köpek itlaf kampanyası başlatıp halktan destek istiyor; Temmuz ayında Bursa Belediye Başkanı Ekrem Barışık’ın 1747 kedi ve köpeği fırında diri diri yaktırdığı ortaya çıkıyordu. 1989’da büyük kentlerde belediyelerin çoğu el değiştirince katliamlar hız kesse de durmadı. Nisan ayında, Tokat’ın iki haftalık belediye başkanı İsmet Saraçoğlu, hayvanat bahçesini kapatıp 400’e yakın hayvanı öldürttü. DYP’li Saraçoğlu, düzenlediği basın toplantısında katliam değil tasfiye yaptırdıklarını söyledi. “Yalnızca dört tilki ve dört kurdu öldürdük” diyen Saraçoğlu, develeri, ceylanları ve “eti yenilmeye müsait” kanatlı hayvanları kestirip kasaplara satmasını öldürmekten saymıyordu. Yalnızca iki domuz ve bir sansar paçayı kurtarmıştı; başkan domuzu “eti murdar olduğu için” kesmediklerini açıkladı ama sansarın durumuna açıklık getirmedi. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde hayvansever organizasyonlarda da değişiklikler yaşanmaya başlamıştı. 12 Eylül öncesi siyasi gruplarda bulunmuş insanların da dahil olduğu yeni çevre ve hayvan hakları örgütlerinin ortaya çıkması ve bu örgütlerin güçlü uluslararası bağlar kurmaya başlaması değişimin en önemli sebebiydi. Batıdan 20 yıl sonra olsa da artık hayvanseverlikten hayvan hakları savunuculuğuna geçiliyordu. Hayvan hakları mücadelesine güç katan yeni oluşumlar ve uluslararası bağlantılar ilk meyvesini sokakta oynatılan ayılar konusunda verdi. 1992 yılında Dünya Hayvanları Koruma Vakfı’nın (WSPA) sağladığı bütçeyle ayılar için Bursa’da bir barınak oluşturuldu ve 1993’ten itibaren sokaklarda ayı oynatmak kesin olarak yasaklandı. ( Hayvanseverlerin çabası sonucu sokaklarda ayı oynatmak 1929’da yasaklanmıştı ama yasak uygulanmamıştı.) Uzun mücadeleler sonucu çıkan bu karar, Türkiye’deki hayvan hakları savunucularının ilk zaferi olmasının yanı sıra hayvanlar için barbarlık ve vahşetle geçen yirminci yüzyılın en güzel haberlerinden biriydi.
DÜNYADA HAYVAN HAKLARI VE TÜRKİYE Hayvan haklarına yönelik mücadeleler 18. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi, 15 Ekim 1978 tarihinde Paris’te UNESCO merkezinde ilan edilmiştir. 14 maddeden oluşan Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi, yaşayan bütün canlıların doğal haklara sahip olduğunun ve insanoğlu tarafından hayvanlara saygı gösterilmesinin, bir insanın diğerine gösterdiği saygıdan ayrı tutulamayacağının altını çizmektedir. Bu bağlamda, hayvanlara kötü muamele edilemeyeceği veya zalimane davranışlarda bulunulamayacağı, eğer bir hayvanın öldürülmesi gerekiyorsa, bunun bir anda, acısız ve korku yaratmaksızın yapılması gerektiği, bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvanın uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahip olduğu, hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acı çekmeye sebep olan deneylerin hayvanların haklarının ihlali olduğu, vahşi hayvanların da yaşama hakkına ve kendi doğal çevrelerinde özgürce üreme hakkına sahip olduğu, ölü bir hayvana bile saygıyla davranılması gerektiği, hayvanların kendilerine özgü yasal statüleri ve haklarının hukuk tarafından tanınmak zorunda olduğu, hayvanların güvenliğinin koruma altına alınmasının devlet örgütleri düzeyinde temsil edilmesi gerektiği vb. gibi hayvan haklarına ilişkin temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Bu konuda önemli bir diğer uluslararası belge de 1987 yılında imzaya açılmış olan Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’dir. 16 AB üyesi devletin taraf olduğu Sözleşme’yi, Türkiye 2003 yılında kabul etmiştir ve bu Sözleşme’nin 3. Bölümünün 12. maddesi sahipsiz hayvanlara yöneliktir. Sözleşmeye taraf olan ülkeler sokak hayvanlarına yönelik yasal ve idari tedbirleri almakla yükümlüdürler. Sahipsiz köpekler ya da diğer bir tabirle başıboş sokak köpekleri başta Avrupa’nın Akdeniz kıyısındaki ülkeler olmak üzere birçok gelişmiş ülkede temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre 1990 yılında, dünya üzerindeki köpek sayısının 500 milyon olduğu (insan nüfusunun 10’da biri kadar) ve bunun yüzde 75’inin de başıboş olduğu tahmin edilmektedir. Araştırma sonucunda Avrupa ülkelerinin birçoğunda başıboş köpeklerin itlafına çok az rastlandığı; daha çok kısırlaştırma ve barındırma yöntemlerinin tercih edildiği görülmüştür. Başıboş köpeklerin kısırlaştırılması ile sokak hayvanları sadece geçici bir süre için barınaklarda tutulmaktadır. Bu süre zarfında sahibi bulunamayan ya da yeniden sahiplendirilemeyen hayvanlara, veteriner hekimler gözetiminde ötenazi uygulanabilmektedir. Bu durum, hayvanların sağlıklı ve genç olup olmadığına bakılmaksızın itlaf edilmesi sonucunu doğurması nedeniyle hayvanseverler tarafından sıkça eleştirilmektedir. (Avrupa Birliği Bakanlığı, 2011, s.7) Ülkemizde, hayvan hakları 2004 yılında çıkarılan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında yeniden düzenlenmiştir. Bu kanun, tüm hayvanların eşit olduğunu ve kanun hükümleri çerçevesinde yaşama haklarına sahip olduklarını belirtiyor. 5199 sayılı kanuna göre; evde hayvan besleyen kişiler, evde bulunan hayvanı belediyeye bildirmek ve kaydettirmek ile yükümlüdür. Hayvan sahipleri hayvanı beslenemeyeceği ya da yaşaması için hayvanın türüne uygun iklimin olmadığı bölgelere terk edemez. Yani hayvanını sahiplendirebilir ya da hayvan bakımevlerine bırakabilir. Ayrıca, evde beslenilen hayvanın kaybolması ya da vefat etmesi durumunda da en geç 7 gün içerisinde belediyeye bilgi verilmelidir. Kanun, petshop’larda bulunan ve ticareti yapılan hayvanların uygun koşullarda yaşamaları gerektiğini de vurguluyor. Ülkemizde, her sene hayvan hakları ihlallerinde ödenmesi gereken ceza bedelleri Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından belirlenip açıklanıyor. Kanun kapsamında illerde Hayvanları Koruma Kurulu bulunuyor ve bu kurulun görevleri arasında hayvanların korunması ve hayvan sahiplerinin kanunda belirtilen görevleri yerine getirip getirmediğinin denetlenmesi de yer alıyor. Ülkemizde hayvan hakları ihlali durumda hapis cezası yaptırımı bulunmuyor ancak para cezası uygulanıyor. Bu konuyla ilgili kanun düzenlemeleri sık sık gündeme geliyor ve hayvan dostlarımızın daha iyi koşullarda yaşamaları için gerekli düzenlemeler yapılmaya devam ediliyor. Hayvanları Koruma Kanununda Yapılan Değişiklikler Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair kanun, TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonunda kabul edildi. Bu değişiklik kapsamında görülen en büyük değişiklik, getirilen hapis cezaları oldu. Buna göre evcil hayvanı kasten öldüren kişi 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezasına mahküm olacak. Değişiklikler sonucu alınan en radikal karar hayvanlara karşı yapılan işkence, acımasız ve zalim muamele, cinsel saldırı gibi durumlar kabahat kapsamından çıkarılıp suç niteliğine kavuştu. Evcil Hayvan Sahiplerinin Sorumluluğu Artırılacak Yapılan değişikliklere göre evcil hayvan sahiplerinin (kedi ve köpek için geçerli) hayvanlarını 2022 yılının son gününe kadar dijital kimlik yöntemleriyle kayıt altına alma zorunluluğu getirildi. Bu kurala riayet etmeyenler için hayvan başına 1200 lira ceza öngörüldü. Hayvan sahiplerinin sorumluluğunun genişletilip başına buyrukluğun engellenmesi içim evcil hayvanın terk edilmesi yasaklandı. Hayvan başına 2000 lira ceza öngörüldü.
Hayvan Hastaneleri ve Bakımevleri Hükme Bağlanacak Yerel yönetimler ilgili karar organının onayıyla hayvan hastanesi açabilirken, ayrıca gönüllü kuruluşlarla iş birliği halinde hayvan bakımevleri kurabilecek. Hayvanları koruma kapsamındaki idari para cezaları artırıldı. Cayrıdıcı Para Cezaları Artırılacak Bir hayvan neslini yok etmeye yönelik faaliyette bulunanlara 35.000 lira ve yetki dışı hayvan deneyi yapanlara 4500 lira idari para cezasına hükmedilecek. Hayvanları ticari amaçla film ve reklam çekiminde kullanırken kuralları ihlal edenlere 5000 lira para cezası uygulanacak. Kurban kesimi sırasında kurallara aykırı davranan ve hayvanlara acı çektirenlere 5250 lira para cezası uygulanacak. Kasten Öldürmenin Cezası Hapis Olacak Evcil bir hayvanın kasten öldürülmesinin cezası 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezası oldu. Nesli yok olmakta olan bir hayvanı öldüren kişi için 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bir hayvan neslini yok eden kişi için 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası uygun görüldü. Hayvanlara cinsel saldırı ve tecavüzde bulunan kişi 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ve 100 günden az olmayan adli para cezasına çarptırılacak. Hayvan dövüştüren kişi 3 aydan 2 yıla kadar hapis veya adli para cezası ile yükümlü olacak. Melez Üretimi ve Yunus Parkları Yasaklanacak Kara ve su sirkleri, yunus parkları gibi işletmeler yasaklandı ve işletmelerin tasfiyesi için 10 yıl süre tanındı. Pitbull Terrier, Japanese Tosa, Dogo Argentino, Fila Brasilerio gibi türleri veya bu türlerin melezlerini üretmek, sahiplendirmek, sergilemek, satışını yapmak yasaklandı ve cezası 11.000 lira olarak belirlendi. Bakanlıkça izin verilmeyen yerlerde kedi ve köpek satışı yapılamayacak ve bu hüküm 1 yıl sonra yürürlüğe girecek. Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında yapılan değişiklikler 14 Temmuz 2021 itibariyle yürürlüğe girmiş ve Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
SOKAK KÖPEKLERİNİN REHABİLİTASYONU VE SOKAK HAYVANLARI SORUNUNA BİLİMSEL YAKLAŞIM SORUNU Bilhassa köpeklerin pek nadir de olsa insanlara saldırması ile gündeme gelen sokak hayvanları sorunu aslında ülkenin diğer temel sorunları gibi sorunla yüzleşince gündem olup sonrasında unutulan ve buzdolabına atılan sorunlardan biri. Kadın cinayetleri, işçi ölümleri, tacizler, uyuşturucu, trafik kazları ve bunun gibi uzayıp giden sorunlar. Sorunlar çok olduğu gibi gerçekten de uzayıp gitmektedir. Çünkü bu sorunları çözecek irade olmadığı gibi çözüm üretecek bir eğitim tarzı da maalesef veremiyoruz. İşte uzayıp giden çok sayıda sorun ve bunların uzayıp gitmesi aslında asıl sorunun eğitim olduğunu gösteriyor. Çünkü sorun lokal değil, genel. Genel olan bütün sorunların kaynağında eğitim vardır. Bu sebeple uzun vadeli bu sorunları ancak eğitimle çözebiliriz; sokak hayvanları da aynı şekilde. Sokak köpekleri sorununun ortaya çıkmasında sosyolojik bazı gelişmelerin de etkisi var. Özellikle hızlı şehirleşmeyle birlikte kırsal kesimden şehirlere göç meydana gelmiş ve kırsal kesimin hayvanlara bakışı şehirlere transfer olmuştur. Ve bu bakış maalesef pek olumlu değil. Bunun yanında kırsal kesimde rahat rahat özgürce dolaşan binlerce köpek sahipsiz kalmış ve bu köpeklerin bir kısmı şehirlere salınmış ve bu köpekler zamanla kontrolsüz bir şekilde çoğalmışlardır. Buna bir de çeşitli heveslerle sahiplenmiş köpeklerin ( köpek besleme kültürü oluşmuş ailelerin bunda büyük payı var) bir süre sonra sokağa salınmasının da büyük bir etkisi var. Yukarıda da ifade ettiğim gibi evcil hayvan besleme kültürü gelişmediği için belediyelerin de bu konuda yeterli çalışma yapmadığı ve bu konuya hazır olmadığını anlamak için de çok zeki olmaya gerek yok. Hiç unutmuyorum bir sağ partinin yönettiği belediyenin sokak hayvanlarıyla ilgili insanlık dışı muamele yaptığına dair bilgi alan bazı hayvanseverler belediye önüne protesto için gelmişlerdi de, belediyeyi koruma iç güdüsü ile hareket eden bazı muhafazakar aileler bu hayvanseverlere tepki göstermişlerdi. Hatta bir bayan, “Gusül abdesti olmayan bize hayvan sevgisi öğretemez” gibi bir ifade kullanmıştı ve ben (çevremde muhafazakar biri olarak görülürüm, her ne kadar insanları bu şekilde kategorilere ayırmayı doğru kabul etmesem de) çok üzülmüştüm. Üzülmüştüm konunun gusül abdestiyle bir alakası yoktu. İkincisi karşısındakini itham ediyor. Onun abdestli olup olmadığını nereden biliyorsun ya da sana ne. Maalesef muhafazakarların bir kısmının bakış açısı buna yakın. Bu konuyu bir karşıtlık üzerinden değerlendiriyorlar. Fakat bu konuda buna yakın bir tavrı hayvanseverliklerinden şüphe etmediğim insanlarda da var maalesef. Bu sebeple de birçok sorun bu önyargılı davranışlar yüzünden çözülemiyor. Tabii şunu da ifade etmek lazım, muhazakarların her tavrını onların dini anlayışlarına dayandırmak da yanlış. Kişinin başka hassasiyeleri de olabilir. Bunu sol siyasi eğilimde olanlar için de söyleyebiliriz. İlla her davaranışımız dini veya ideolojik anlayışımıza dayalıdır denilemez. Bu sebeple bu yaklaşımı terketmeliyiz. Farklı fikir ve düşünce de olsak dahi ortak noktalarda buluşabiliriz. Sokak köpekleriyle ilgili bir diğer husus psikolojiktir. Birçok kişide köpek fobisi vardır. Bu korkularda köpeklere karşı önyargıları artırmaktır. Bu korkuyu da hayvan severlerin anlayışla karşılamaları lazım. Köpeklerden kaçmanın ve bunun getirdiği olumsuz sonuçların ortaya çıkması, sokak köpeklerine karşı olumsuz yaklaşımları daha da güçlendirmektedir. Aynı şekilde hayvan severlerin çoğunlukla duygusal ve tepkisel yaklaşımları karşıtlıklara yol açmakta ve sorunun çözümünü zorlaştırmakta ve istemeden de olsa sokak köpeklerinin hayatını daha da zorlaştırmaktadır. Aynı şekilde köpeklerle daha önce hiç tanışmamış olan çocukların korkuları yüzünden pek çok aile koruma içgüdüsü ile sokakların köpeklerden arındırılmasını istemektedir. Fakat bu tür yaklaşımlar ne kadar sağlıklı ve bilimseldir iyice düşünmemiz gerekir. Her korktuğumuz şeyin hayatımızdan çıkmasını istersek bunun sonu gelmez. Önemli olan bu psikolojiyi yenmektir. Bunun da yolu bu korkularımızla mücadele etmektir. Yukarıda ifade ettiğim düşünceler benim şahsi fikirlerim. Eksik, yanlış ve birilerini inciten bölümleri olabilir. Fakat birilerine karşı bir ön yargı ve düşmanlık düşünceyle ifade ettiğim düşünceler değil. Ben ‘sokak hayvanları en az zararla bu süreçten kurtulsunların’ peşindeyim.
SOKAK HAYVANALARINI REHABİLİTE ETME VE HAYVAN SEVGİSİ KONUSUNDA TOPLUM EĞİTİMİ
Sokak Hayvanlarıyla ilgili olarak iki çözüm var: Birincisi kısa vadeli ikincisi uzun vadeli. Kısa vadeli çözüm birkaç yıl sürecek bir çözüm (onun aşamalarını birazdan anlatacağım), ikincisi uzun vadeli yani toplumsal değişimi sağlayacak eğitim çözümü. Uzun vadeli çözümde yapılacak olan okullarda hayvan sevgisinin uygulamalı olarak verilmesi. Bugün sokak köpeklerine yapılan zulmün, kötü muamelelerin ve hiç de insani olmayan barınakların kökeninde sevgisizlik olduğu kadar, hayvanlardan korkunun da büyük etkisi vardır. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” diye bir söz var, aynen öyle. Birçok aile çocuğu hayvanlardan korkuyor diye en kolay çözümü hayvanların barınaklara tıkılmasında görüyor. Korkulacak hayvanlarda olabilir. Ona da çözüm yolları bulunabilir, ama yapılacak olan bütün hayvanları barınaklara tıkmak değildir. Ben bulunduğum ilçedeki barınağa ziyaret ettim, ama maalesef içler acısıydı. Ama birçok kişi bu barınakları bu haliyle yeterli görebiliyor. Halbuki bu da maalesef birçok şeyimizde olduğu gibi standartların çok altında. İnsanoğlu o kadar geniş bir alana yayılmış ki diğer canlılara yer bırakmamışken bu hayvanların küçücük barınaklarda yaşamasına rıza gösterebiliyor. Halbuki onların da geniş alanlarda koşmaya, oynamaya hakkı var. Çünkü bu dünya hepimiz için yaratılmış; sadece insanoğlunun tekeline verilmemiş. Kaldı ki o canlılar olmadan hayatını idame ettirebilmesi mümkün olmadığı gibi, hayatı onlar olmadan renklendirebilmesi de mümkün değil. Düşünün kuşların, arıların, köpeklerin, kedilerin, yılanların vs. olmadığı bir dünya ne kadar tekdüze ve renksiz olurdu. Hayatın devamını sağlayan daha önemli fonksiyonlarını saymıyorum bile.
MUHAFAZKÂRLARIN SOKAK KÖPEKLERİYLE İMTİHANI (BU BAŞLIK ASLINDA BİRAZ DA KENDİMİ SİGAYA ÇEKME BAŞLIĞIDIR)
Özellikle böyle bir başlığı atmamın bir sebebi var. Çünkü muhafazakar insanların hayvan hakları ve bilhassa sokak köpekleriyle ilgili bakış açıları maalesef iyi değil. Bu konuda yeterli duyarlılıkları yok. Bakış açısı şu: Peygamberimiz köpeklerin evde beslenmesine sıcak bakmamış. Halbuki Peygamberimiz hayvanlara iyi muamelenin insanı Allah rızasına ve cennete götüreceğini de ifade etmiş. Niçin bunu tercih etmiyoruz? Kaldı ki, Peygamberimizin evde köpek beslemeye sıcak bakmaması, sokak köpeklerine kötü muameleye gerekçe olabilir mi, ya da sokak köpeklerinin rehabilite edilmemesine ve hayatımıza katılmamasına? Peygamberimizin hayvan hakları konusundaki hassasiyeti ballandıra ballandıra anlatılır (ki öyledir) ancak iş uygulamaya gelince kimse elini taşın altına koymaz. Bu konuda genelde elmalarla armutlar da karıştırılır. Domuz etinin haram olması ile domuzu sevme konusunu karıştırdığımız gibi. Halbuki Yunus’un dediği gibi, “Yaradılanı severiz, yaratandan ötürü.” Yine de geçmişe göre muhafazakar insanlar bu konuda mesafe katetmişlerdir diyebiliriz, ama yeterli değil. Bugün birçok belediyede barınaklar yapılmış, ama çoğunluğu yeterli standartlarda değil. Kaldı ki sokak köpeğinin yeri barınak değil, sokak olmalı. Bizler onlarla beraber yaşamayı öğrenmeliyiz. Yukarıda ifade ettiğim gibi muhafazakar insanların bakış açısı genelde bu hayvanların hapsedilmesine dayalı olduğu için bilhassa sağ iktidarların yönettiği belediyelerde bu konuda insani standartları görmek pek de mümkün değil. Genelleme yapmak istemiyorum, ama genelde böyle. (Ne demişler: Her genelleme hatalıdır, bu genelleme bile.) Benim gibi muhafazakar kökenli olduğu söylenen ( her ne kadar ben insanların bu tür kategorilere ayrılmasını hoş görmesem de) insanların handikapı köy kökenli olduğumuzdan (köylüleri küçümsediğim anlaşılmasın, ben de köy kökenliyim) köpeklere bakış açımız kırsal kesimdeki şartlar ve onun bakış açısı ile daha önce ifade ettiğim ‘Peygamberimiz köpeklerin evde beslenmesine sıcak bakmıyor’ anlayışının ötesine geçemiyor. Kırsal kesim demişken, köydeki köpekler daha saldırgan olur; evini ve sürüsünü koruma içgüdüsüyle hareket eder. Köyde çobanlık yapan biri olarak bunu bizzat yaşadım. Onun için atalarımız ne demişler: “Köpeksiz köy gördü de değneksiz geziyor.” Köydeki köpeklerin bir davranışı da motorlu araçlara saldırmaları ve onunla koşmaları. Fakat bu davranışlar günümüzde bayağı azalmış durumda. Köylerdeki araç sayısının artması ile birlikte köpekler eskisi kadar motorlu araçlara saldırmıyorlar. Tabii ki bu hayvan davranışları konusunu teşkil ediyor ve bilimsel bir araştırmayı gerektiriyor. İnternette bir araştırma yapayım dedim, maalesef sokak köpekleriyle ilgili bir tane bile akademik teze rastgelemedim. Sokak hayvanlarıyla ilgili makale var, ama sokak köpekleri gibi daha lokal bir çalışma maalesef yok. Bu konu da demek ki herkesin eksiklikleri var. Ama muhafazakarlar açısından bakarsak, muhafazakar insan bu konu nasıl çözülür ona bakmalı. Peygamberimiz ne diyor: “Allah işini mükemmel yapanı sever.” Bu işi en mükemmel nasıl çözeriz ona bakmalı. Bunun dışında muhafazakarların bir diğer bakış açısı da batı karşıtlığı üzerinden. Batı karşıtı söylemler sokak köpeklerini bile etkileyebiliyor. Batının dünyada zor durumda olan insanlara yardım etmek yerine hayvanlara bu kadar duyarlı olmaları iki yüzlülük olarak görüldüğü için tepkisel ve refleks yaklaşımlara yol açabiliyor. Halbuki bu konu tamamen insani bir durum. Kaldı ki bugün Avrupa’da gerek insan hakları standartları, gerekse hayvan hakları standartları çok yüksek. Çünkü Avrupa toplumu (siyasetten bağımsız olarak) iyi eğitimli ve bu konularda da çok duyarlı. Empati kurmak açısından muhafazakarlar olaya şu şekilde de bakabilirler. Diyelim ki Hz. İsa (a.s) köpeklerin evde beslenmesine sıcak bakmıyor. Bu durumda Hıristiyanlar nasıl davranırlardı? Herhalde buna karşı en güzel çözümü getirirlerdi. Önemli olan şartlar ne olursa olsun, soruna en insancıl ve en mükemmel çözümü getirebilmektir. Aslında konu sadece sokak hayvanları meselesi değil, bir bakış açısı meselesi. Hangi konuya çözüm odaklı ve bilimsel yaklaşabiliyoruz ki!
SOKAK HAYVANLARINI REHABİLİTE ETME İÇİN ÖNERİLER Sokak köpeklerinin daha insancıl bir ortamda yaşayabilmesi için daha komplike ve daha bilimsel bir yaklaşım kaçınılmazdır. Benim bu konudaki önerilerim hayvan hakları yasalarına dayalı olarak, belediyeler, sivil toplum kuruluşları, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu Uygulama Yönetmeliği 11. Maddesinde yetki ve sorumlulukları belirlenmiş olan ‘’Yerel Hayvan Koruma Görevlisi’’ ve halk işbirliği ile yapılacak çalışmalar şu şekilde olabilir: 1. Sokak hayvanlarının bulunduğu bölgede fotoğraflarının çekimi ve cinslerine göre kayıt altına alınması ve albümün hazırlanması. 2. Hayvan davranışlarının gözlemlenmesi ve insanlara karşı saldırgan tabiatlı olanların tespiti ( Bu konuda bölge sakinlerinden (hayvan sevgisi olan veya Yerel Hayvan Koruma Görevlisi varsa ondan) destek alınabilir. 3. Dişi sokak köpeklerinin belli bir sıraya göre alınması ve kısırlaştırma yapılması (Bu iş büyük şehirlerde seyyar konteynerlerle yapılabilir ve gönüllü veteriner hekimlerden yararlanılabilir.) 4. Sokak köpekleri rehabilitasyon merkezleri ile barınaklarının standardı yüksek daha kaliteli hale getirilmesi. ( Özellikle sürekli barınaklarda kalmak zorunda kalacak köpekler için daha geniş alanlı barınaklar oluşturmak. Bunun için çok maliyetli yerler yapmaya gerek yok. Sadece barınabileceği, yiyeceğini yiyebileceği ve en önemlisi koşup oynayabileceği geniş alanlar oluşturmak.) 5. İlgili yasa çerçevesinde mahallelerde yerel hayvan koruma görevlisi belirlemek ve onların desteğinden yararlanmak. 6. Hayvan koruma derneklerinden destek almak. Bütün yükü belediye üzerine almamalı, derneklerden destek almalı. Dernekler de tabela derneği olmaktan çıkmalı ya da siyasilerin destek aldıkları siyasal bir araç olmaktan çıkmalı. 7. Barınaklarda rehabilite edilen köpeklerin daha önce benimsedikleri alanlara hayvansever mahalle sakini veya Yerel Hayvan Koruma Görevlisi refakatinde bırakılması. 8. Mahallelerde veya belediye mücavir alanlarında yer alan sokak köpeklerinin belirli aralıklarla rutin izleme ve takip işlerinin yapılması ve raporlanması. Bütün bu faaliyetler bir organizasyon içerisinde yapıldığı zaman hem sokak köpekleri için hem de mahalle sakinleri için daha yaşanabilir bir, daha insani bir şehir atmosferi oluşabilecektir. Belki de böyle bir ortamda yaşayan sokak köpekleri bizlerin de hayata pozitif ve sevecen bakmamıza yol açacaktır. Sadık dostlarımız olan köpeklerin kuyruklarını sallayarak bizlere dostluk göstermesi kadar bizleri mutlu edecek başka ne olabilir.
ÖRNEK MÜRACAAT YAZISI: Pandemi döneminde, devletin tüm kurumları toplantı, görüşme ve resmi faaliyetleri ONLİNE sistemde yapmaya başlamışlardır. Kurumunuzun da YHKG seminerini online sistemde vermesini, bu seminerin en kısa zamanda açılmasını, ekte sunduğum evraklarım ile seminere katılmam için gerekli işlemin yapılmasını ve seminer sorunda resmi kimlik kartımın verilmesini ve müracaatıma ilişkin 4982 sayılı yasa gereği bilgi verilmesini talep ediyorum. İSİM, SOY İSİM, TC NO.
T.C TARIM VE ORMAN BAKANLIĞI DOĞA KORUMA VE MİLLİ PARKLAR 4. BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ İZMİR ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜNE
Konu: Yerel Hayvan Koruma Görevlisi Eğitimine Katılma Talebi
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu Uygulama Yönetmeliği 11. Maddesinde yetki ve sorumlulukları belirlenmiş olan ‘’Yerel Hayvan Koruma Görevlisi’’ eğitimi ve kimliğimi almak istiyorum. Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma Ve Milli Parklar 4. Bölge Müdürlüğü’ne bağlı İzmir Şube Müdürlüğünüz tarafından yapılan duyuruda yer alan başvuru çağrısına istinaden bu çağrıyla talep edilen ( Kimlik fotokopisi, İkametgah belgesi) evraklar dilekçeye ek olarak konulmuştur. Müracaatımın işleme konularak online eğitim programının ne zaman ne şekilde gerçekleştirileceği hususunda katılımım yönünde bilgilerin tarafım bildirilmesi, eğitim programından sonra kimlik kartımın tarafıma verilmesini arz ve talep ederim.
Ad-Soyad
T.C.K.N : Adres : Telefon : Mail :
Ek-1 : Kimlik Fotokopisi Ek-2 : İkametgah Belgesi Ek-3 : Vesikalık Fotoğraf (jpeg formatında)
KAYNAKLAR: 111 Soruda Hayvan Hakları Kitabı / Ahmet Kemal Şenpolat https://www.haytap.org/tr/istanbulda-ilk-hayvan-hastanesi https://tarihdergi.com/sokak-hayvanlari-icin-en-kotu-yuzyil/ https://www.isbank.com.tr/blog/turkiyede-ve-dunyada-hayvan-haklari
|
1359 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |